Z / Yazılar - Bok Yemenin Arapçası

Z / Yazılar - Bok Yemenin Arapçası

(Bir insanı nasıl eğiteceğinizi düşünmeden önce hangi sonuçları elde etmek istediğinizi düşünün... ''Bertrand Russel'')

Yılların tiyatro oyuncusu Tuncay Özinel, tiyatro sahnelerinde geçen yirminci yılını kutlamak amacı ile AKM’de bir gece organize eder. Ve eşyanın doğası gereği, Kültür Bakanı İstemihan Talay’a da davetiye gönderir.
Kültür Bakanı İstemihan Talay, bu davete icabet edemeyeceğinden dolayı bir telgraf göndererek jest(!) yapar.

Bakan, gönderdiği telgrafta Tuncay Özinel’e yaptığı sergi açılışına katılamayacağından dolayı üzüntülerini ve bundan sonra ki sergiler için başarı dileklerini iletmektedir.

Yıllardan beri tiyatro (gösteri) sanatının içinde olan ve devletin TV’si TRT’lerde dizi dizi oyunları gösterilen Tuncay Özinel’i bir tiyatro oyuncusu olarak değil de sergi açılışı yapan bir ressam ya da heykeltıraş olarak algılayan Kültür Bakanı İstemihan Talay’ın bu bilgisizliği, cehaleti ve kültürsüzlüğü nasıl açıklanabilir?

Ya da, bakan bu skandalı nasıl açıklayabilir?
Kendisinin, danışmanları tarafından yanlış bilgilendirildiğini söyleyebilir mi mesela?

Geçtiğimiz günlerde basında yer alan, Çevre Bakanı Fevzi Aytekin’e ait bir beyanat vardı. (Milliyet Gazetesi-03.Şubat2000.Perşembe)
-“ Çevre konusunda ve nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda kimse bana bir şey söylemedi...” anlamındaki İbo’nun
-“ Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık? ..” ına benzer bir gerekçe sunabilir mi sayın(!) Kültür Bakanı? ..

Bakan İ.Talay’ın bu trajikomik tavrı, aklıma daha önce yaşanmış bir başka “Kültür Bakanı” komedyasını getirdi.

Geçmiş zamanın kültür bakanlarımızdan biri, bir proje çalışması başlatır. Projenin mantığı ise şöyledir;
Köyde ya da mezrada yaşayan, kırsal kültürün hâkim olduğu sosyal yaşamın içinden orta yaş gurubundaki bir insanın bir süre kent yaşamına taşınması ve bu süreçte onun kent kültürüne geçişi, adaptasyonu, intibakı ve davranış psikolojisinin gözlemlenmesi, incelenmesi.../ Olay kısaca bu.

Bunun için bir denek insana ihtiyaç vardır tabii.

Gidilir; Dersim’in ilçesi Hozat’a bağlı köylerden birinden bir köylü yurttaş bulunur ve doğruca Kültür Bakanının huzuruna çıkarılmak üzere Ankara’ya getirilir.
Tabii bu işler şov yapmadan olmadığı için bakan bir medya ordusunu da ofisine davet etmiştir...
Bu arada, konuyu enteresan bularak bakan ile mülâkat yapan gazetecilerden biri “köy kültürü ile kent kültürü ve yaşamı arasındaki derin uçurumu” vurgulayarak;
-“ Hozat’ın bir mezrasında kırk yıldan beri yaşayagelen birisinin bırakın İstanbul, Ankara, İzmir gibi gelişmiş bir kentte sosyal yaşama adaptasyonunu, kendi köyünün bağlı olduğu Dersim ilinin merkezine bile intibakının çok zor olacağını” söyler.
Külttür Bakanı bu karşı teze biraz bozulur...

(..onlar herşeyi mükemmel ve kusursuz yaparlar ya? ..)

