Yusuf Ter Çocukluğum 1979 Şiiri - Yusuf Ter

Yusuf Ter
776

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Yusuf Ter Çocukluğum 1979

Yusuf TER
1970 yılında Nevşehir’e bağlı Kozaklı’nın İmran

Köyü’nde dünyaya geldim. Öğrenimime ilk okul dördüncü

sınıftan sonra devam edemedim. Babam yurt dışındaydı ve

bizi yanına aldırttı. Çocukluğumu yaşayamadım, kitabımda

çocuklara daha fazla yer ayırdım, çocuk yanım ağır bastı.

İlk şiir kitabımda belirtmiştim: şiir kör insanın

gözüdür. Globlleşen dünyaya çocuklar daha varklı bakıyor,

onların ufuk çizgisi daha farklı yerde, daha ilerde,

büyüklerin görmediklerini görüyorlar, algılıyorlar, buna

inaniyorum.

Teknoloji gelişiyor, teknoloji değişiyor, biz değişiyoruz,

çocuklar değişiyor, gelişiyor, gelecek değişmeye sürekli gebe.

Devinim süreklilik arz ediyor.Klasikleşmiş söylemle; tek şey

yerinde sayıyor, değişmeden yerini koruyor, olduğu yerden

kıpırdamıyor; değişmeyen tek şey, değişimin kendisi oluyor.

Kısıtlı yaşam, olanaksızlıklar, savuruyor insanları.

Savruluyorum ben de köyümden, ülkemden uzaklara;

gurbet diyor, yaban eller diyor insanlar, benzeri tümcelerle

türkü yakıyorlar dinliyorum, anlamlandırmaya, kavramaya

çalışıyorum İsviçre illerinde çocuk bakışımla...

Çocuklar, bizim çocuklarımız, yarınlarımız...

Konuşunca susturulmayan, sevgi cemberiyle kuşatılmış,

şiddeten uzak, kavgasız bir dünyada, paylaşımı özümsemiş

çocuklar...

Kitabıma kısa yaşam öykümü yazmak istedim,

kalemimin ucundan bunlar döküldü. Süpürüp atamadım,

paylaşmak istedim.

ÇOCUKLUĞUM 1979

Köyüm
Çocuktum
Gençliğimi de yaşayamadım
Dokuz yaşında ayrıldım
Gözü yaşlı bıraktık sevenleri
Yılda bir uğrar oldum köyüme
Sohbet kurarım
Köyümün yaşlılarıyla
Gençler kopmuşlar köyümden
Çocuklar
Masal dinleyerek uyuyor
Son günlerde
Masal anlatacak
İhtiyar da kalmamış köyümde
Cenazelerde ağıt yakan
Gözü yaşlı kadınlar kaldı
Gelinlik kızları gurbet düşler
Korkarım bir gün
Yalan olur köyüm benim

