Z / Yazılar - Bakırköy Temerküz Kampı

Gürkal Gençay
85

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Z / Yazılar - Bakırköy Temerküz Kampı

Sevgili Bekir Coşkun,

02.Kasım.1997.Pazar günü yayımlanan yazınızı her zaman olduğu gibi büyük bir dikkat ve zevkle okudum.
Söz konusu bu yazınız üzerine, sizin değerli zamanınızı almama vesile olan bu mektubu yazmak zorunda kaldım.
Yazınız, bütünü itibarı ile iyi bir mesajı taşımasına ve iletmesine karşın, bir bölümü var ki; bu konuda yanlış bilgilendirildiğiniz kanaatindeyim.
Sizin gibi sağduyulu ve bilinçli bir hayvansever/ yaşamsever gazeteciyi yanlış bilgilendirerek ve bu şekilde (dolaylı olarak) kendi reklâmlarını yapmak, belki de sizin aracılığınız ile kendilerini ibra etmek isteyen Bakırköy Belediyesinden ve onlara taşeronluk yapan insanlardan söz etmek istiyorum.
Bakırköy Belediye Başkanı Ahmet Bahadırlı, belediye başkanlığı seçimleri öncesinde büyük bir çoğunluğunu hayvanseverlerin ve çevrecilerin oluşturduğu sivil toplum örgütlerine ve seçmenlerine Bakırköy’e bir hayvan barınağı kompleksi yapma sözü vererek bu anlamdaki hemen hemen tüm oyları toplamıştı.
Bu minvalde “ilk somut adım olarak nitelendirebileceğimiz” zaten mevcut olan Bakırköy/ Osmaniye Hayvan rehabilitasyon ve Kısırlaştırma istasyonuna 10–15 m2’lik bir alan ilave edilerek, buraya 7–8 tane box (yuva) yaptırıldı.
Ve burasının işletimine ilişkin yapılan ihale de, ayda bir milyar TL. hakediş karşılığında “Müteahhit firma” niteliğinde gösterilen ve başkanlığını Aysun Sakin’in yaptığı “Hayvan Hakları Derneği”ne verildi.
Her ne kadar merkezi ve yerel yönetimlerin bu konudaki samimiyetlerine güvenmememize karşın, buraya kadar işlerin iyi gittiğine kendimizi inandırmaya çalıştık.
Her yeniliğin ilk başlarda ufak tefek olumsuzlukları da barındırdığı gerçeğinden yola çıkarak daha opsiyonel, daha toleranslı davranmaya çalıştık.
Olayları objektif olarak izlemenin ve değerlendirmenin yolunun bu tür önyargılardan arınmaktan geçtiğinin bilinciyle hareket ederek ve “bu oluşum daha çok yeni, zamanla rayına oturacaktır elbet...” diyerek olabildiğince aklıselim davranmaya çalıştık.

