gitmek; dağlara açılan eskil bir kapı eşiğidir, bilesin
gitmek, “mai ve siyah” * bozkırın kendine yürüyüşü
aslında çiçekleriyle donup kalmasıdır
ulu bir çınarın
böyle buz tuttum
böyle düştüm ben şeddatın kuyusuna
Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın,
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Devamını Oku
Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın,
Öylesine yıktın ki bütün inançlarımı;
Beni bensiz bıraktın; beni sensiz bıraktın.
Son iki dize müthişti sevgili Çiçek...tamamlamasalar da birbirini,yine de bakarlar birbirine...bazen oldukLarı gibi görürler kendilerini,bazen paramparça..bazen de kaybolur görüntüleri...hani güneşteki karadeliği vardır ya,işte orası gibi,yutulurlar...belki de Aşkın Peşinde koşmaktır bu...
Neyse,evet güzel bir şiir okudum diyerek kutluyorum sizi...selamlarıma...
KOVAN MESELİ isimli şiire yazdığım yorumu ait olduğu yerden okuyabilirsiniz, değerli arkadaşlar.
Sevgiler...
Eskil:antik
Şeddat: lugatte şiddet uygulayan anlamına tetabuk etmekle birlikte ,Şiirin işaret ettiği ıstılahta ,Âd kavminin zâlim hükümdarlarından Şeddâdın, Ürdün'ün îmârı sırasında kazdırdığı ağzı dar, dibi geniş olan kuyuya telmih yapılmıştır ki Hz Yusuf dahi kardeşlerince bu kuyuya atılmıştı
Sarı sabır otu: aleo vera denilen ot olmakla birlikte Şair ,bitkinin adıgeçen sabır sıfatına tedai yapmak istemiş olabilir.
Çok güzel bir şiirdi.
Yürek Ve Ten Masalı
gitmek; dağlara açılan eskil bir kapı eşiğidir, bilesin
gitmek, “mai ve siyah” * bozkırın kendine yürüyüşü
aslında çiçekleriyle donup kalmasıdır
ulu bir çınarın
böyle buz tuttum
böyle düştüm ben şeddatın kuyusuna
ve yatılı bir keder
çıngıraklı yılan gibi çökünce en zarif köşelerime
kalbimi çektim çıkardım
böyle dönüştü gövdem sarı sabır otuna
şimdi kuruyan dallarım
pul pul dökülen aşkın ölüm habercisi gibi dururken göğsümde
kaçıp sığındığım dağlardan bile saklıyorum gözlerimi
susuyorum
ve yağmur aksanıyla konuşan bir aynadan kopup geldiğimi
kurda kuşa söylemeye dilim varmıyor
anlıyorum
bir düşün,
başka bir düşte hayat bulma şansının temelli bittiğini
iki kırık ayna diyorum sadece
“iki kırık ayna,
tamamlamazmış birbirini”**
Temrin/Aralık 2012 Sayı:56
MAVİ HAYALLER
I
Ben sana âşık olmuştum. Bilmem nasıl anlatsam! İşte öylesine… Acayip bir sarhoşluk haliydi, ayılmak muhal…
Belki kumrular anlatabilir, belki çeşmeler, pınarlar… Denizde bir yonga gibi nereye gittiğimi, ne ettiğimi bilmediğim zamanlar… Yalpalayıp duruyordum hayatımın kaldırımlarında… İşte öylesine…
Hani güzel üstüne güzel yüzlerin gelip gelip gittiği… Hani her renk gözün kıvılcımlar çakıp durduğu… Hani bakışın bakışa değdiği anda kalplerde gümbürdemeler başladığı sıralarda… Başım dönüyordu, ruhum dönüyordu, yüreğim dönüyordu… Ser hoş mu hoştu! Nasıl tarif edilir, bilmem ki! Garip bir durum... Bir sancılanış, bir kıvranış… Acılı, buruk… İşte öylesine…
Mavisi masmavi oluyordu denizlerin, aklıma geldiğinde… Gökyüzünden bulutlar kaçışıyor, gözlerim kamaşıyor, gönlüm uçuk mavi oluveriyordu. Maviydi gözlerin. Mavi ki derin… Laciverde kaçan, bela üstüne bela açan… Tam aşk kıvamındaydı hani. Tenin inadına beyaz, bembeyaz…