Köy:
I
Aklım nasıl erdi bilmem. Bebekken neler gördüğümü hatırlayamam. Büyüklerin anlattıkları, hele benim yaptığım yaramazlıklar... Haddinden fazla ağlamalar, insanı bıktırmalar olmuş. Bebekken kucaktan kucağa zıplatmalar, ara sıra yanaklara ısırıklar değmiş, Gelmediğiz için kucaklara şamar atmışlar, sırtımızdan bağlamalar, yastığa tavuk, cücükler olmuş etrafımda... Ben tos sularken, adımlarımı görmeden dizlerim üzerinde emekleyerek, tozun toprağın içinde, sülük sümük akmış, ağzımıza bulaşık sıvanmış, yanakların yanlarına, dudakların kenarına, nasıl olduğunu bilmeden, siyah bir önlük takılmış yakasız boğazımıza... Elimizde bir siyah çanta, içinde kara kalem, kağıt, silgi, kalem açacağı. Bir okul! Köy meydanında sıra halinde dineldik marş okunurken. Ayakta zor duruyoruz. Bizde çocuğuz. Elimiz kolumuz oynuyor... Ensemde bir şamar hissetim. Okula attığım ilk adımda bu benim yediğim ilk şamardı. Demek ki arkası gelecekti bu şamarların. Koştuk, içeri sıralara oturduk. Üçer ikişer sıkışarak kalabalıktı sınıfımız. Kimler yoktu ki sınıfta? İlk gün oyunlar, tanışmalar, resim ve ad öğrenmeler kendi adlarımızı sayfalarca yazmalar, isimlerimizin yazılışlarını öğrenmek, birden ona kadar saymalar, rakamlarda atlanırsa avucumuzu açardık; açılan avucumuza yaş bir çubukla vururdu! Avuçlarımızın içi ateşe düşmüş gibi inanılmaz bir şekilde yanardı! Parmaklarımızın uçları acırdı. Alfabe öğreniyoruz. A'dan Z'ye şamar, değnek avuçlarımıza, yüzümüze. Çocuğuz; acılar kıvrım, kıvrım içimde hatırladıkça anıları bir tuğla gibi üst üste ördüm!
müzik dersinde elime verdiler cin süpürgesini. 'Al eline hem çal söyle aklına ne geliyorsa' dediler... Başladık keçilerden türküye... 'Benim bir keçim vardı. Dağa çok tırmanırdı. Yol bulmaz keçim benim' diye.
Böyle başlayan bir kafadan uyduruk türküler söylerdim. Ara sırada ünlü türkücülerin türkülerini, Barış Manço’nun 'Dağlar, Dağlar' şarkısını söylerdim yada söyletirlerdi. Öğretmenler, kimi zamanlar dinlerdi, yarım yamalak söylerdim. Kimini başından, kimini ortasından söylermişim türkülerin.
Afişler gelirdi okulumuza. Öğrenmiştim az çok Türkçeyi... Atatürk afişleri asılıyordu duvara. Öğretmenim ilk kez belki de adını duydum, unutmuşum çekici bana ver dedi. Bende gittim çekiç yerine penseyi vermişim. Döşümde bir yumruk hissetim. Elimdeki pense yere düştü, kulağım yukarı çekiliyordu ne olduğunu anlamadan pense ile çekicin ne olduğunu öğrendik. Okul bahçesi örülecekmiş... Yiğit, sağlam, güçlü babayiğit öğrenciler gerekliymiş. Harç karacak, taş toplayacak el
arabasıyla... Kum getirecek öğrenciler gerekliymiş. Sıra halinde dizdiler
bizleri... Bütün sınıftaki kızlar hariç bütün çocuklardan seçtiler. Kızlarda fazla yormamak şartıyla taş taşıttılar. Önlüklerimizde yakası olmayan, soğuk kuyu ayakkabımızla başladık duvarın temelini kazmaya, kürek ile deşmeye...

EMEK

Sabahın ilk ışıkları
Yürür tarlaya
Nasır tutmuş ayaklarım
Ve nasırlı, elleri bekler ekinler
Dallara konan serçeler
Soğuk rüzgar gibi
Yel eserde, ter soğur
Güneş tepemizde akşama kadar
Süzülür Terimiz
Bedende güç kalmaz

Yana ki yürek
Yana ki sevda
Yana ki aşk
Gözler görür
Yürek tutuşur

Toprakta mahsul
Pınarda soğuk su
Susamışım iliğime kadar
Gün dönüyor güneş tepemde
Nasırlı avuçlarımla
Saldırdım pınarın gözüne
İçtim kana, kana
Katlanılır gibi değil ama
Çekilir mi yoksa
Ağustos cehenneminde
Şükür toprak nankörlük etmiyor
İşte bu yüzden
Zor gelmiyor bize Gardaş

Toprakta boy veren başaklar
Bizi bekliyor gardaş
Orakla Tırpan tarihe karışmış
Yerini makineler aldı
Üç aylık işimiz
Üç günde tamamlanır oldu
Gün geceye dönüyor
Eve dönme zamanı
Sofra kurulmuş
Yufka ekmeğiyle
Haydi saldır tarhanaya
Tadına doyum olur mu
Toprak testide soğuk su
Yarın sabaha erteledik işi
Yorulduk
Haydi serilsin döşekler