*

Bakırköy/ Osmaniye hayvan kısırlaştırma ve rehabilitasyon merkezi, aslında; herkesin bildiğinin aksine ve herkesin yanılgıya düştüğü gibi, bir “barınak” değildir.
Burası yalnızca kısırlaştırma ve küçük çaplı tedavilerin/ müdahalelerin yapıldığı bir istasyondur.
(Barınak ise, bu mevcut merkezin devamı niteliğinde ve birbiri ile rabıtası olan bir proje idi.)
Ama Ahmet Bahadırlı, seçimlerden önce insanlara ve “hayvanlara” söz verdiği gibi barınak kompleksini gerçekleştirme vaadine sahip çıkmadığı için, söz konusu bu klinik zamanla bir barınak gibi kullanılmaya başlanmıştır.
Azami otuz canlıyı barındırma kapasitesi olan bu yerde, bazı zamanlarda üç yüz köpeğe varan sayıda hayvan yığınlanmakta ve bunun neticesinde de (kaçınılmaz olarak) son derece sağlıksız ve ölümcül bir ortam yaratılmaktadır.
Söz konusu bu yerde, (bu koşullarda) önünün kesilmesi çok zor olan birçok salgın hastalık el’an sürmektedir.
Gençlik hastalığı, kanlı ishal, alt ve üst solunum yolları enfeksiyonları, körlüğe sebep olan enfeksiyonel ve viral hastalıklar gibi uyuz ve mantarlara sebep olan dış parazitel ve bakteriyel hastalıkların sürgit yaşandığı bu yerde, söz konusu bulaşıcı hastalıklardan birini ya da birkaçını taşıyan hayvanlar sağlıklı köpekler ile aynı yere kapatılmakta ve bu yolla sağlıklı hayvanlar da hastalan(dırıl) makta ve öl(dürül) mektedirler.
Yeni gelen hayvanların parazitlerden arındırılması için yapılması şart olan banyo uygulamalarının ve koruyucu aşılarının yapılarak olası hastalık risklerinin bertarafına yönelik çalışmaların yapılmadığı bu yerde herşey bir “karadüzen” mantığı ile baştan savma olarak yapılmaktadır.
Bu iğrenç ve dehşet verici durum neticesinde “salgın hastalıklar” zinciri oluş(turul) muş ve günde ortalama beş hayvanın öl(dürül) mesi gibi vahim bir durumun yaratılması söz konusu olmuştur.
İstanbul’da en acımasız, en gaddar, en eli kanlı, en laf anlamaz/ söz dinlemez belediyeler (Örnek: Küçükçekmece-Avcılar-Şişli-Eyüp vb.) bile bir ayda ortalama 20-30 köpek katlederlerken ve yaptıkları bu vahşeti inkar etmeden (aleni itlaf yolu ile) yaparlarken; Bakırköy Belediyesi ve taşeronları günde beş hayvan hesabı ile bir ayda en az yüz elli hayvanın acı çekerek, bağıra bağıra ve esaret altında (..ki sokaklarda olsalar belki bir sahip bulma ya da daha doğru dürüst beslenebilme şansları olacaktır) ölmelerine vesile olmaktadırlar.
Burasını gördükten sonra, inanın itlafçı belediyeler daha sempatik gelecektir gözünüze...
Zira ölüm bir keredir ve burada canlılar işkence altında hergün ölmektedirler...
Ve bu işi “hayvan sevgisi” adı altında ve bu işi para kazanarak (cukkalarını doldurarak) yapmaktadırlar...
Burada yaşanan ölümlerin ve menfi koşulların bizzat şahidi olmamın yanısıra, burada müstahdem olarak görev yapan bir hanım da yaşanan rezalete ve facialara tanıktır.
Bahsi geçen görevli hanım 03.Kasım.1997.Pazartesi günü, barınak diye lanse edilen bu ölüm kampında, Bakırköy Belediyesinde işçi statüsünde çalışan ve “Hayvan rehabilitasyon uzmanı” titri ile lanse edilen Süsen Erkuş tarafından dövülerek dokuz hayvanı ile birlikte çalıştığı bu yerden kapıdışarı edilmiştir.
Bildiğiniz gibi, bir zamanlar bu ülkeyi yöneten “Büyük Türk Büyüklerinden” biri “motivasyon” amacı ile olsa gerek, hastanelerde “imam” bulundurulması gibi çok parlak(!) bir fikir üretmişti.
Şimdi bu hastalar başuçlarında bekleyen bir imam gördüklerinde nasıl bir halet-i ruhiye içinde olacaklar ise, eminim hayvanlar da “Hayvan rehabilitasyon uzmanı(!) ” Süsen Erkuş’u gördüklerinde aynı ruh hali içinde olacaklardır.
Söz konusu bu yerde hasta hayvanların yaşama şansları zaten hiç yokken, sağlıklı olanlar da hastalan(dırıl) makta, ya felç ya da kör olmaktadırlar.
Buraya sağ salim girip de, sağlıklı/ canlı olarak çıkan hayvan sayısı inanın neredeyse “yok” denecek kadar azdır.
Bu kerih yerden kurtulmaları için uğraş verdiğim ve bu minvalde yuva bulduğum hayvanların
%50’ye varan bölümü (barınakta kaldıkları süre içinde hastalandıkları için) ve kısırlaştırılan “sahipli/ sahipsiz” hayvanların küçümsenmeyecek bir bölümü (ameliyat yerlerinin enfekte olması yüzünden) şu anda maalesef hayatta değillerdir.
Bu konuya ilişkin (her vak’a için ayrı ayrı olmak üzere) şahitler de mevcuttur. Ölen hayvanların sahipleri de bu anlamda şahitlik yapacaklardır.
Burada; ameliyathane adı altındaki metruk oda, hiç ama hiç hijyenik değildir.
Ameliyat odasının camları kırık, duvarları dökük, yerleri pis, günlerce boşaltılmayan çöp kutuları ilaç ve kanlı bez/ pamuk parçaları ile doludur ve buraya hâkim olan bir “ağır koku” nefes alabilmeyi adeta imkansız kılmaktadır.
Ameliyathanelerin “olmazsa olmazlarının” zaten olmadığı gibi ne bir klima, ne ultrviole ışıtma, ne de ilaçların depolanabileceği bir soğutma dolabı mevcut değildir.
Bu klinikteki ameliyatları ya stajyer talebeler yapmakta ya da Bulgaristan’dan gelen ve çalışma izinleri/ belgeleri olmayan (kaçak) göçmen teknisyenler yapmaktadırlar.
Yani burada gerçek anlamda bir veteriner de yoktur...
Ameliyattan çıkan hayvan daha ayılmadan, apar topar / karga tulumba daha önceden sterilize edilmemiş bir boxa (yuvaya) kapatılmakta ve yapılan ameliyatların kaydedildiği (buraya getirilen hayvanların tüm bilgilerini de içeren) bir kartela ya da bilgisayar sistemi olmadığı için ameliyat sonrası takibi de yapılmamaktadır.
Ve bu hayvanlar bu koşullarda, kapatıldıkları yerde enfekte olmaktalar, nihayetinde ise acı çeke çeke ölmektedirler.
Buradaki ilgisizlik öyle boyutlara varmıştır ki; yuvasında ölmüş olan birçok hayvanın şişmiş/ kaskatı kesilmiş, ölüleri günler sonra farkedilerek oralardan alınmıştır.
Bilindiği gibi “zoraki yapılan iyiliğin, kötülükten farkı yoktur...”
Esasen burada bir “iyilik” aranmasını da saflık olur diye düşünüyorum...