İşte o yaz… Hani gazeteye gelmiştin… Arkadaşınla alışverişe çıkmıştınız da öylesine bir uğrayıvermiştiniz ya… Görür görmez aklım başımdan gitmişti hani! Bilmem fark edilmiş miydi dışarıdan… Kıpkırmızı oluvermişimdir, duygularımın alabora oluverişinden… Ya da sapsarı kesilivermişimdir, yüreciğimin deli deli çarpmaya başlamasından… Hani kaçırmıştım ya bakışlarımı, o mavi ateşten… Masamın üstünde meşgul olabileceğim bir şeyler aramaya başlamıştım… Ellerimin titrediğinin farkına varınca onları da saklama lüzumu hâsıl olmuştu… Masanın altına, olmayınca ceplerime, rahat edemeyince göğsümde kavuşturup öylece durmayı yeğlemiştim ya put gibi…
Hani baban tanıştırırken ayağa kalkmak istemiştim de sırık gibi dikilmemek için yay gibi kıvrılmıştım, önümü ilikleyerek… Parmaklarım iliği düğmeyi güçlükle bulabilmişti ve kazazede elceğizim o narin, o kar beyazı, o sıcacık elini… O an ölüverseydim keşke! O bir anlık mutlulukla uçmuşken uçuverseydim ötelere!.. Cennetten çalıntı bir andı. Nabzımın çılgın gibi vurduğu, zamanın durduğu… Ah anlatabilsem! Bir anlatabilsem, nasıldı! İşte öylesine…
Sabahın köründe fırlamaya başlamıştım yataktan! “Acaba bugün yine gelecek mi?” diyerek heyecandan! Nasıl tıraş olurdum, nasıl tarardım saçlarımı bir bilsen! Ayakkabımın bir tekini içerde giyerdim, diğerini beş on adım ilerde… İşe gitmek ne kadar da cazip hale gelivermişti! Gazete ne kadar da çekici… Ya o bekleyişrim! Ya o uzadıkça uzayan zaman dilimleri içindeki bekleyişlerim… O cam var ya o cam… Hani kapının yanındaki pencerenin camı… İşte bir o bilir benim o perişan, o kıpır kıpır halimi! Bir de aynalar…
Her akşamüstü ayrı bir hüsrana bürünürdü zaman. Ortam koyu gölgeli… Makam hüzzam… Arkasından iyiden iyiye inerdi akşam… Nihavent bir taksim başlardı Taksim’de… Ben taksimde demlenmeye, ufaktan ufaktan… “Bu nasıl taksimat, Rabbim! Bu nasıl taksim!..” diyerek serpiştirirken… Sileceklerim çalışmaya başlardı kendiliğinden. Damlalar art arda süzülürken kirpiklerimden… Camlarım buğulu, başım dumanlı, gölüm loş… Ruhum hisli, yüreğim sisli, kara bahtım kör talihim isli…
Ben şaşkın ben korkak, ben külliyen kayıplarda… Bazen alıp bazen alamadığım geçimlik ücretle çalışan bir gariban… Sen patron kızı, anasının babasının bir tanecik nazlı prensesi, mızmızı…
Babam öldükten sonra yüklendi geçim derdi omuzlarıma. Kız kardeşimle anacığıma bakmak bana kaldı. Ortaokuldan tasdikname aldım, o yüzden. Boş zamanlarımda matbaada çalışırken… Derken mürekkep kokusu senin gibi girdi kanıma. Çünkü o keskin ve ağır kokuyu ciğerlerime çekmiştim bir kere… Sonra da burada buldum kendimi. Yaza yaza kendimi buldum. Şimdi tekrar kaybettim senin yüzünden. Haydi nereye koyduysan hatırlamaya çalış, ara beni, bul beni, bul da bana getir! Nasıl yitiğim, nasıl naçar ve acınası… Anlatabilsem! Ah bir anlatabilsem! İşte öyle…
Mürekkep solumakla olmuyor bu işte! Edebiyatı hafızlamakla, romanları yutmakla, yüzlerce şiir ezberleyip, hepsini akılda tutmakla olmuyor! Bu öyle büyük, öyle kuru, öyle lanet bir lokma ki çıkarmak da olmuyor, yutmak da olmuyor! Öyle gelip durmuş boğazımda… Aşımda azığımda… Başımda en deli kavak yelleri… Kavak fırtınası… Kasırgası…
Çalışmak zorundaydım. Geçinmek ve geçindirmek kıt kanaat ailemi… Topu topu üç kişiydik ama ev kira, elektrik, su para… Arttıkça artmakta fiyatlar, alım gücü azaldıkça azalmakta… Bir de para koymalıydım birazcık bir tarafa ama nerde!..
