Yukarıda mahsur (bk öykü) Şiiri - Akın Akça

Akın Akça
1865

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yukarıda mahsur (bk öykü)

ı. A. ŞEHİRDEN YUKARIDA, DAĞDA…
ı. B. GAİBE UYANIŞ
Iı. A. ÖÇ AYNASI
Iı. B. (ANONİM KESİK)
Iıı. A. SAN ANDREAS
Iıı. B. DESIDAE (DIES IRAE ve BİR VANTROLOG KUKLASI)

ıA.

Arabadan indi, uyandıktan hemen sonra, kısa bir zamanda uykuda topladığı enerjisinin verdiği güçle ayılarak şiddetle kapıyı çarptı. Dışarısı içeride göründüğünden daha karanlıktı sanki. Bu zifiri havada, üç dört metre önünü bile zor seçebiliyordu. Bir de, her tarafı sis basmıştı, ama durmasının asıl nedeni olan otomobildeki sorun için bir yerlerden yardım bulmalıydı.
Fazla uzaklaşmadan döndü gene oturdu. Radyoyu açtı ve kanalları karıştırmaya başladı; güzel bir müzik çıkınca, geriye yaslanıp biraz rahatlamıştı. Gözlerini kapattı, ve hayatta neler yaptığını düşünmeye başladı. Neler yapıyordu gerçekten bu yeryüzünde; tüm o geçirdikleri, gün gelip bir gün sona mı erecekti? Sona mı erecekti, ve çabalaması ve sevdiğinin de çabalaması için olasılık kumpanyası da mı sona erecekti? Hayır belki artık her şeye sahip değildi ve zaman da ilerler, her geçen yıl artık ona yaşlandığına dikkati çekmeye başlar gibiydi. Otuzlu yaşları henüz yeni geçmiş olmasına rağmen çocukken hiç buralara ulaşacağını bilemezdi.
“Ölsek nooluruz; ne hatırlarız, ne biliriz? ” diye içinden geçirdi. Çevreyi saran karanlık ve duman tabakası, sanki onun da düşüncelerini yalpalatmaya başlamıştı. Birden dışarı fırladı, bağırmaya başladı: “Kimden korkuyorsunuz ki! ? ...” Sanki böyle küçük patlamalar, insana geri dönüşünü geri iletir diye düşünüyordu belki. Sıkı bir gönül ilişkisi geçirmiş olmasının getirdiği etkiler onda halteri kaldıranda kanın daha bir pompalanmasını sonucunu doğuruyordu hala ve gene de zor zapdettiği düşünceleri, bir an önce mevsimlerin hızlı kesiştiği gibi sezilişlerin egemenliğinden çıkmalıydı. Bu diyardan… ‘Bir an önce buradan çıkmalıyım, ama nasıl? ’ diye düşünürken sisin daha ağırlaşmakta olduğunu fark ederek, sıkıntıyla karışık biraz da ürktü, ve tekrar içeri girdi. Otomatikten kapıları kilitledi.

ıB.

Kaç saat uyumuştu acaba? Biraz kestirmek üzere kapamış gözlerini, ancak dalmış gitmişti aynen. ‘Burada böyle kaldıkça, yapacak fazla şey de yok…’ “Uyu bebek uyu, uyu bebek uyu; annen biberon getirecek, gelmezse aşağıda var nehir için, nehir için var kuyu…”: Daha çocukken öğrendiği şimdi gevelediği bu zamanla ironikleşen küçük masalsı şarkı, hayattan ve özellikle aşktan neler neler öğrenmişti; acaba gerçekten öğrenen o muydu? … ‘Sanki zamanın kendisinin masalın kendisi olduğu bana benden bir yabancılaşma. İkisi benle uyumlu olsa, belki de yabancılaşma hiç olmayacak.’ diye düşündü…
Bu zaman zarfında açık kalmış olan radyoya dikkat kesilerek kendine içten içe sinirlendi. Arabanın aküsü bitmeden hemen kapamalıydı. Yeltenecek oldu, ama konuşan adamın ses tonu dikkat çekiciydi:

........
-İnsanlar, yapılarına ve sergiledikleri tutumlara göre, öldüklerinde belli bir oranda kendilerini hatırlarlar. Yeryüzündeyken ne kadar iyi ve ne kadar kötü olmuş olurlarsa olsunlar, öldükten sonra, belli bir süre için, başkalarını hatırlamak yoktur. Ve bu kastettiğim zaman, tabi ki burada algılanan zaman değil. İnsan kendiyle baş başa, bir uykuya girer orda, güç toplayıp geri dönmek için… Yani unutmak yok aslında. Ama rahatlamak, belli bir süre için, var…
Ve, burada yeryüzünde, hatırladıklarını sonradan unutmaya çalışanlar, onlar buraya koridordan öteye, geldiklerinde, kendileriyle baş başa kalmak için can atar hale gelecekler şüphesiz.
-Neresi orası? diyerek merakına engel olamadan sordu programa radyodan katılan bir dinleyici.
-Dışarısının sonsuz ufuk gibi uzandığı ama aslında olmadığı bir yer de, ki bu sonsuzluktan kastettiğim buradaki gördüğün ufuksuzluğa pek benzemez. Bir otobüs yolculuğunda olacaksın. Şimdi kendini yolcu görsen de, ve her ne kadar sana orda kendinle baş başa kalacaksın daha çok desem de, oraya buradan giden bir ara kavşakta da yolculuk yapmayacaksın demek değil bu. Yine de, eklemeliyim, bu ara kavşak, demin dediğim aslında bulunmayan bir ileri tip olasılıkların sonsuz ufukları’na benziyor, o ‘dışarı’ya benziyor

Bu, ne programıydı böyle, kimdi acaba bu adam? Göstergeye baktı, ışıklar saçan radyo frekansı gidip gidip geliyordu. Görmeye çalıştı ama yarım yamalak okuyabildi. Pek radyo dinlediği söylenemezdi, zaten adamı da tvden ya da ordan buradan, çıkartamadı. Neyse, uğraşsa bulabilirdi… İçgüdüyle ürkülen ve kilitlenilen bir hedefe kuşlar gibi yan gözle bakar gibi bir hal olur da, ama belli belirsiz, zamanın hasbelkader getirdiği bir süreçtir bu ve hissedersin sanki, o gösterge tam olarak çalışıyordur; o da böyle sanmıştı işte, acaba o baktığında mı bu gösterge hareketlenmeye, titreşip durmaya başlamıştı? Çok meraklandı ve sıcakla soğuk bastı bir an.
Dışarı baktı tedirgin tedirgin; sis hala nasılsa öyle, olduğu gibi duruyordu. İçli içli ama biraz umarsız, ‘Bu sis acaba ne zaman geçecek? ’ diye düşündü. ‘Geçse de gitsek, ama önce bir tamirci bulmak gerek’. Çekici getirmesi gerekecekti belki… Marşa bir daha bastı ancak nafile. Kilitleri kontrol etti, onlar da hepsi yerli yerindeydi; başlarını bükmüş gömülmüşlerdi, oldukları yere mıhlanmışlardı muti sanki. Halbuki daha önceden de aynı olmaları gerekmez miydi, ve çünkü üstelik Murat kapamıştı onları.

