Düşlüyorum seni…
Eski bir Anka Mabedi’nin loş karanlık koridorlarının içinde…
Işık sızan dar oyuklardan, rutubet kokuları, yarım gören gözler, kocaman bir kafa ve yorgun bir yüz, çirkin bir yüzle ben…
Işık huzmeleriyle yüzüne gülen bir mutluluk, hüzünden dönen bir ışık, dağılan sislerin üstünde bir ses olmalı sana gelen…
Dalga dalga olmalı bakışların…
Titrek bir çene,
boğuk bir sesle, sadece merhaba sana gülen…
Karanlıklar çökmeli,
Güneş de batmalı,
yeniden doğmalı, sırtın ısınmalı
ve
rüzgar bir şamar gibi yüzünde patlamalı…
Silkelenmeli başın…
Sevgiyi öğren demeli…
Sevgiyi yeniden öğren gidilmeden…
Yorgunum…
Ölümden öncelikteki yorgunluk…
Gülmek olmalı…
Ölmeden önce çok gülünmeli…
Sevgi sen kokuyor denmeli,
Senden bana gelen mutluluk sen kokuyor…
Hiç bir şeyi yerine koyamadan, sen gibi kokmalı geleceğim…
Bir de, bir de…
Sen olmalıyım…
Sen gibi sen…
Merhaba yeni hayatım…
Sen gibi olmalı içimdeki taş…
Sen gibi… Sevgi…
Hasret zor be güzelim…
Ulaşamıyorsun sadece içinde saklıyorsun…
Yorgunum düşlerde… Yorgunum anılarda…
Bitmez tükenmez bir istek bu, bir şarkıda senli olmak…
Belki de kahredici düş bu ses…
Belki de kahredici düş bu sessizlik…
Kırmızı kalemle yazılmış, bir anı defteri, sanki…
Dar geliyor satırlar, bitmez bu mazi, korku düşü bu, yüzü maskeyle kapatmak.
Ağlamaları gülmelerle örtmek… Kahredici sessizlik bu, yaprakların kuruyuş çıtırtılarını duymak…
Örülüyor içimde bir şeyler,
Uzak bir ses uğulduyor kulaklarımda, kararsızlıkla, kaybolup gelen…
Gidip gelen sesler…
Aracın sol koltuğu boş… Sanki sen oturuyorsun…
Dudakların titrek, için, içinden bir şeyler fırlıyor…
Dar geliyor yollar…
Dar geliyor beynim…
Bir korku çemberi bu alev kaplı…
Ortasında dolanıyorum. Mazi ve sen yanı başımda.
Kahredilesi bir düşünce zinciri…
Gözlerim kararıyor, sanki boğazımdan beynime bir şeyler fırlıyor…
Zorlanıyorum nefes almalara, alışık olmadığım kokular burnumdan zıplıyor beynime…
Radyodan bir ses…
Mutlu musun buralarda…
Beter bir kıskançlık bu, yalnızlıkla gelen kalabalıkları kıskanmak…
Damarlarım zonkluyor… Mor oluyor damar cidarlarım… Kanımın hızı değişiyor.
Ve
alnım uyuşuyor…
Beklentisizlik ve ötesizlik bu bakışların ardına gizlenen…
Gizem yükleniyor bedenime…
Yorgunum…
Dar geliyor bakışlarım…
Belalım…
Dar bakıyorum ve dar dinliyorum bu müziği…
Uzak, çok uzak dağın yamacına çıkarıyor beni…
Kahır…
Ve
hüzün…
Bir hüzzama dönüşüyor… Kulaklarım titreyerek, titreyerek uyuşuyor…
Bir yalnızlık bakışı bu…
Belalım…
Hasreti uzaklardan, daha uzaklara atıyor… Yuvarlanıyorum…
Ve
kimsesizleşiyor sevme, sevilme kelimeleri arasında ki ben yalnız…
Hayat zorluyor…
Zorlanıyorum, bu geçmişle kayıplar adreslerinde ismim dolaşıyor…
Kaybetme korkularına yeniliyorum…
Yenik düşüyorum kalem ucuna…
Kayboluyorum sanki satırlarda… Karşıma ben yalnız gölgesi çıkıyor…
Bakışıyoruz sessiz hüzünlere…
Burası kahır mabedi sanki… İnkalar’dan kalma… Belki de bir sabır sütunu gölgesine sığındığımız yol…
Yorgunum…
Bakışlarım kayıp kentlerin ışıklarını arıyor…
Yalnızlığın yok olduğu kayıplıklar ülkesini arıyorum sanki…
Hayatın zor kapısı bu… Diken ve pırnal dediğimiz alaca acılık…
Yorgun bir beden, yorgun bir ruh ve yorgun bir şarkı tınısı şimdi kulaklarımda kalan…
Belalım…
Sen nerdesin be yar…
Neden hep yorgun şarkılarda ben varım?