Gazeteci, iddiasını güçlendirmek için bir de soru sorar;
-“ Kültür bakanı olarak bu köylüye şiiri, resimi, edebiyatı, tiyatroyu nasıl anlatacaksınız? Mesela Goethe’yi (Göte diye söylenir) nasıl anlatacaksınız? Göte’yi anlayabileceği bir dönüşümü nasıl gerçekleştireceksiniz?

Kültür bakanı oturduğu koltuktan hışımla kalkarak ve adeta gözleri yuvalarından fırlayarak gazeteciye doğru haykırır;
-“ Bana bak, terbiyesizlik yapma! ..”

Anlaşılan, Kültür bakanı Goethe’yi bir organı ile karıştırmıştır. Ya da öyle sanmaktadır, öyle bilmektedir.
..ya da Goethe’yi hiç duymamıştır...

Benim burada bir şey söylememin anlamı da yoktur.
..diyecek bir şey yok tabii...
Sözün bittiği kör noktalardan birini yaşıyoruz. Söylenecek her şeyin, hiçbir şeyin anlam taşımadığı, dilin tutulduğu, yüreğin tutulduğu bir kör noktayı yaşıyoruz.

“..ne şizofren bir ülkede yaşıyoruz...”

Goethe ile “göt”ü birbirinden ayıramayan o zamanın kültür bakanı ile (adamın ismini hafızam, beynim silip atmış) tiyatro ile resim, heykel, gibi sergilenebilen sanatları birbirinden ayıramayan, belki de bu taraklarda hiç bezi olmayan bugünün kültür bakanı İstemihan Talay’ın arasında bir fark var mıdır?

“ Ben fark göremiyorum.”
..Ya siz? ..

Sonuçta bu bir nirengi noktasıdır, kırılma noktasıdır.
Zira aynı Kültür bakanı İstemihan Talay, geçenlerde bir girişimde daha bulunarak bu düşüncelerimin pekişmesine sebep olmuştur.

Ege bölgesinde her yıl yapılan deve güreşlerinin bu sene yapılması plânlanan organizasyonu mali sıkıntılar nedeniyle gerçekleştirilemiyordu.
Deve sahipleri, güreşçi bir devenin günlük maliyetinin yetmiş beş milyon lira olduğunu öne sürerek Kültür Bakanlığından yardım talebinde bulundular.
Bunun üzerine Kültür Bakanı sayın(!) İstemihan Talay derhal duruma el koydular.
Ve beş milyar liralık sübvansiyon ile güreşlerin yapılmasını sağladılar...

“..canım yaaa! ..”

Bu coğrafyanın hemen hemen tüm bölgelerinde yapılan deve güreşleri, Ege bölgesinde de (özellikle Aydın’da) farklı bir versiyon ile (geleneksel) olarak yapılmaktadır.
Ege bölgesi dışındaki bölgelerde yapılan tüm güreşlerde, kazanan deve ve sahibi ödüllendirilirken, mağlup develer bir sonraki güreş turnuvalarına kadar sıkı bir şekilde hazırlanırlar, besiye çekilirler.
Ama Ege’de durum böyle değildir. Ege’de güreşi kaybeden deveyi orada keserler.
Güreşi kaybedeceğini anlayan deve kesileceğini sezinler, adeta kesileceğini bilir.
Ve güreşi kaybeden Ege’li develer, bir çocuk misali sessiz gözyaşları ile ağlarlar. Tıpkı yaramazlık yapmış bir çocuğun babası tarafından cezalandırılacağının korkusunda olduğu gibi...

/..bekleyişi, o bitmeyen bekleyişi gibi.../

Güreş sırasında, gözlerinde yaş gördüğünüz deveye bakın; o deve güreşi kaybedecektir...