Yana ki yürek
Yana ki sevda
Yana ki aşk
Gözler görür
Yürek tutuşur

İpler çekildi metrelerce... Düz olacak duvar. Yamuk eğri olursa, vay halinize çocuklar... Korku başlamıştı içimizde. Bir yanda derslerden uzaklaşma, bir yerde de ağır çalışma. Duvar boy vermeye başladı. Bu sırada çok da dayak yedik öğretmenlerden. El arabası kayıverdi, elimden düştü. kaydı çukura... Taş doluydu içi. Bir şamar yedim yüzüme. Ağlayarak koştum evimize... Birde okuldan kaçtığımız için evde de dayak yedik. Yürüyerek geldik okula. Okuldan gittiğim içinde şamar yedik öğretmenden... Yer liman yılında portakal, mandalina, elma, yer fıstığı olurdu poşetler içinde. Gruplar halinde otururduk masalara. Karışmayacak, bir birine özenle seçilmişler. İkram olurdu öğretmenlere. Çocukluk işte... Arkadaşa vermediğimiz zaman yine tokat gelirdi suratımıza. Bağlar uzaktı. Okula koşardık pınarlara, su içmeye. Teneffüsler de geç de kalırdık okula. Su yüzünden kavgalar ederdik. Sırada bekler, sıramızın gelmesini suyu kana, kana içmek için beklerdik. Zil çalmış, okula geç gitmiştik. İçtiğimiz su daha gırtlak ve damak arasında soğuklunu tutuyordu. Ensemizde bir tokat, içtiğimiz su kururdu damağımızda... Büyünce ne olacaksın sorularıyla karşılaştık öğretmenimizden. Sen ne olacaksın dedi bana. Jandarma olacağım öğretmenim dedim. Güzel ama jandarma herkes olur dedi. Bende; Öğretmenim dağlardaki jandarmalardan olacağım dedim. Çok kızmıştı... Sınıftan sınıfa gidiyoruz, ara sırada dayak yiyiyoruz. Okul paydos oldu. Akşam üstüydü. Dört kafadar düştük yola... Evdekilere haber vermeden kasabaya niyet ettik.
Korku, heyecan içinde köyden ayrıldık arkamıza baka, baka. Yedi kilometreydi kasaba. Tarlalar içinde kesekler arasında yata kalka gidiyoruz birileri görecek diye bizi... Susa (asfalt) üzerinde koşarak, yürüyerek, kamyonlar geçerdi uzaklardan. Saklanırdık tarlaların içinde. Görmesinler diye... Üstümüz başımız şık olsun. Kasabaya vardığımızda onun hayaliyle duygular besliyorduk o gün. Hava kararmaya yüz tutmuş ayaklarımızda iskarpin. Benimki farklıydı... Sarı çizme vardı. Yol boyu yürüdük. Onların ayaklarından asfalta... Topukları değdikçe ses çıkıyordu. Benim ayağımdaki sarı çizmeden ses gelmiyordu. Gelmediği için arkadaşlara şikayet etmiştim. Asfalta topuklarımı olduğunca sert vuruyordum ki, ses çıksın. Güzelim şehre tepeden bakıyoruz korka, korka. Aklımızda bin bir türlü fikirler geçiriyor... Kaçırılırsak, bir şey olursa. Köyde ne olup bittiğinden habersiz, biz kasabadaydık. Büyükler oynuyor sokakta, bizler bir hindi gibi kafamızı taş duvarın dibinden çıkarıp, geri çekiliyoruz. Aç, susuz yürüdüğüz yollar ve kasabaya girmemizle, dönmemiz arasında sanırım otuz dakika geçti. Çarşı gömbesi ve cebimizde bir kaç kuruş olan o zaman, çok kıymetli paraydı. Köyde kıyamet kopmuştu. Bizi aramaya başlamışlardı bile çoktan. Minibüsle geldik köye... Değnekler, terlikler, tokatlar, havada uçuşuyordu. Sanki savaş olmuşçasına bağıranlar, dayak atanlar karışmıştı birbirine. Yukarı mahalleden gelen sesler orta mahallede kıyamet kopmuştu bile. Karanlık içinde, aydınlık ışık bir sığınacak yer arıyorduk ama nafile sanki hazır bekliyorlardı bizi dövmek için.