*

Hayvanlar, yemek zamanı geldiğinde “L” şeklinde bir bahçede toplanmakta ve pislikten/ yağır yağdan rengi dahi görünmeyen iki adet çamaşır leğeni içinde 3–4 çeşit yemeğin (tatlı-tuzlu-ekşi karışık, peçete, kürdan ve cam kırıkları ayrılmamış) karışımdan oluşan bir pislik “yemek” diye verilmekte...
Kasaptan ve tavukçudan para verilerek alınan etler kâh iyi bir soğutucunun olmayışından kâh saklandıkları yerlerde unutulduklarından dolayı (abartmıyorum) yemyeşil olmakta ve (şimdi sıkı durun) buna rağmen bu iğrenç şeyler hayvanlara yiyecek olarak verilmektedir.
Açlıktan gözleri dönen biçare hayvanlar kendilerine verilen bu “şeyleri” yemekte ve ishal başta olmak üzere birçok hastalığın pençesine düşmektedirler.
..ve yakalandıkları hastalıklardan kurtulamayıp ölmektedirler...
Bir dışkı tarlası görünümündeki bu bahçenin zemini, birçok yerinin yer yer kırıldığı ve bu kırıkları yosunların/ mantarların sardığı bir beton zemindir...
Burada hiçbir şeyin sağlıklı olmadığı gibi sağlıklı çalışan atıksu giderlerinin ve hiçbir altyapı çalışmasının da olmadığını görülmekte...
Tepelerinde, hayvanları güneşten, yağmurlardan ve kardan/ rüzgârdan koruyacak bir brandanın dahi bulunmadığı ve adına “bahçe” dedikleri bu alan “sefil” bir olgu olarak açık seçik görülmektedir...
Burada her türlü hastalığı barındıran ve adına da bahçe denilen “dışkı tarlası” görünümündeki bu garabet yerin tam ortasına bırakılan iki çamaşır leğeni dolusu “balçık” yemeğe bir anda üç yüze yakın köpek ve bir o kadar da karasinek adeta hücum etmektedir...
Yavrulu annelerin, anasız yavruların ve narin süs köpeklerinin (durumlarının özelliğince) birbirlerinden ayrılmadıkları yani hepsinin karman çorman birarada tutulduğu bu yerde süs köpeklerinin, zayıf/ hasta köpeklerin ve yavru köpeklerin bu leğenlerden yemek yiyebilme şansları(!) maalesef yoktur...
Zira böyle birşeyi denediklerinde, büyük köpekler tarafından ısırılmakta, yaralanmakta ya da öldürülmektedirler.
Yemek zamanı bahçeden gelen sesler, feryatlar ve acı içinde atılan çığlıklar duyanları (adeta bir korku filmi gibi) dehşete düşürmektedir...
Büyük hayvanlar tarafından bu şekilde ısırılan, parçalanan, boğularak öldürülen yavru köpeklerin ve Kaniş/ Terrier gibi narin hayvanların katledilmelerinin ayrı ayrı görgü tanıkları da mevcuttur.
Buradaki zayıf ve güçsüz hayvanlar, sokaklarda başıboşken bile yemeyecekleri bu “pisliği” büyük hayvanlar yerken iştah, sabırsızlık ve leğenin dibinde kendilerine de kalması umuduyla; korku dolu bakışlarla, endişeyle, sabırsızlıkla ve yalanarak beklemektedirler...
Ameliyatlı hayvanların, loğusaların ve hastaların özel beslenmeleri ya da diyet gibi uygulamaların “çok lüks şeyler” olduğu bu garip yerde elinizi nereye atsanız orası dökülmekte, elinizde kalmaktadır...
İçlerinden biri nezle olsa, kısa bir süre sonra tümünün nezle olabileceği kadar küçücük bir odaya tıkılan ve hemen hepsinin de gözlerinde akıntı olan (içlerinde gözlerini kaybedenlerde mevcut) açlıktan pide gibi yamyassı olmuş kedilerin öyküsü ise ayrı bir trajedidir...
Kedisiyle, köpeğiyle bu temerküz kampına düşmüş olan hayvanların nasıl bir su-i taksirat’ları vardı da başlarına böylesi bir felaket geldi diye düşünmekten kendinizi alamayacağınız bir hazin durum İstanbul’un en prestijli ilçelerinden biri olan Bakırköy’ün orta yerinde tüm vahametiyle yaşanmaktadır...

