ihtiyarlayıp saçın ağardığınca, anılara daldığında sessizce hayalinden geçir, lodosu, denizi, martı seslerini...
Dokunsun kelimelerim, yıldızlara, yalnızlara dostça dokunsun. Zaman geçiyor, zaman...
Yüzleşme...
“Kadın öyle düşünceliydi ki, dalgın, bedeninin çizgileri gerilmiş, saçlarından hafif bir ak alnına dökülmüş. Hüzünlü gözler, hafif telaşlı, biraz ürkek...”
Onunla buluşmaya giderken düşüncelerini, duygularını, nasıl ifade edeceğini bir türlü bulamıyordu.
Kelimeler birbirini kovalıyor, düşünceler çağlayandan akar gibi akıyor, gürültüyle birbirine karışıyordu. Kelimeler, büyücüsüydü insanların. Ya çekerdiniz insanları ya da iterdiniz kelimelerinizle. Daha çocukken ”Dil, dilberden güzeldir, ezberletilmişti. Kendi sihrini yapmalıydı.
Dışarıda, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Yağmur, mutluluk verirdi. İçindeki hüznü öfkeyi siler, ruhunu temizlerdi. Şiddetlenen yağmur etkisini göstermiyordu. Delinen gök, ruhunu da delmişti. Geçmişten hayaller beliyordu... Yaşamını sorgulamaya başladı. İçindeki gücü çıkarmalıydı. Beklemek sadece acısını artırırdı.
O kadar haksızlık etmese miydi yaşama, sadece kendi değildi. Yaşananlar kişilerin kendi sorumluluğu ya da sorumsuzluğunun getirdikleriydi.
İçindeki ses susmuyordu.
Sahilde onlar için özel o çay bahçesinde ne kadardır bekliyordu. Saatine baktı, daha erkendi.
Beklerken elini, kolunu koyacak yer bulamıyordu. Ahşap masanın üstünde karalanmış notlara takıldı gözü. Okumaya çalıştı, harfler birbirine girdi, gök gürültüsüyle sıçradı. Etrafına bakındı.
İnsanlar birbirine bir şeyler anlatıyordu. Seslerini duymak için, yüksek daha yüksek sesle konuşuyorlardı. Sadece kendileri varmış, başka kimse yokmuş gibi...
Camdan dışarı bakmaya başladı, ne konuşacağını, kendini nasıl ifade edeceğini düşünmeye başladı. Güvensizliğini, düşlerini, düşüncelerini kırmadan nasıl ifade edeceğini düşünüyordu. Düşüncelerini ifade etmek ne kadar dürüstlüktü? Dürüstlük bir erdemdi, insan önce kendine dürüst olmalı diye düşündü.
-“Merhaba” diyen bir adamın sesi kendine getirdi kadını. Gelmişti. Karşısına oturdu.
- “Yağmurda dalmışsın” yine dedi. Yoldan, trafikten bahsedip, gecikme için özür diledi. Bir şeyler anlatıyordu adam.
Gözlerini kaçırıyorlardı, yaşanmışlıklardan kaçabileceklermiş gibi…
Karşılıklı konuşuyorlardı, gereksiz kelimeler kaçışlardı. Dinlemiyorlardı birbirlerini. Kadının içindeki ses yükselmeye başladı. İçindeki kadın çığlık atıyordu. Delirdiğini belki de deli olduğunu düşündü kadın. Gerçekte deliklik ne idi? Kimdi deli? Ah işte bir “kaos”. Şu “KAOS” da ne kıskançtı. Antik Yunan’dan beri ortalığı karıştırıyordu. Her nerede ise olanları büyük bir keyifle izliyor olmalıydı.
Karşısındakinin ne anlattığını duymuyordu kadın. Bir sigara yaktı. En kolay kaçış. Bir nefes al, dumanı ver. Olmuyordu; bir nefes, bir nefes daha… Daha derinden tüm ciğerlerine dolmalıydı duman, kanına karışmalı beynindeki düşünceleri dağıtmalıydı…
Dışarıda hiç görmediği kadar yoğun yağıyordu yağmur. Karşısındaki adamı duymadığını i fark etti. Sıkılmıştı, nefes alamadığını hissetti bir an. Çay bahçesindeki insanları incelemeye başladı. Sesler, yüzler birbirine girdi. Tek bir ses, tek bir yüze dönüştüler. Ortamdan gittikçe uzaklaştığını fark etti. Kaçmak istedi, kaçsa her şeyi olduğu gibi bıraksa, bırakabilir miydi? Kendisini bırakabilir miydi?
Bu konuşan adam, sevdiği kişi miydi? Sevgi neydi? Saçı sakalı birbirine girmiş, ne söylediğini bilmeyen, kendisine güvenmeyen, tutuk bakarken görmeyen adamı mı sevmişti? Onun için miydi onca mücadele, bunca acı. Ne kadardır kandırıyordu kendini? Ne zamandır sevmiyorlardı birbirlerini?
Birden “- Neyin var? diye sordu adam. Nihayet fark etti, diye geçirdi içinden. Sanki neyi olduğunu bilmiyordu, neyi olabilirdi ki? Derinden bir offf çekti kadın.