Köyüme Aşığım Dedim

İmranlı’yım dostça geldim
Köyüme aşığım dedim
Bağında üzümler yedim
Köyüme aşığım dedim

Başkadır toprağı taşı
İmranlı’nın yaman kışı
Garip öter oldu kuşu
Köyüme aşığım dedim

Koyuna kuzu kattılar
Yeşilliği yok ettiler
Dağı bağı kuruttular
Köyüme aşığım dedim

Başkadır toprağı taşı
İmranlı’nın yaman kışı
Garip öter oldu kuşu
Köyüme aşığım dedim

Yusuf Ter im İmranlı’dır
Yetiş artık yetiş hidir
Gurbet elde dileğimdir
Köyüme aşığım dedim

İsviçre:
1
Mevsimlerden kıştı. Buram buran kokan bir hava, yağmur yağıyordu kar yerine. Gecenin karanlığında geldiğimiz için, dışarının ve çevrenin nasıl olduğunu bilmiyorduk. Köprü yanı başında, üzerinde kale demir kapılar kalınca üç katlı bir evdi ama dışı kale içi evdi. Güzel bir su sesi vardı... Yanı başımızda akıyordu. Belli ki derindi. Yeşilimsi bir renk vardı suyun yüzünde. Yağmurlar düştükçe su kabarıyordu. Akıntısı düşen yağmurları içine alarak akıp gidiyordu. İlk kez yeşil ormanlarla kaplı kırmızı kiremitli evler görmüştüm. Büyükçe kilise vardı evimizin penceresinden görünen beyaz bir kilise. Demir kapıdan çıkmıyorduk dışarı. Evin önünde küçük bir avlu, orada oynuyoruz. Yol vardı hemen yanında... İleride de tahta köprü vardı. Büyük bir yerdi. Belli kaldığımız yer, kağıt fabrikasının sınırlarının içinde kalıyorduk. İki tane kale şato içinde de bir tane kilise vardı. Bizim oralara, köye benzemiyordu. Yeşilim çam ağaçları, akar suyu çok farklıydı bizim oralardan. Burası İsviçre’ydi... Dili, kültürü, yaşamları, giyimleri, bakışları çok farklıydı buranın. Yeni bir okul, yeni arkadaşlar oldu. Köyümdeki arkadaşlarımdan uzak, köydeki yaşadığım oyunlardan, özgürlüklerden, uzak bir yerdeydim.

Çiğdem Köyümde

Şimdi karlar erimiştir köyümün dağlarında
yeşile bürünmüştür toprakları
kim bilir, pınarlarından
nasılda coşkun akıyordur suları
çiğdemler renklerini saçmıştır doğaya
boz kangallar kıraçların süsü
öksüz oğlan bize bakıyor, incitmeyelim
toprağın bereketi kaçmasın
kuzu kulağı dere kenarında
köy yumurtası kümeste
yufka ekmeğiyle dürüm yapıp
Ürgüp testisinde içeceksin ayranı
Köyün tepesinden
Özlemini çektiğin rüyaya dalacaksın
İmranın kırlarında koşacaksın
Sığır yatağında coşacaksın
Balıklıda özlemini atacaksın
Doğayı İçinde hissedip
yaşadığının tadına varacaksın
Köyde yaşadığın beli olacak…

Ne bağı vardı, ne de çiğdem çalık boz kangalı vardı. Tarlalara gidip kazacağımız elimizde, ne de habbemiz vardı. İşçiler işten çıkardı. Bizim kapının önünden gelip geçerlerdi fabrikaya. Alışmak mı yoksa yaşamak mı? Çocukluğumun bundan sonrası bu köyde, Zwingen de geçecekti. Yıllar içinde, yılları günler içinde, ayları aylar içinde haftaları geride bırakıyorduk. Şato yada kale, içi ev olan evimizden taşındık. Köyün içinden başka bir semte. Fabrikanın önce girişinde kalıyorduk. Şimdi çıkışına taşındık. Burası oraya göre iyiydi. Geniş arazisi, bahçesi, ceviz ağaçları, elma ağaçları vardı. Şato, kale değil, uzun mu uzun bir evdi. Dikine değil, enine uzundu bu ev kömür kazanı ile çalışan ve onunla ısıtıyordu evimizi. Barakaydı... Çok geniş ve odaları vardı içinde. Köyün yokluğunu, buradaki evde bulmuştum sanki. Özgürdük oyun alanı için. Okul uzak kalmıştı bize. Şimdilik bahçemizde her şey vardı, yetişiyordu. Tavuklarımız, keçimiz bile vardı. Betondan oyma kümesimiz vardı. İçinde kalıyorlardı hayvanlar. Köyüm buradaydı, yanımdaydı. Hasretliği yine de aratıyordu eksikliğiyle. Söğüt vardı beş veya yedi tane... İkisi ayrı yerde duruyordu. Salıncak kurmuştuk söğüt dalına. Elime nasıl, nerden geçti bilmiyorum. Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabı vardı. Okuyordum... Okudukça şiire olan duygularım arttı. Bir akşam üstü salınırken elime kağıt kalem aldım. İlk şiirimi yazdım...