Biliyordum olmazdı, olamazdı… Bir hayaldi benim sana ulaşmam. Özel dersler bile versem pazar günlerinde, pazarda limon da satsam… Ne yapsam olmazdı, olmazdı, bu işle, bu gidişte…
Çok geçmedi, bir zengin çocuğu alıp gitti seni de, tüm beklentilerimi de… Çaresiz, nikâhına da düğününe de gittim hem de… Ne tatlı hülyalarım vardı seninle bana dair! Bari kıymetini bilseydi, bilebilseydi, kâfir! İnsanlıktan nasibini alamamış zahir!..
Yine geliyordun gazeteye… Arada bir de olsa görüyordum seni ama o sen sen değil… Göz kapakların şişmiş ağlamaktan, yanakların al al! “Bu ne hal!..” diyordu baban. “Grip olmuşum da…” diyordun. O inanıyor muydu, bilmiyorum ama ben hiç inanmıyordum.
Bir düştü benimkisi… Tam tepeme düştü!.. Senin de tepene düştü, biliyordum. Ben o düşü aylarca hep iyiye yordum ama bu düşüşü hayra yoramıyordum!
“Hayalde gör, düşte gör… Bir kötüye düş de gör!..” diyordu, annem. “Kız kısmı yerini bulamadıysa çok zor!..” Zengini bulabilmiştin ama dengini bulamamıştın işte! Boyuna uygunuydu da huyuna uygunu değildi. Bu yüzden O/nur/lu yüz bu yüz değildi. Güzel başın değildi, susuz kalmış sümbül gibi bükülen… O asi ve mağrur başın yere öyle bir eğildi ki! Tarifi imkânsız!.. İşte öylesine…
***
II
Bir taraftan açık öğrenime başlamıştım. O yıl sondu. Daha fazla durmaya dayanamazdım oralarda. Seni öyle tükenmiş, öyle perişan görmeye katlanamazdım. Kızdım, vurdum kapıyı, bir hiddetle ayrıldım gazeteden!
Oralar çok şey verdi ve geri aldı benden… Sen, kış güneşi gelip gittin… Yerinde ayaz, fırtına bora… En çok da yağmurlar… Dinip dinip yeniden başlayan… Kırk ikindi yağmurları gibi… Onların bile sayısal tarafı vardı. Kaç gün süreceği aşağı yukarı belli... Benimkiyse belirsiz, biteviye… Yaz kış…
Gazeteden elimde yalnız edebiyat kaldı… Yazdıklarım, şiirlerim… Her biri farklı desen… Hepsinde de yalnız sen… Bir/sen…
İstanbul’da geçim zordu. Büyük şehir yedi bitirdi ömrümü! Beni fena yordu! Ufukta memleketimin yolları görünüyordu. Hem kız kardeşim de büyümüştü. Onun da yuva kurması gerekiyordu. Sonrası mı? İki taraflı hüsran… İkiye ayrılan ayna misali… Birleştirilse de tek parça ve kesintisiz bir görüntü vermesi düşünülebilir mi!..
Sen de hissetmiştin ilgimi ve gizlenmesi mümkün olamayan sevgimi… Göz göze gelişlerimiz, bakışmaya, bakışmalarımız sarışmalara, karşılaşmalarımız kararlaştırılmaya dönmüştü giderek. Platon böylesine sevmeyi bilebilmiş miydi bilememişti miydi bilemem ama biz körkütük platonikleşmiştik de kendimizi Platon’da falan hissetmeye başlamıştık. Öyle bir aşk değil miydi bizimkisi? Buruk bir aşk hikâyesi… Bence öylesine…
Bir yüreklerimiz vardı, yüreciklerimiz… Bir de oradan oraya sürülen, sürüklenen bedenlerimiz… Nedenlerimiz ortadaydı, çözümlerimiz düğüm üstüne düğüm, ancak kılıçla çözülebilecek cinsten, kördüğüm…
Sen vardın benim için… Hem yegane hem de evren kadardın! Gittin bir haine, bir zalime vardın!..