Güreşler turnuva boyu sürerken, güreşi kaybettiği için kesilen develerin etinden yapılan sucuk-ekmek ve kebaplar oradaki izleyicilere satılır, konuklara sunulur.
Böylesi trajik, hazin bir vahşet “Türk kültürü”nün bir figürüdür anlayışı ile sürdürülürken ve uygar, çağdaş dünya toplumları nesilleri tehlike altında sayılan develeri koruma altına alıyorlarken, AB’ye girmeye çalışan bir ülkenin kültür bakanı’nın iki deveden birinin kesileceği mutlak olan bu vahşi gösteriyi “kültürümüzün” korunması adına finanse etmesi şizofrenik bir çelişki değil midir?
Bu durum Kültür Bakanlığının doğu ve batı kültürleri arasındaki sıkışmışlığının da bir göstergesi değil midir?

Hacivat-Karagöz’ün, Direkler arası’nın Orta oyunlarının, Tulûat tiyatrolarının günümüzde neredeyse unutuluyor olması ve bu olguların dinamikleri; tangonun Şecaattin Tanyerli ve Esin Engin’in ölümleriyle, kantonun Nurhan Damcıoğlu’ndan sonra alternatifsiz kalıyor olması sebebiyle yaşamımızdan çıkıyor olması Kültür Bakanının aklının ucuna bile gelmezken, sayın(!) Bakan İstemihan Talay, içinde güç, zor kullanma, acı ve ölüm barındıran bir zihniyetin organizasyonunu daha öncelikli değerlendirerek parasal destek sağlamaktadır.

Şimdi, bana burada şunu sorabilirsiniz;
-“ Yukarıda verdiğin bu örnekler özünde Türk kültürüne ait olgular değildir.”

“..doğrudur, haklısınız...”

Peki; deve güreşleri özünde Arap kültürüne ait bir oluşum değil midir?
Jeopolitik, jeokültürel etkileşimler nedeniyle, coğrafik etkenler ve Arap emperyalizminin (din faktörünü de kullanarak) bu ülkeye, bu coğrafyaya pompaladığı kültürel transferlerden biri değil midir deve güreşleri?
Aynı arabesk müzik gibi, aynı Arap mutfağına ait (mudardara, mucaddara, fettuş, mücver vb.) yemekler ve oryantal dansöz gibi...

Eski sarayların, külliyelerin, medreselerin ve bunlar gibi birçok tarihi/ kültürel değeri olan yapının bakımsızlıktan harabeye döndüğü, içlerini çöp yığınlarının ve şarapçıların işgal ettiği, kentleri çevreleyen surların gecekondulara teslim edildiği ve kimi illerde (İstanbul – Diyarbakır) bu surların bakımsızlık nedeniyle yer yer çöktüğü, eskiden Sad-abad’da kayıklarla gezmeye çıkan sevgililere kucak açan Haliç’i bugün bok götürdüğü bir ülkenin kültür bakanının bütün bunları görmezden gelerek, iki canlıdan birinin katledileceği bir turnuvaya milyarlarca lira para akıtmasını içimizdeki o baskılayamadığımız öldürme güdüsünün depreşmesinin tezahürü olarak açıklayabiliriz ancak.

/..ben öyle açıklıyorum.../
..bunun başka bir açıklaması da yoktur! ..

Zira; öldürmeyi, yok etmeyi, kan akıtmayı, acı çektirmeyi seviyoruz.
“örnek mi, çoook...”

Kurtuluş savaşı sırasında, gazetecilik yapan Hasan Tahsin’i ne şekilde hatırlıyorsunuz?
Neredeyse herkesin “İzmir’de Yunan askerine ilk kurşunu sıkan ve düşmanını öldüren ve bu uğurda şehit olan bir gazeteci” dediğini duyar gibiyim.
Aslında çok daha önemli bir özelliği de vardı Hasan Tahsin’in.
1919 yılında yazdığı “Hukuk-u Beşer” kitabı... Yani, “İnsan Hakları”...
Yani yaşamdan, uygarlıktan, haktan-hukuktan, barıştan, güzelliklerden yana bir dünya için kaleme aldığı, kafa patlattığı, emek verdiği Hukuk-u Beşer kitabı...
Ama insanlar, Hasan Tahsin’i iyi bir yaşamdan yana koyduğu bu tavrıyla değil, öldürdüğü Yunan askeri miti ile tanımaktalar veya hatırlamaktalar.
Ne acıdır ki, bu toplum aslında bir düşünce insanı olan, bir fikir adamı olan Hasan Tahsin’in ellerindeki kalemi alarak yerine sıkı sıkıya sarıldığı bir tabanca ile tasvirleyip İzmir’in orta yeri, Konak meydanına heykelini dikmiştir...