Bir Çocuk Vardı

bir çocuk vardı
toprağı deşiyordu elleriyle
deştikçe taşlar çıkıyordu
Bir çocuk vardı
boyu bir eli
boyu kadar deşti, deşti
on dört yıldır
deştiği yer boyu kadardı
hiç değişmemişti
içinde kendini arıyordu....

Not: ilk Şiir’im 1984 İsviçre

Şiir yazdım, sakladım. Kitap okumayı bırakmadım. Resim çizmeye başladım. Karikatür ve doğa resimleri... En çokta Kemal Sunalın
video kasetlerindeki karikatür resimlerini çizerdim. Bazen aynısını bazen değiştirirdim çizimleri kafama göre. Kemal Sunalı yapardım. Çokça boy atmışız. Yaş üstüne yaş basmışız. Taşınmak için başka yer bulmuşuz. Fabrikanın başından çıkışına, anıları bırakarak tren istasyonunun yanına taşınmıştık. Müstakil evdi. Çokça odası, bahçesi, çiftlik vardı yanımızda. Çatı katında kalıyordum. Bir göz odaydı. Bana aitti kitaplar, kasetler, duvara çizmiş olduğum resimler, yazılar vardı. Şiirler, birikmiş resimler, çoğalmış kitapların sayısı artmış, küçük kütüphanem olmuştu...

Doymaya Ömür Yetmez

Irmanın kuyusunun asla o suyu bitmez
İçen bir daha içer doymaya ömür yetmez
Gelen gurbetçi içer içmeden geri gitmez
İçen bir daha içer doymaya ömür yetmez

Köyüme özlemimiz hasrettir bu ellerde
Akar pınarın suyu her yerde hep dillerde
Kana kana içeriz gittiğimiz yerlerde
İçen bir daha içer doymaya ömür yetmez

Garip Yusuf bağrı yanık yanar tüter sılaya
Kuş olurda İçin çeker hasret demde dolaya
Sağ salimken kavuşaydım ela gözlü balaya
İçen bir daha içer doymaya ömür yetmez

Bala: Çocuk
Dola: Yöre

Köy:
II
Sabahın nasıl olduğunu, gecenin gözümüze uyku girmeden nasıl geçtiğini anlamamıştık bile. Sevinç ve gözyaşı dilimizden düşmüyordu. Bir araya gelişte konuştuğumuzda kim en çok dayak yedi? Kim en az dayak yedi? Onun tartışmasını yapar olmuştuk. İçimizde suçlu arar olmuştuk neden niçin. Kasabaya gitmiştik. Kimin aklına uymuştuk ta bunlar başımıza gelmişti. Uzun bir süre konuşmadık arkadaşlarla, küsmüştük bir birlerimize. Büyük kelt, küçük kelt, çatal pınarı, sığır yatağı, seki tarla, canavar yuva, Eşek kayası, Meryem kaçağı, balıklı köyün üç yerinde kalpak kaya vardı. Başında sanki şapka takılıydı kayaların... Büyük kelt'de çayırlık vardı. Kasabamıza su buradan gidiyordu. Kuyu vurmuşlardı okula. Buraya yaz ayında pikniğe gelirdik. Eğlenir, resim yapar, körebe, saklambaç, mendil saklama, birdir bir, top oynardık azları kırlarda. Küçük kelt'de bizim köye ve halaka köyüne buradan su giderdi. Küçük su birikintisi göl yapmıştı. Balıklar vardı içinde. Çatal pınarında birleşiyordu. Büyük kelt ile Küçük Kelt' in suyu, dere kenarlarında mutlaka pınar olurdu. Balıklıya kadar su çoğalır, balıklar da büyük olurdu. Su yılanları, kurbağalar, Sülük süyenler, yosunlar arasında yerlerini alırlardı malların (sığırlar) . Sığırların toplandığı yer sığır yatağıydı. Bir nevi dinlenme tesisi gibi... Bütün mallar orada toplanır, oradan yaylıma giderlerdi. Aynı yerde köye dağılmadan önce yine orada toplanıp evlerin ahırlarına dağılırlardı. Köyün belirli dışında çardaklar vardı. Orası da koyunlar için toplanma ve gölgelenme yeriydi. Koyun sürüleri geceleri yazıda yatar, evlere gelmezdi. Kırlara kuzu ile koyunu bir araya getirirlerdi emişsinler diye.