Nerden başlayacağını bilmiyordu, oysa günlerdir kafasında konuşuyordu söyleyeceklerini yazmayı bile düşünmüştü. Sonra kendi kendine gülmüştü. Kelimeleri gevelemeye başladı. Yer yarılsa yerin dibine girseydi, kaçabilseydi yaşananlardan, kendinden. Sihirli bir değnekle zamanı geri alabilseydi. Hiç yaşanmamış olabilseydi onca acı…
Dışarıya bakınca yağmurun azalmaya başladığını gördü kadın. Yağmurun azalması ile düşünceleri netleşmeye başladı. Yeryüzünü yıkar gibi ruhunu da yıkamıştı yağmur. Yaşadıkları, nerede, neden, niçin bulunduğu, daha fazla kaçış yoktu.
Yağmura inat kelimeleri yağmaya başladı.
Her bir sözcük sarsıyordu adamı. Elinin altında her zaman sahip olduğu, ona tapan kadın mıydı karşısındaki. Her söylediğini kanun sayan, o ürkek, kırılgan kadına ne olmuştu? Duyduğu her kelime kurşun etkisi yapıyordu adamda. Eski oyuncağını kaybettiğini hissetti. Ama ona öyle öğretmemişlerdi, öyle yaşamıyordu arkadaşları, ailesi, çevresi… Kadın kısmı alttan alırdı, beklerdi, kadın fedâkar olurdu. O her istediğini yapabilirdi ama kadın kısmı sessizliği giyinirdi. Kimdi bu karşısında oturan kadın? Seneler önce deli gibi sevdiğini söylediği, hayran olduğu kadına benziyordu…
Konuşurken adamın sarsıldığını görüyordu kadın. O sarsıldıkça içinde sızı büyüyordu. Zaman içinde annesi gibi hissettiği olmuştu. Hep korumak istemişti adamı, onun isteklerini yerine getirdikçe, kendine camdan bir dünya yaratmış, içinde mutlanmıştı. Gerçek olmayan bir dünya… Söylemesi gerekenleri söylemeliydi…
Kadının konuşması bittiğinde, gözlerini birbirlerinden kaçırıyorlardı. Sözün bittiği yerdeydiler.
Yağmur durmuş çay bahçesi boşalmıştı. İçlerindeki sessiz çığlıklara martılar tercüman oluyordu…
Sadece ne kadar kırıldığını düşünüyordu adam. Ne kadar kırdığını, nasıl bu hale gelindiğini hiç düşünmeden. Gururu incinmişti. İncittiğini hiç düşünmüyordu bile.
Sadece kendini düşünüyordu. Kelimeleri kadına “ sen nasıl istersen. Her şey gönlünce olsun” diyor, vücut dili tam tersini söylüyordu. Sen görürsün! Ruhunda hep izini taşıyacağı derin yanıklar oluşuyordu,
“Keşke” demeye çalıştı kadın. Diyemedi içinde kaldı, diğer içinde kalan “keşke” ler gibi. Bir daha “keşke” dememeye karar verdi. Keşkelerin olmadığı bir hayatı olmalıydı, içinde tutmamalıydı düşüncelerini.
-Hoş kal dedi adama…
Kalkıp gidiyordu kadın. Ruhundan kırık bir parçayı o çay bahçesinde bıraktığının bilinceydi. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Martılar bağırıyordu ardından. Elinde kalan tek şeye gururuna sımsıkı sarılıp martı sesleriyle nilüfer yalnızlığına yürüdü.
Ardında bıraktıklarında “ürkekliği” ve “güvensizliği” de vardı…
DİZGİNLEMEDİ KADIN KENDİNİ GİTTİ, KORKMAYANLARIN, GÜÇLÜ OLANLARIN GİTTİĞİ, YARI BELİRLENMİŞ, YARI DİKENLİ GELECEĞE, KENDİ İLE “YÜZLEŞMEYE”
2004- 2008 Aralık
Ebru Delice
Kayıt Tarihi : 23.12.2008 14:35:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Birol Hepgüler
Bir gün geliyor dudaklarımızdan hiç olmadığımız ciddilikte dökülüyor 'sen hayatımda yoksun artık'sözcükler.Afallayıp kalınıyor.Dediğiniz gibi,kırdığımız için acı yaşasakta içimizde bunu başarmak zorunda olduğumuzu,kabalığın ne demek olduğunu bizde şaşırtarak yaşatıyoruz.Suçlamalar da alıyoruz haksız yere.Çünkü onlar kendi yüzleşmelerini yapma becerilerinden yoksunlar,belki de yaradılışlarından,ya da örneledikleri yaşam felsefesinden.Ve yeni hayata yol alma gücümüze tutunarak çıkıyoruz yola.Hatta yaşamı çıplak gözle tanımaya,acıtmayı öğreniyoruz böylece kendimizi acıtmamak adına..HAyatı belli bir yaştan sonra algılıyoruz böylece..
Yazınızı beğeniyle okudum,listeme alıyorum sayın Ebru Delice..
TÜM YORUMLAR (3)