IıA

Sis az biraz dağılmaya yeltenmişti. Gene her tarafı duman basmasını bile göze aldı, üstelik bunu düşündü. Yürümek zor gelecekti -sporcu adama bile- kuşkusuz oturup beklemek en iyisi; ne var ki, çıkıp bir şeyler yapması gerekiyordu. O da iç sesine uydu.Torpido gözünden mağara iç duvarı gibi dış deseni olan derili fenerini kaptığı gibi Çıktı turuncu tofaştan ve gerisin geri yolda yürümeye başladı.
Sanki beyninin içinde hayat boyu dolaşan düşünceler bu anı böyle burada oluşturmuş gibi geliyordu.
“Harekete geç, akın et, hadi! ” diye sesler kafasının içinde her bir yandan bastırırken, uzaktan bir ışık gördü. Sisleri yaran, dağınık gözlerden iki ışık kaynağı seçebildi sonra. Belki de uzunları yakmıştı, bu havada yolda gidebilmek neredeyse imkansızdı. Gelen araba yaklaştıkça, merakı hatta kuşkusu da artmaya başladı. Acaba bu gelen kimdi, gecenin bu vaktinde, böyle sapa bir yükseltide ve bu sislerin altında …
Otomobil yaklaştıkça hızlanmaya süreçlendi; hızlandı, hızlandı, ve son sürat geçti gitti, Murat kendini son anda yana fırlatmayı başarmıştı. Arabanın iç aynası yakalarında çakılı hep o muzaffer ama sessiz denilebilesi ışık yanmış bir kere ve akabinde hemen sönmüştü. Onu yakan el kimindi, bu cellat!
Ölümden kurtulmuş bir halde, bağdaş kurup oturdu orda. Başını iki yana sallayarak, kendince bir şeyler söylenerek, bu dağlık alanda bir çay bahçesi veya benzinlik gibi bir şeyler olamayacağına kanaat getirmesiyle birlikte geri dönmeye karar verdi: ‘Ne lanet olası bir zaman dilimi.’… Saatine baktı; eti kemik geçen olgular, deyim yerindeyse bileğe de uymuştu; saati durmuştu. Ne zaman yaptırsa bozulması kısa sürerdi zaten. Otomobili bozulduğunda, takriben 02:00 suları olmalıydı…

B
Sisin geri manevra almasına izin vermemek için hızlı adımlarla yürüdü arabasına, fakat bu sis o buradayken gitmemeye ant içmişti sanki. Arabanın yanıbaşına varıncaya kadar olan biteni tam göremedi. Şöför mahalli ve yan koltukta kesik izleri vardı, bazı yerler parçalanmış ve koltukların içi dışına çıkmıştı. Çok fena oldu ve hemen kendini yol a attı. Sanki havayı kulaçlıyordu! Kenara düşmesiyle kalkıp tekrar paniklemesi bir oldu. İki yakanın yolun bir kenarına, ormanın içine doğru koşmaya başladı. Sık ağaçlara çarpmamak kolaydı ancak fazla hızlanırsa hızını alamayıp bir iki, üç adım yalpa verip sonra düşebilirdi; can havliyle birlikte dikkatinin de ona yön vermesine çalıştı. Bir an önce buralardan uzaklaşmalıydı.

Iıı.
“Hesapta olmayan olayların çeşitliliği, bize bildik tatlı sürprizleri getirmişti. Gene aynı olsun istiyoruz, kurulu sistemi seçmiyoruz. Ne yapacağı belli olmayan tektonik faaliyetler boy gösterecek, ye r kabuğunun hareketleriyle dalgalanan gazlar açığa çıkacak, çeşitlilik yeniden olağan haliyle baş gösterecek ve içsel ve dışsal çoraklaşmış mavi dünyamıza yaşam serpilecek…”
Hakkaten de o fay hattı bir kez harekete geçse, Amerika fena biçimde çatırdayabilirdi ancak konunun Türkiye’deki alakası neydi acaba? Son yıllarda tuhaf biçimde baş gösteren bir anti milliyetçi yaklaşımı benimsemiş insanlar mıydı bunlar da, acaba neden buraya bu büyük tahta tabelayı dikmişlerdi, bu topraklara? Yoksa amaçları neydi? Ne anlatmak istediklerini merak etti Murat. Bu yazıların ve San Andreas’ın anlamı neydi? Belki de bir tarikatın üyeleriydiler, eskiden yakından bir göktaşı geçecek diye kurulan bir tarikatın ileri saplantılarını haberlerde duymuştu. İlerdeki çalıların dibine kadar sessizce, çömelerek gitti ve biraz daha usulca sokuldu.