Köyüm Köyüm

Temhirinin tepesine çıkınca
Balıklıya doğru şöyle bakınca
Büyük kelden güzel seyri akınca
Küçük kelde balıkları görmeli

Eşek kayasında korucu bektir
Çatar pınarın da pınarlar çoktur
Bağlarında yeşil üzümler yoktur
Kıraç bozkırlara koyun sürmeli

Höyüğün başında tikenler biter
Erciyes uzaktan içini döker
Yazlak düzlüğünde yorgunluk çöker
Görüp de sılaya ömür vermeli

Yusuf’um anılar yaşatır insanı
Ebeler dedeler özletir vatanı
Yanar bağrımız gurbet ellerde
Benim köyüm yine de güzel

Sağıldıktan sonra cıvıl cıvıl sesler, kalabalık bir nüfus çoğunluğuna sahipti köyümüz. Seki tarladaki bağların üzümü ve elma ağaçları farklı olurdu. Diğer bağlara göre iğde ağaçları, armut, kiraz ağaçları vardı bu bağda. Toprak belemenin, ışkın toplamanın, üzüm yapraklarının özenle koparıldığı mevsimlerdi. Seki tarlanın yukarısında canavar yuva dediğimiz kayadan oyma yer vardı. Belli ki zamanında orada canavarlar kalmış, sığınma alanlarıymıştı orası. Uçuk vardı. Birde kızıl rengi, hafif kil karışımı, yanar dağ lavın akıntısını andıran görünümü vardı.
Üst yamaçlarda höyükler vardı. Toprak birikintisi küçük dağları andıran, bunlarda köyün dışından çevreye ayrı bir güzellik veriyordu. Eşek kayası büyük kayaların siyah renkte ve çalılarla kaplı çevresi, içinde yılanların en çok olduğu yerdir. Üstü düz bir çevreye sahip Meryem kaçağı, kasabaya giden kısa yolda, büyük geniş arazili tarlaların olduğu yer ve büyük birde kuyu vardır. Sanırım zamanın birinde o kuyuda Meryem’i kaçıran kişi saklamış. Ondan ileri geliyor Meryem kaçağı... Balıklı suyun akıntısıyla kamışların çayırlık bir meydanın olduğu ve Söğüt dallarının seyrek aşağılarda ki köye giden istikametin adı balıklı. Köyün tarım alanını sağlayan belli bir ölçüde yere sahip bir yer Kalpak kaya, üç tane köyün öyle bir yerlerindeki, ortadaki her iki kayayı görüyordu...

EŞEK KAYASI İMRAN KÖYÜ

Parselleyip bütün köyü böldüler
Yakıp bağları da geri döndüler
Eşek kayasında neler gördüler
Köyümün kıymetin bilmeyen beyler

Yer altı kaynağın hep kuruttular
Köy de yaşayan mı var? unuttular
Büyük lokmaları onlar yuttular
Köyümün kıymetin bilmeyen beyler

Taş üstünde onlar taş koymadılar
Yediler içtiler hiç doymadılar
Yükselen sesleri hiç duymadılar
Köyümün kıymetin bilmeyen beyler

Hani yaprak açan yeşil fidanlar
Yeşilin değerin anlayan anlar
Böyle gitmez köyümde ki insanlar
Köyümün kıymetin bilmeyen beyler

Emekçi Yusuf ağlasa köyüne
Köylüm neden bakmıyor ki önüne
Karanlıktan çıkmaz aydın gününe
Köyümün kıymetin bilmeyen beyler