*

Burada yaşanan dram hem Bakırköy Belediye başkanı Ahmet Bahadırlı’nın işine gelmekte, hem de bu yerin işletmeciliğini ihale yoluyla alan Hayvan Haklarını Koruma Derneği’nin işine gelmekte, hem de Bakırköy Belediyesi veteriner müdürlüğünde işçi statüsünde çalışan Süsen Erkuş’un işine gelmektedir.
Ahmet Bahadırlı seçimlerden önce söz verdiği barınak projesini yapmayarak ve insanları oyalayarak günde beş hayvanın öl(dürül) düğü bu merkezde (ki bu rakam ayda en az yüz elli hayvana tekabül etmektedir) dolaylı olarak itlafa devam etmiş olmaktadır...
“Klasik” itlaf yolu tercih edilmiş bile olsa “ölümün de bir maliyeti” olduğundan Dr. Ahmet Bahadırlı, ayda bir milyar liraya farklı bir elbise giydirilmiş itlafları uygulamış olmaktadır, dayatmaktadır.
Bu yolla, hem ilçe sokaklarını hayvanlardan arındırarak “hayvan sevmez” seçmenine şirin gözükecek, hem de “güya” barınak yaptığı için hayvansever(!) başkan olarak tanınacak, nam yapmış olacaktır...
..asıl önemlisi bunda da başarılı olmuş olmasıdır...
Bunun yanı sıra, kendisine dost olmayan ve Ali Talip Özdemir’in başkanlığı döneminde belediyeyi basan (bu olay medyada yer almıştır) Süsen Erkuş’u Bakırköy belediyesine işçi olarak almış ve hiçbir yetkisi, bilgisi ve birikimi olmamasına karşın “Hayvan rehabilitasyon uzmanı” unvanıyla halkın verdiği vergilerden maaşa bağlamıştır...
“..parayı vermiştir yani, düdüğü de öttürecektir elbet...”
Bu yolla (kendisi için tehlikeli olabileceğini düşündüğü) Süsen Erkuş’u enterne/ pasifize etmiş ve yanına çekmiştir.
Her fırsatta itlafçı belediyeleri protesto etmek adına ortalara dökülüp eylemler yapan (ve kendisi için potansiyel baş ağrısı olarak değerlendirdiği) Hayvan Hakları Derneği’ne barınak diye nitelendirilen bu temerküz kampını ihale yoluyla kakalayarak karşısındaki sivil toplum (eğer varsa) inisiyatifini/ gücünü ortadan kaldırmıştır...
Bütün bunlar yaşanırken, fanatik hayvansever(!) olduğunu iddia eden Süsen Erkuş ve Hayvan Hakları derneği yöneticileri bu trajediyi, bu vahşeti, bu ilkelliği, bu rezaleti, basiretsizliği, ahmaklıklar silsilesini büyük bir pişkinlikle karşılamışlar ve bu kötü, bu iğrenç durumun iyileştirilmesi, mevcut yerin dünya standartlarına uygun hale getirilmesi ve yeni bir barınağın yapılması gibi birçok gerekliliği olan talebi gündeme getirmemişlerdir. Ölümleri adeta içselleştirmiş olan bu elemanlar, belediyelerin itlaf ekiplerindeki hayvan kanıyla beslenen elemanlardan hiçbir farklarının olmadığını göstermişlerdir...
Eleştirilerden ders almak yerine, bu tenkitlerin olumlu yanlarından bakıp; buna paralel değerlendirmeler/ çalışmalar yapıp, çözüm üretecekleri yerde “..biz her zaman doğruyu yaparız, bizi eleştirenler ve bizim gibi düşünmeyenler düşmandır...” dangalaklığı ile barınağın bu dehşetengiz, içler acısı durumunu cansiparane bir biçimde savunmuşlar, mevcut durumu şaşılası bir körlükle ve ısrarla korumuşlardır...
“..ve böylece, hayvanlara en büyük zararı da kendileri vermişlerdir...”
Barınağın durumu gözler önündedir ve duruma ilişkin birçok televizyon haberi ile gazete küpurları da elimizde/ arşivimizde mevcuttur. Süsen Erkuş’un belediyedeki işini (akçe boyutunun yanı sıra, kariyer olarak da kaybetme korkusu) ,
Hayvan Hakları Derneği ise, her ay aldığı yaklaşık bir milyar lira parayı ve ayni/ maddi olarak yapılan bağışları kaybetmemek korkusu ile buradaki ölümleri, katliamları, acıları bir sinema seyircisi tavrı ve rahatlığı ile izlemişlerdir...
Sinema seyircisi bile, izlediği filmin sahnelerine göre bir reaksiyon gösterir, tepki koyar, gerilim yaşar, bir yorum yapar en azından...
..ama bu elemanlar “artık ölümleri kanıksadık” gibi saçma salak açıklamalar ile bir izleyici refleksi dahi göstermemişler, aksine ilkesizliklerini, kemiksizliklerini, omurgasızlıklarını sergilemişlerdir...