Orda ileride bir güruh vardı! Dans eder gibi yürüyorlardı. “Lanet olsun, bir tek bi ayinimiz eksikti! ” diye söylene söylene, çalılardan biraz daha yaklaşmaya çalıştı. Neyse ki sis artık arabanın yanındayken olduğu kadar hiç etkili değildi. Birden, havada bir ıslık sesi duydu, ardından......
Buralarda neler olacağını bilemezdi …

Uyandığında bir aracın içinde arka koltuklarda serili halde buldu kendini. O karanlıkta hemen hiçbir şey seçilmiyordu. Çevrede çıt yoktu, ilk anda: Bazı sesler gelmeye başladı, bağırtılar; ardından da alkış sesleri…
Elleri ve ayakları bağlanmıştı. Bazı sesler duydu. Yüzü gözü bağlı birisi içeri dalıp onu yaka paça çıkarttı ve ileri itekleyip ordaki insanların önüne itti. Murat yere düştükten sonra, aynı adam hızla yaklaşarak onu bağlarından azadetöeye başladı. İplerinin çözülmesine az kala, bir ses çınladı:
-Buyurur musun, biz de yemek yemek üzereydik!
-Sana biraz kaba davranmışlar, farkındayım. Bunun için özür dilerim…

Tanıştı Murat onlarla. Konuşan adam onların başıydı ve olanlar için üzgündü. Herkese genel yaklaşımlarının bu olduğunu anlatmış Semih, önüne bir tas sıcak tarhana koydu. Bu ayaz havada iyi gidecekti… Teşekkür etti.

Anlattılar ne biliyorlarsa her şeyi Murat’a, ya da akıllarında kalanları.
Binlerce yıl önce Kuzey Amerika yerlilerinin mağara duvarlarına resmettiklerini anlattılar; havada çarpışmış iki gemiden biri yere inmek zorunda kalınca, daha sonra, büyük olasılıkla, o yere inenleri merak edip de almaya gelen arkadaşlarını nasıl çizdiklerini -iki aracın da resminin duvarlara kazındığını, Death Valley’de… Fransa’da, M.Ö. 17.000-15.000 arasında ‘Le Cabrerets’ yakınlarında Pech Merle mağrası’ndaki resmi anlattılar; resmedilen, bu vahşi hayatı anlatan manzarada, fincan tabağına yakın cisimler olduğunu kastettiler
Hemen yanıbaşında oturan Semih, bir çember halinde bu insan grubunun çevrelediği ateş başında tepede iyice kızarmıştı, alevlerin kırmızı ve sarısı onu gecenin içinde iyice aydınlatıyordu –fenerin, gecenin ayazında, eğlenmek için yüze aşağıdan tutulup arkadaşın korkutulmaya çalışılmasındaki gibi:
- O Fransa’daki resim için dediğim cisimler, temayla uyumsuzdu; yani öyle olduğunu sanıyoruz. Hem küçüktürler de resimdeki aksettirilen diğer objelere göre.
Murat onun bu lafının ardından sorularını artık sıralamaya başladı:
“M.Ö. Özbekistan Fergana’daki ufo ve onun iniş ateşi; Lolladoff Nepal’de bulunan 4000 yıllık taş tabaktaki disk ve uzaylı şekli; Ve Peru’da bebek gibi ışıldayan o şekiller, Toro Muerto’daki o 12 ila 14 bin yıllık şekiller, tüm bu mağara resimleri gerçeği mi anlatıyor diyorsun? ”
Heveslice devam eden Semih:
-Evet dedi
-İyi öğrenmişsin, anlattıklarım az buçuk aklında kalmış. Bu dediklerin gerçek. Ve daha önce dediğim gibi, örnekler çoğaltılabilir… Mesela mağara resimlerini bırakarak tarihe eğilecek olursak, Ekvator, Fransa ve Sümer’i de hatırlayalım: Nibiru ve X gezegeni’ne değinmeden, hemen şunu diyebilirim ki; kartal kanadı gibi tasvir edilmiş bir düzlemin üzerinde bir kişi uçuyor ve diğer bir şekilde de kral veya yüksek rütbeli olduğu anlaşılan emrindeki iki kişiye bir şeyler anlatıyor, ama burada önemli olan o iki adamın arasındaki olgular, orda gezegen gibi dönen şekiller var… Prajnâpârâmita-Suna’ doğu metninde şapkaya benzer iki şekil vardır, ama bunlar havada uçmaktadır ve bunların bir tanesinde de delik gibi pencereler açılmıştır. Romalı tarihçi Julio Obsequens‘ın “Prodigiorum Liber” kitabında, Rönesans Dönemi Roma’sında çizilmiş olan ayrıntılar mevcuttur; sağda gökten bir meşale düşer gibi gözükürken, sol üstten de aynı renk bir yüzüksü ya da midyemsi diyebileceğim köstekli bir saate benzer disk düşer gözükmektedir. 1518-1561’te yaşamış olan Conrad Lycosthenes’in “Prodigiorum Ac Ostentorum Chronicon” adlı kitabında, 1480 Arabistan’ında vuku bulan bir ufo gözlemi gösterilir. Çizimlerde yeşil haki olmuş gibidir……..
“Şimdi onları bırak, yeşilden hakiden kime ne! “
“Bu dediklerin inanılmaz…”
-Roket gibi bir şekildir o, Conrad Lycosthenes’in çizdiği... Unutmadan ekleyeyim, aklıma geldi; Loeser Koleksiyonu’nun bir parçası olan ve Palazzo Vecchio’da asılı olan
Domenico Ghirlondaio ‘nun 15. yüzyıl çağdaşı “Meryem ve Aziz Giovannino” tablosunda, bakana göre Meryem’in sağ omzunun üstünde bir disk görülür. Meryem’in eşiği dibinde bebekler oynaşmaktadır bu resimde bu disk geçerken…
“Bebekleri, yeşili, hakiyi bir türlü bırakmadın. Amma çok konunun dışına çıkıyorsun. Ama bu bilgiler gerçekten inanılmaz…”