Hayat ben varsam var mı demem lazım?
Sanki bir Anka dehlizlerindeyim…
Yarasalar uçuşuyor karanlık köşelerden bana doğru…
Bir gerçeklik kayboluyor… Uzak bir diyar düşlediğim… Uzak bir mabet sanki…
Ve
yok oluşa zincir atan bir ben…
karanlık köşe başlarında, duvar aralarında volta atan,
bir ben…
Bir ben ve
bir ben yalnızlığı…
Hayatı endazeliyorum sanki…
Ölçü birimi yok…
Sadece düşüncelerden çıkan bir fırlayış bu iç dünyaya…
Sevmenin kahır yorgunluğu…
Vedasızlığın kör noktası…
Hayatın kopan zincirleri,
beden titreyişleri yalnızlık çerçevelerinde…
Müziğin ve düşüncenin durduğu an…
İç sızıları harman yerinde rüzgâra bırakılıyor sanki…
Hayatın ölçüsü kaçmış…
Koyu karanlık…
Koyu gölgelik belki de…
Bir yokluk bu kayboluş…
Yorgun bakışlar serpiliyor kesik taşlı sivri tepelere
ve
yüreğim zonkluyor…
Ve kendi kendine tekrar konuştu…
Ve sorguladı kendince…
Neden içimde hâlâ yanıyorsun…
Bak,
deniz mavi suyundan ayrılıp beyaz köpüklerle dolduruyor kendini…
Köpükler maviyi, yeşili, beyaza dönüştürüyor…
Bu farklı bir dönüşüm…
Oysa,
Sen hâlâ neden içimde yanıyorsun…
Yıldız sayıyorum tan şafağına uzanarak…
Kayan yıldızlar sönüyor gözlerimin önünde…
Hayatımın kayışı ve sönüşü uçuşuyor koyu maviliklerde…
Bir güneş doğsa…
Yüzüm soğusa ilk ışıkları ile…
Bir sönse içimdeki yanmalar…
Bir bitse, kurusa avuç içlerimdeki terler…
Bir kurtarsam hilâlden çıkan aydan gözlerimi…
Şafak durulsa gözlerimde…
Güneş yüzümde soğusa…
Sen neden hâlâ içimde yanıyorsun?
Niçin hâlâ içinde yanıyorum?
Öfkelerimle düşününce seni,
yalnızlığım gelir aklıma…
Bir yalnızlık düşünceleri,
sarar içimi…
Daha da yalnızlaşırım…
Kan çıkar bedenimin yüzeyine…
Unutma hissi kaplar içimi…
Bedenimin bütün kırıkları,
canımı acıtır,
inleyinceye kadar…
Nefes almalarım,
ritmini değiştirir…
Bir senlilik oturur çene altıma…
Ve
acılarım dönüşür,
nefes alma zorluklarıma…
Neden sen hâlâ içimde yanıyorsun?
Neden ben hâlâ içinde yanıyorum?
Bu yangın başka bir yangın yar…
Bir başka acıyor insanın içi…
Unutmazlık bu…
Toprağa dikilen,
serpilen tohum…
Filizleri yokluklar pazarlarında…
Bir bıkkınlık…
Bir bezginlik bu…
Titrek nefes almalara zorluyor…
Hasret hiç bitmeyecek mi yar…
Hasretin, ta, uzak hasretlere atıyor beni…
Perişanlık bu acınacak hal…
Sen yokluğa baktığım bir pencerede bırakıyorsun beni…
Söyle kaç an ömrümüz kaldı,
bari onu bir düşün…
Sevginin bıraktığı,
bir acizlik bu…
Ne yaptın bana be yar?
Ne yaptın da çökerttin diz üstü…
Bir sırt ver bana…
Yarınlardan bir haber ver bana be yar…
Sözün sonu gibi geldi bana,
bu nefes…
Sahi,
niçin hâlâ içimde yanıyorsun?
Can yanınca canının yandığını söyler can yakana insan…
İzmir- Çeşme
Mustafa Yılmaz 4Kayıt Tarihi : 20.7.2009 09:17:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!