Hüzün vericidir bu durum, hüzün verici...

Çünkü ölüme, öldürmeye, yok etmeye kurgulanmış bir toplumuz.
Ve bu toplumun seçtiği siyasiler de bu mentalitenin ürünü oluyorlar doğal olarak.
Kültür Bakanı’nın tavrını da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor, söz konusu bu deve güreşleri olayında...

*

Birkaç gün önce, Mesut Yılmaz bir basın toplantısında şöyle diyor;
-“ TC Muz Cumhuriyeti mi? ..” (Sabah Gazetesi 02. Şubat. 2000. Çarşamba)

Bu, gerçekten bir soruysa benim cevabım “evet” olacaktır.
Yok, eğer “TC Muz Cumhuriyeti değildir” demeye getirmek için söylenmiş bir söz ise; cevabım “yanılıyorsunuz” olacaktır...
Not: Gerçek Muz Cumhuriyeti’ni tenzih ediyorum. Zira gerçek Muz Cumhuriyetinde bu coğrafyada yaşanan insanın içini acıtan, kanatan, yüreğini yakan komiklikler yaşanmamaktadır.
O konuda hiç kuşkunuz, endişeniz olmasın. Bana inanmazsanız açın, okuyun, sorun...

/..bu aynen böyle.../

Bu ülke, böylesi siyasiler yüzünden tüm dünyaya maskara olmaktadır.
“Bu tepkisel tavırla söylenmiş bir söz değildir.”
Geçtiğimiz yıllarda, İsviçre’den bir heyet buraya ziyarete geliyorlar. Bakanlık düzeyindeki bu heyetin içinde İsviçre Denizcilik Bakanlığının da bir temsilcisi bulunmaktadır.
Avrupa ülkeleri içinde denize kıyısı olmayan bu ülkenin bir Denizcilik Bakanlığı’nın olması bizim bakanların dikkatini çeker ve merakla sorarlar;
-“ İsviçre’de deniz yok ki, neden böyle bir bakanlığınız var? ..”
Cevap çok kısa ve anlamlıdır;

-“ E, sizde de kültür bakanlığı var! ..”

*

Bu yazdığım ayn-i ile vaki’dir. Ve öfkelenmemek de kolay değildir, elde değildir...

..yani insanı durduk yerde sinir ediyorlar...
Ya, Sayın(!) Bakan bu ülke sizi hak edecek ne yaptı allah aşkına? ..
..neydi su-i taksirat’ı? ..
Yani, illaki bakanlık yapmak zorunda mısınız? Sizi orada zorla mı tutuyorlar diye sorası geliyor insanın.
Sayın(!) Bakan, size kültürlü demek; bana Einstein demeye denk düşer. Yani siz ne kadar kültürlüyseniz, ben de o kadar Einstein’ım.
Sayın(!) Bakan, pılınızı-pırtınızı toplamalısınız ve onurlu olan bir şeyi yapmalısınız.
Ha, unutmadan... Einstein ve onuru biliyor musunuz sayın(!) Bakan?
..hiç duydunuz mu?
Genel başkanınız, sevgi insanı Sayın Bülent Ecevit sizi de içine sindirebiliyor mu acaba?

Aslında içine sindirebilmek sözü de doğru bir kavram değil.
Olgudan rahatsız olan, bir sıkıntı, bir rahatsızlık duyan içine sindirebilir ancak. Yani, özünde kendisini rahatsız edici bir unsur olduğu için sindirme refleksini harekete geçirir.