İsviçre:
2
Okul bitmiş iş hayatına başlamıştık. Bir fabrikada çalışmanın ayaklar üzerine dinelmenin zorlu koşullarında bir şeyler üretmek çocukluk bitmiş, yeni bir hayat, dünya kuruluyor böylece. Kopmuştuk çocukluktan tadını bile alamadan gelmiştik gurbete. Kır gülünü koparsın yerine diktiğinde tutmaz yavaş yavaş solar. Ayrılın uzaklardaki bir ay ışığının yansıması gibi. Onu görünce köyde de ay böyle mi görülüyor heyecanıyla saatlerce aya bakardım. Ay orda çok yakındı bana. Neden uzak şimdi? Gitgide uzaklaşıyor. Acı bir duygu kapladı yüreğimi hasretle. Her yıl dopdolu geçen yerde, çok sevdiğimiz dedemizi kayıp etmiştik. Bende çok derin izler bıraktı
halen onun bize olan sevgi dolu bakışları gözlerimin önünde baktığımda bir film şeridi olmuştu. Makarada sarılı canlanırken gözlerimde, sap samanı koşardı at arabasına. Ana, dut, dirgen, orak, tırpan düşmezdi elinden. Çalışmayı, üretmeyi çok seven biriydi. Tarlalarla sanki oynuyordu.

Gençlik Nerede Şimdi

gurbet seninle döndü
nice ocaklar söndü
umur boynuma bindi
gençlik nerede şimdi

gurbet elde kuş olduk
hep gözleri yaş olduk
biz feleğe tuş olduk
gençlik nerede şimdi

kavim gardaşım vardı
ekip biçtiğim kardı
yaşım kemale erdi
gençlik nerede şimdi

ben göçtüm siz göçmeyin
gurbet suyu içmeyin
sılanızdan geçmeyin
gençlik nerede şimdi

gönlüm özlem doluyor
beni derde buluyor
hep derdim çoğalıyor
gençlik nerede şimdi

özde yürek kanıyor
gözde yaşam donuyor
ömür kağıt, yanıyor
gençlik nerede şimdi

saçlarımda bu aklar
koca bir ömür saklar
özlem resmimi koklar
gençlik nerede şimdi

Yusuf der farkındayım
feleğin çarkındayım
yarın da kırkındayım
gençlik nerede şimdi

Toprakla ara sıra kıratını çok döverdi. Kırat inatlaşınca bayırda ayçiçekleri ekili olurdu. Tarlalara traktörün ön tekeri kadar büyük, başları iri iri çekirdekleri olurdu. Ekin olurdu. İçine girildiğinde, insan kaybolurdu. İçinde böyle verimli tarlalar vardı. Köyde dedemden ayrılınca her şey bitmişti. Gözümde toprağın tadı yoktu. Bağlar yeşermiyordu, budanmıyordu, belenmiyordu. Bağ, dağ olmuştu dedemin ölümüyle. Bende yoncalar, ekinler, saplar ekilip biçilmeyecek, toplanmayacaktı. İşin kolayı bulunmuştu. İcraya vermek toprakları. Kim senin gözün gibi bakabilirdi toprağına? Kim senin gibi gübresini atabilirdi? Kim sap saman toplayıp, at arabasına vurabilirdi? Kışın pekmez ile kar’ı sana getiremiyorum. Köyümüzün yamaçlarından cingile her kış, senin kar isteyip benden, pekmezle karıştırıp kaşıklardık. Kar'ın tadı da yok. Mevsimleri olmadı
gibi...

Yaş Oldu Otuz Altı

yaş oldu otuz altı
ne çabuk geçti yıllar
geri kalanlar saltı
ne çabuk geçti yıllar

heyecan var içimde
zorlanırım seçimde
ak bile var saçımda
ne çabuk geçti yıllar

Yusuf’um bak yaşama
daha bu ilk aşama
bir yanımız taş ama
ne çabuk geçti yıllar

Yamaç bağlar, üzüm salkımları iri iri olurdu. Onu bellemek, toprağın altını üstüne getirmek, yumuşaksa toprak zaman nasıl geçer? bilemezsin. Önce belleme yarışı başlardı. Sen bu adar belledin, ben bu kadar belledim sertleşmiş toprakları... Belleyemediğimiz zaman büyükleri, yetişkinleri, çağırırdık. Bağ budama zamanı, bağların cıbıklarını toplar, onu ambalajlar, cıbığın kendisiyle bağlardık. At arabasına yükler, köye kadar arkasından bizde koşarak giderdik. O günün işleri bitince çok tatlı, zevkli olurdu. Belki de o zamanlar bunun kıymetini bilemedik ama geçmişte yaşadığım olaylar, şimdi büyük bir yara bırakıyor. Zamanı geri getiremiyorsun. Eski şeyleri yeniden yaşama olanağı yok! ! !