*

Ben ve benim gibi insanlar (bu gerçekleri gören, acıları yaşayan ve bu gidişe “dur” deme adına müdahale eden insanlar) ANAP’lı belediye başkanı A.Bahadırlı’nın seçmenlerine yalan söylemesi ve onları aldatması sebebiyle güvenirliliğinin kalmadığını görmekteyiz...
ANAP’ın parti olarak “yaşamı temel alarak” ürettiği hiçbir politikanın olmadığını da bilmekteyiz.
Bu yüzden; TC’nin neresinde olursa olsun, ANAP’ın göstereceği hiçbir adayın görev almaması/ seçilememesi için gereken ve elimizden gelen tüm çabayı göstermemizin “yaşama saygı” çerçevesinde bir gereklilik olduğunun da bilincindeyiz.
Desteklerimiz; dağıyla/ taşıyla, çiçeğiyle/ böceğiyle, insanıyla/ hayvanıyla yaşamı total algılayan bir belediye başkanına olmalıdır diye düşünmekteyiz.
Bu tür popülist, oportünist ve pragmatist belediyelerin, ortaya koydukları politikalar doğrultusunda “yaşama hakkı” gibi bir dertlerinin olmadıklarını afişe etmede yardımcı olmanızı bekliyoruz.

Not: Konu ile ilgili isimler, fotoğraflar, videokaset görüntüleri, belgeler/ evraklar, şahitler ve adresleri/ telefon numaraları istenildiği takdirde tarafınıza gönderilecektir.

Gürkal Gençay
13.Kasım.1997.Perşembe
İstanbul

(Hürriyet Gazetesi Yazarı Bekir Coşkun'a 13.Kasım.1997.Perşembe tarihinde yazılan mektup...)

İşbu Makale Yazarının Adına Kayıtlıdır. Kayıt Tescil No: 495331125016
***********************************************************************************

Gürkal Gençay
Kayıt Tarihi : 10.7.2006 18:28:00
Gürkal Gençay