“..aslında doğrusunu söylemek gerekirse, bunlar rahatsız da değil...”
..daha ne söylenebilir ki? ..
Dilime aslında çok uygun, ama uygun olduğu kadar da vahim şeyler geliyor.
Lakin bildiğiniz nedenlerden dolayı bunu burada dillendiremiyorum...

/..ama siz bunu yapabilirsiniz.../

Ben ise, her zamanki gibi G.B. Shaw’nun bir sözünü aktarmayla yetineceğim şimdilik.
-“ Demokrasi, layık olduğumuzdan daha iyi bir şekilde yönetilmeyeceğimizin garantisidir...”


Gürkal Gençay
05.Şubat.2000.Cumartesi
Deniz Köşkleri - İstanbul

İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 491187125426
***********************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 4.7.2006 16:14:00
Hikayesi:


HAYVANLARIN SESSİZ DÜNYASI ---------- Bizim için taşıdıkları herhangi bir değerden dolayı, bir taş parçası ya da pahalı bir keman gibi cansız bir nesnenin tahrip edilmesini yanlış bulabiliriz. Ama, eğer zarar verilen bir insansa ve eğer davranışımız bilinçli akla sahip bir vücutta acı ve üzüntüye yol açıyorsa, yapılan yanlış çok daha büyük olacaktır. Taşlar ve kemanlar ne kadar güzel olsalar da duyguları yoktur. Oysa çirkin bile olsalar insanlar öyle değildir. Dolayısıyla, insanlar dışındaki hayvanların bilinçli deneyime sahip olup olmadıkları sorusunun önem taşımasının bir nedeni şudur: Eğer gerçekten öyleyse, birçok kişinin insan türünün etrafında çizdiği dairenin içine onları da almak zorunda kalabiliriz. İçeri almak ya da dışarıda bırakmak konusunda değişik insanların farklı ölçütleri olacaktır. Bazıları için, hayvanların acı duyabildiklerini gösteren bulgular, onlar adına ahlâki kaygı duymak açısından yeterli olabilir. Diğerleri içinse daha güçlü ölçütlere ihtiyaç vardır; hayvanların sadece acıyı hissetmeleri değil, bu acının ve sebeplerinin farkında olmaları gibi. Bazı kişiler ise; sadece akıllı olan ve 'düşünebilen' hayvanlardan etkilenecektir. Hatta, hayvanları dairenin içine kabul etmek için onların da insanlar gibi tamamen bilinçli olmaları gerektiğini düşünenler de çıkacaktır. Ancak şurası kesin ki insanların ahlâk anlayışı ne kadar farklı olsa ve insan dışındaki türleri ne kadar isteksizce kapsasa da çoğu kişinin ahlâkla ilgili düşünceleri, bu türlerin 'akılları'nın olmasına ya da olmamasına, yani düşünebilmelerine, hissedebilmelerine ya da ne yaptıklarının farkında olmalarına ilişkin kavrayışlarıyla belirlenir. Böylece başka hayvanlara nasıl davranacağımıza karar verebilmek için çoğumuz öteki türlerin deneyimlerinin nasıl ve ne düzeyde olduğunu bilmek isteriz. Eğer öteki hayvanların bilinçli olmadığı sonucuna varırsak, o zaman etlerimizi yemeye devam edebilir, zararlı hayvanları yok edebilir ve bilinçli olduklarına inansaydık bizi tedirgin edebilecek ahlâki kaygılar duymadan onlara her şeyi yapabilirdik. Her ihtimalde yapmamız gereken gerçeği araştırmaktır. Öteki hayvan türlerinin deneyimlerini bilmenin neden önemli olduğunu gösteren bir sebep daha var. Ancak, bu sebebin ahlâkla ya da öteki hayvan türlerine nasıl davranılacağına karar vermekle ilgisi