Ey Renksiz Dünya

Ey renksiz dünya
Düşünüyorum da
Toy iki kısrağı olan
Dört tekerlekli bir arabasın
Elimde, işlemeli ceviz ağacından kırbaç
Püsküller sallanacak ucundan

Atacağım duttan dirgenleri
Oturacağım üzerine
Deh, deh diyerek
Dizginlerini bir sağa, bir sola çekeceğim
Kırbaç elimde sallayarak

Durup akan pınar yanına
İçeceğim suyundan
Avuç avuç, kana kana
Avuçlarımdan döküle döküle
Sileceğim ağzımı elimin tersiyle
Yıkacağım yan tarafa başımdaki şapkayı
Ohh diyeceğim
Hafiften bir rüzgâr esecek
Sap taneleri uçuşacak havada

Düvenle sürmek için
Dökeceğim harman yerinde
Kırbaç elimde sallayarak
Deh, deh diyeceğim
Ey renksiz dünya
Düşünüyorum da
Seni böyle renklendireceğim…

Duygularımın tercümanı şiirler oldu. Yazdım... Uzaklaştırmak, düşündürmek... İyiye mi, kötüye mi gidiyoruz? Hayal dünyasında, hayallerimizi çalanlarla bir hesaplaşmamı bu...?

Gurbet Eli Mekan Tutma

Gurbet eli mekân tutma
Gel Yusuf’um köye gidek
El kahrı çekilmez oldu
Gel Demet’im köye gidek

Tak etti cana çekilen
Yeşermez bur da dikilen
Toplanmaz elden dökülen
Gel Cemal’im köye gidek

Dağlanmasın gayri yürek
Hasreti gidermek gerek
Çantanı al gel gülerek
Gel Soner’im köye gidek

Kan ağlıyor gözlerimiz
Dayanmıyor yüreğimiz
Köyde tandır çöreğimiz
Gel Taner’im köye gidek

Ne güzeldir soğuk suyu
Baş tacı halkının huyu
Serin serin yerde uyu
Gel Mehmet’im köye gidek

Yakalım dağda ateşi
Köyümüzün yok bir eşi
Özlemişim kurdu kuşu
Gel Cihan’ım köye gidek

1979 yılında adım attığım ülkede çocuk, emekleyerek büyüdüğü gibi, bende halen bir çocuk ruhuyla emekliyorum. Yaşamakta olduğum, kopamadığımız, bağlandığımız, ikinci yaşadığım memleketim gözümde... Garibiz. Garip olarak yaşayacağız. Son sözleri bu şiirle bitireyim.

Garip Yusuf

Hal bilmez eline bakar
Kendi mecrasında akar
Kendi yüreğini yakar
Ele bakar bakar durur

Gurbet elde garip Yusuf
Gam derdini çeker durur
Ne bir işte ne bir vasıf
Göz yaşını döker durur

Not: İki bin altıda kıyıda köşede kalan yeşilliği de yaktılar, çocukluğumuz böyle geçti geçerken de yaş başını aldı gidiyor …

Köyüm Alev Alev

Aylı'dan yaktılar bağlarımızı
Alevler sardı tüm dağlarımızı
Köylüm gece uykusunda uyurken
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

Bağımızın, dağımızın havası
Renk, renk çiçek açar idi ovası
Yandı şimdi kuşlarının yuvası
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

Seni zalim, yeşilimi kül ettin
Bağımızı, dağımızı kel ettin
Üzüm veren bağı kuru dal ettin
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

Ne istedin alın teri hasattan
Fitne doğar senin gibi fesattan
Lanet olsun senin gibi cesetten
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

İnsan sanıp sıfatına aldandım
Yaktığın yeşille sanki ben yandım
Senin adını lanet ile andım
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

Tanık oldu puştluğuna çağımız
Mazilerde kaldı yeşil bağımız
Sana inat yeşerecek dağımız
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

Garip Yusuf küfürlerim yakana
Utanmadan karşısında bakana
Bu utancın doruğuna çıkana
Bre zalim nasıl kıydın yeşile?

Yusuf Ter 27.09.2007
saat 22:10 İsviçre

Yusuf Ter
Kayıt Tarihi : 27.9.2007 23:15:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Turan Celiker
    Turan Celiker

    Tebrikler yusuf harika mükemmel ellerin yüregin dert görmesin ilhamın bol kalemin daim olsun şair Turan çeliker

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Yusuf Ter