Yüreklerimizi içe katladık, bedenlerimizi dışa çevirdik… Baharflarımız, yazlarımızı kışa… Ters yüz ettik kendimizi, harap ettik, mahvettik bir kere! Sen bir yere ben bir yere… Birer bedenden ibaret kaldık, durduk yere…
Yürek başka söyler ten başka… Herkes ben olamaz ki sen olamaz ki! Seninle ben biz olamayız ki başkalarıyla! Bir de ruhlarımız var bizim. Sadece tenden ibaret değil ki insan!
Aylardan nisan… Günlerden gitme zamanı… Eski bir masalın tekrarı yaşanan… Dağlara vurma zamanı… Her şeyi arkada bırakarak yola koyulma vakti… “Mai ve Siyah” yinelenmekte… Biri evlenmekte diğeri terk-i diyar etmekte…
Hani insan araca biner da gaza basar ya bir kez… Güya gitmek, uzaklaşmak, unutmak kararındadır ama hiç de öyle olmaz aslında… Sanki yollardır beri beri gelen, sanki yol kenarındakilerdir geri geri giden… İnsan… Bir kere sevdaya tutulmaya görsün!.. Asırlık koca bir çınar gibi kök salar da oralara, sevdiğinin diyarına, mıhlanır kalır işte benim gibi yüreğiyle! İstanbul’da kalan evimiz barkımız gibi… Mahallemiz, sokağımız… Aşkımız ve anılarımız gibi… Donup kalır gönül orda. Nasıl söylenir! Nasıl izah edilir, bilmem ki! Aynen yüreciğim gibi… Mıh gibi… İşte öyle…
İşte öyle dondum ben de orada, oralarda donup kaldım! Dondum sevgisizlikten, sensizlikten ve seni bir daha hiç görememe kederinden… İşte öyle düştüm ben Yusuf misali körkuyulara! Bir Şeddad’ın gazabına uğradık ikimiz de…
Ben de evlendim memlekette… Sanki yatılı okula gitmişim gibi… Evlilikti evlilik olmasına ama birlik beraberlik, göstermelik… Yatıya kaldı yıllarca bizde keder o günden bu güne kadar hem de… Engerek gibi bir yılan da benim koynuma girdi, boynuma dolandı, başımda yıllandı! Parmağımdaki halka gırtlağıma oturdu, çıkmamacasına! Sıkar ha sıkar!.. Elindeyse çıkar!.. Çocuklar var!
Ne kadar hassas bir ruhum vardı! Ne kadar romantiktim! En zarif yerlerimi o hain talan etti! Unutmaya çalıştım, yapamadım! Kalbimden senin aşkını çıkarıp atamadım! Çıkarıp atabilirdim belki de ama o zaman yaşamanın bir anlamı kalmazdı ki! O kalp ne işe yarardı o zaman! İçindekiyle söküp attım ben de!.. Boş kalan yer de o da kanamakta hâlâ… Fakat yapacak bir şey yok, bundan sonra. Olan oldu, biten bitti, hiçbir şeyin değişeceği yok nasıl olsa!