yok. Bu, öncelikle insanların biyoloji bilimiyle ilgilenme sebeplerinden kaynaklanıyor. İnsanlar hayvanlar ve bitkileri incelerler; çünkü yaşamın çeşitliliğini ve yeryüzündeki canlıların evrimini anlamak isterler. Vücutlarının nasıl çalıştığını, nasıl ürediklerini ve tek bir hücrenin tam işlevli yetişkin bir organizmaya nasıl dönüştüğünü merak ederler. Ve biyolojide hâlâ cevap bekleyen sorulardan en derinlikli ve gizemli olanı 'bilinç' konusudur. Kendimizden başka herkese kapalı olan, ama her birimiz için büyük önem taşıyan ve farkında olduğumuz bu içsel yaşama niçin sahibiz? Bu olgu neden ve nasıl gelişti? (s.9-l0) Walt Whitman aşağıdaki satırları yazarken bu kadar çok yanılmış olamazdı: Düşünüyorum da hayvanlar alemine katılıp onlarla birlikte yaşayabilirim; ne kadar sakin ve suskunlar... Hiç biri tatminsiz değil, hiç biri sahip olma çılgınlığına kapılmamış, Hiç biri diğerinin önünde eğilmiyor, binlerce yıl önce ölmüş atası olsa da... Whitman'ı böylesine etkileyen sükûnet, sadece tavuklarda değil, öteki hayvanlarda da toplumsal hiyerarşi içindeki konumların çoğunlukla kaba kuvvetle belirlendiği bir mücadele döneminin sonucunda oluşmuştur. Bu da Whitman'ın hayal ettiğinin zıddıdır. Gerçekte öteki hayvanlar gibi tavuklar da hayatlarının büyük bir bölümünü başkalarına boyun eğerek ve başkalarını kendilerine boyun eğmeye zorlayarak geçirirler. Dış görünüşteki uyum, ancak her hayvanın grup içindeki yerini, zor deneyimlerden geçerek öğrenmesiyle sağlanmıştır. Hayvanlar, her gün kendilerini yenilgiye uğratabilecek bir başkasıyla kanlı dövüşleri sürdürmektense kendilerinden üstün olanlara boyun eğmenin uzun vadede daha yararlı olacağını öğrenmişlerdir. Barış, her tavuğun pragmatik olmayı öğrenmesi ve altta da olsa hiyerarşi içindeki yerini kabullenmesi pahasına sağlanmıştır. Tavuklar, kümes arkadaşlarının yüzlerini, özellikle ibikleri ve gerdanlarındaki farklılıklardan ayırt ederek birbirlerini tanırlar. Eğer sosyal statü öyle gerektiriyorsa yiyecek ve tünek için başkalarına yer verirler. Öğrenme bu bağlamda toplumsal bir zorunluluk, günlük yaşamın her anının ayrılmaz bir parçasıdır. Hayvanların sahiplenme çılgınlığından uzak olmalarına gelince. Görünüşteki uyum ve hoşgörüye kapılarak, gelişkin bir öğrenme yeteneğinin yiyecek, yuva ve hepsinden çok savunulacak alan konusundaki, dipte yatan uyuşmazlıkları gizlediğini fark edememek kolaydır. (s.56-57) Yaşamın rastlantılardan oluştuğunu düşünmek yerine bu bağlantıları kurabilmek ve neyle karşılaşacağını bilerek hareket etmek tabii ki el yordamıyla davranmak ve her yeni durumda şaşkınlığa düşüp zarar görmekten iyidir. Ancak bunun da şu tehlikesi vardır: Bağlantı kurmaya ve anlam aramaya çalışırken, bazen 'sonuca çabuk varabilir' ve gerçekte bağlantılı olmayan olaylar arasında ilinti kurabiliriz. (s.122) ... düşünmek olarak adlandırdığımız olgunun iki temel özelliği vardır. Birincisi düşünen canlının, kafasında dünyanın bir çeşit içsel görüntüsüne sahip olmasıdır. ... Düşünmenin ikinci temel özelliği, içsel görüntüde bir değişiklik olması ve bunun da gerçek düşünen canlıya yeni durumda neler olabileceğini kestirme fırsatı vermesidir. (s.159) Kafada çözümlemenin en basit şekillerinden biri bilinen verileri temel alarak sıradaki bilinmeyeni tahmin etmektir. (s.162) İnsanlarda, benzerlik kurarak başkasını anlama, bilinmeyen bir yaratığın karanlık zihnine zıplayarak atlama şeklinde değil, bir dizi küçük adımla gerçekleşir. Bazı yönlerden birbirimize o kadar benzeriz ki, bu benzerlikten yola çıkarak başkasının 'zihnine girebilmemiz' yolda yürürken bir döşeme taşından diğerine adım atmak gibidir. (s.246) Felsefeci Daniel Dennett, bilinçle ilgili düşünce biçimimizin köklü bir değişikliğe ihtiyaç gösterdiğini savunmaktadır. Bilince bakışımızı gözden geçirirken onu bilimsel açıklama için uygun bir konu olarak görmemiz gerektiğine inanır. Cesur bir biçimde Consciousness Explained (Bilinci Açıklamak) adını verdiği kitabında bilinci tek bir 'akım' olarak gören ve daha da yaygın biçimde onu kafamızın içinden dışarıya bakarak anlamaya çalışan bir insan olarak canlandıran düşünceleri eleştirir. (Çünkü bu, dışarıya bakan kişinin kim olduğu ve onun kafasının içinden neler geçtiği sorusunu gündeme getirecektir.) Dennett bunun yerine bilinci, beynin değişik bölgelerinin aynı anda değişik işler yaptığı ve olayları kendine göre yorumladığı bir çeşit yaratıcı kargaşa olarak görür. Ona göre ortada tek ve doğru bir yorum yoktur. Bir çok kanaldan sürekli gönderilen parçalar vardır. Merkezi ve bütünlüklü bir 'ben' olduğu yanılsaması sadece bir yanılsamadır. (s.267) Örneğin, eğer hayvanlar birbirleriyle düşünerek iletişim kuruyorlarsa, hayvanlar arası iletişimle ilgili araştırmaları, bunu dikkate alarak köklü biçimde gözden geçirmek gerekebilir. Eğer hayvanlar birbirlerinin, çeşitli niyetlere ve ilişkilere sahip toplumsal bireyler olduğunun farkındaysalar bu durumda toplumsal örgütlenmeyle ilgili çalışmaları da yeniden düzenlemek gereği doğabilir. Ve eğer karar alma sürecini yöneten kısmen de olsa en hoşa giden ya da en az acı veren yöntemlerle ilgili öznel duygularsa o zaman 'güdü'yü açıklarken bu olguya da yer vermemiz gerekir. Bu değişiklikler bir ölçüde gerçekleşmeye başlamıştır ve hayvan davranışıyla ilgili çalışmalar insanların rastlantı eseri kendileri gibi olmayan varlıklarla ilgili düşüncelerini değiştirdikçe daha da artacaktır. Hayvan bilincinin araştırılması 20 yıl öncesine göre çok daha fazla kabul görmektedir. Hayvanların zihinlerinde neler olup bittiğini şimdi biraz biliyoruz ve gelecekte çok daha fazla şey bileceğimiz umudunu taşıyoruz. Umarım bu kitap hayvanlarda bilincin izini sürebileceğimizi ve bu yolculukta da bilimsel olabileceğimizi göstermiştir. Bu adımı atmak biyolojinin en heyecan verici girişimlerinden birini üstlenmek olacaktır. Görevin çok zor, hedefin ise hâlâ gizemli olması yüzünden çok dikkatli ve ihtiyatlı olmalıyız. Ama her şeye rağmen de yola koyulmalıyız. (s.276) * * * Marian Stamp Dawkins Hayvanların Sessiz Dünyası, Tübitak Popüler Bilim Kitapları

Gürkal Gençay