Sabır sabır ya sabır… Sabrede sabrede sabır taşına döndüm zamanla… Yüreği olmayan, sevmeyen sevilmeyen, kupkuru bir bedenden oluşan bir adam haline geldim. Görsen ki ot gibiyim! Kuru bir sarısabır otu… Ve ot gibi yaşamakta…
Söküp attığım yüreğimdeki aşkım, koca bir çınardı vaktiyle! Şimdi dalları kurumakta, kabukları soyulmakta ve pul pul dökülmekte… Bir zamanlar Azrail gibi dururdu göğsümde! Gümbür gümbür gümbürdetirdi kalbimi!.. İşte o zamanlar, acısına dayanamayıp da kendimi vurduğum dağlara bile bakamaz oldum! Utancımdan onlardan bile kaçırıyorum gözlerimi! Her sabah ümit ve heyecanla uyandığım, yaşama sevinciyle dolu olduğum sabahlarda selamlaştığım ve dertleştiğim, aşk lehçesiyle, İstanbul aksanı ve senin güzelliğinin şivesiyle konuşan ayna, o zamandan beri yağmur lisanıyla konuşmakta…
O aynaya baktığımda benimle beraber sen de yansımaktaydın. Yüzüme karışmaktaydı yüzün… Tek aynada görüntülenen iki kişiydik ve her şeye rağmen mutlu bir çifttik. Şimdi yalnız beni göstermekte… Beni ve yanaklarımdan süzülen yaşları… Senin aksin uzaklarda.. O illerde… O ellerde… O hain ve acımasız ellerde…
Aynalar hep aynı ama o çok mutlu olduğumuz zamanlardan sonra ne çok şey değişti hayatlarımızda! Hepsi de artık gözyaşı yağmurlarının aksanıyla konuşmakta…
Sen benim aynamdın. Ben de senin… Biz hep birbirimize bakardık her fırsatta! Sonra kopup geldim ya buralara! Nasıl söylerim nasıl bir aynadan kopup geldiğimi, dağlara taşlara! Nasıl derim kurtlara kuşlara! Ben koyup geldim seni oralarda, kalbimi de içindekiyle birlikte söküp fırlattım ama bitti dedikçe yeniden bittin içimde… Hem de ayrık otu gibi… Tüm benliğimi bürümüş vaziyette hem de… Bunu kimseye diyemem, söyleyemem! Ne varsa sana ve aşkımıza dair, hepsi içinde… Saklı bende…
“Söyleyemem derdimi… Kimseye…” Derman bulacak değiller ya nasıl olsa!
Düşün! Ne kadar güzel bir düşün katline karar verdik mecburen, birlikte… O öyle bir düştü ki muhteşemdi, görkemliydi, göklerdeydi. Göklerde seyretmekte… Bulutların üstündeydik, hatta Platon’da gibiydik ya hani… Başka düşlerde yaşamamız imkânsız artık. Ne kadar hayal kursak, nafile!..
İkiye ayrılmış yaşantımız. İki parça olmuş bir ayna misali… Ortadan yırtılan bir resim gibi… Sen bir tarafta ben bir tarafta… Bir olumsuz karara kurban gitmişiz! İki farklı hayat kurmuşuz, zoraki! İkisi de birbirinden beter!.. İkimiz de dertli ve derbeder…
Bir çiftken kırıldık, iki tek olduk. Aynı aynanın farklı parçalarına düşmekteyiz, nicedir. Bu zamandan sonra bir araya gelsek de kusursuz ve mutlu bir çift görüntüsü veremeyiz. O lanet çizgiyi, asla silemeyiz!
İşte böyle, hayatım! Mavi ve siyahtan ibaret benim hayatım. Hayatım “Mai ve Siyah” misali…
Mavi sonsuzluk… Mavi gözlerin… Derin mi derin…
Siyahsa, kara bahtım, kör talihim, karayazım!
Oysa benim mavi, masmavi hayallerim vardı.
Onur BİLGE
'süt kokusu duyarız bozkırda /
çayır çekirgeleri /
tarla kuşu /
ve kevenlerin rüzgâr dansında /
savrulur kalp öğrendiğinde /
elmasın
salt elmasla şekillendiğini /
geceleri ağladığını ayçiçeklerinin /
gölgeleri sorarız /
saydam güz ikindisinden /
soprano vurur kuş ötüşleri /
yalın bir aksisedâdır ses /
geçmiş aşkların mahmur seherinden.../...' (Naime Erlaçin)
Kırık aynalarda kaybolan şair yitik elması arıyordur aslında...
Fatih Yavuz güçlü bir şair. Aynaları anlatan Seyit Pelitli de öyle.
Her iki genç dostuma sevgilerimi gönderiyor, içten duygularla tebrik ediyorum.
Çok güzel tamlamalarla ve tanımlarda anlatılan şiirdi. beğeni ile okudum.tam opuan +ant. kutluyorum. selam olsun.
Gidilmesi gerekli yere gidilecek dip not gibi ağaran saçlarımız bize ölümün habercisi aynalar da sesleniyor dünyada uzun uzun tuttuğumuz emellerimizi burada bırakacağız oraya emelleri değil amelleri götüreceğiz
Bu şiir ile ilgili 8 tane yorum bulunmakta