Kısa dostluk diyaloglarının ardından, gitmesi gerektiğini hissetti. Hala burada ne yaptıklarını anlayamıyordu, hoş bilmek de istemiyordu.
Burada ne yaptıklarını sormaya çekindi Murat. Bir ricada bulunmaya karar verdi:
“Bana bir araç verebilir misiniz, şu kamyoneti?
önceden başıma sopayla vurup demin beni içine atmış olduğunuzu…”
-Napacaksın gecenin bu vaktinde? Diye cevapladı Semih:
–Sabah olsun öyle gidersin, hem araban da bozulmuştu değil mi senin? Gerekirse ona da çekici çağırırız ya da bir yerden bir yardım buluruz. Hala sis var ve bu karanlıkta yolunu bulamazsın, deli olma…
Murat yolda olanları sormaya niyetlendi:
“Anlayamadığım bir şey var. Ben yürüyüp buralara gelirken, asfalttayken, karşıdan bir araba geliyordu, ve sonra hızlandı, son sürat geçti, eziyordu…
Kendimi kenara attım, ve zaten buralara bu sayede gelmiş oldum, bir yerde, dolaylı olarak. Daha önce ne burada olduğunuzu bilirim, ne de naptığınızı.
Sonra, geri dönmeye karar verdim, otomobilime. Ve işte, dolaylı olarak dedim ya, koltuklar parçalanmış içleri dışlarına çıkartılmıştı!
Kim yapabilir? ”
-Biraz soluk al dostum… Bilmiyorum, bir düşüneyim…
-Hayır, bildiğim kadarıyla buralarda öyle bir deli yok, ya da en azından ben bilmiyorum.
“Ayrıca çok da gariplikler oldu bu gece. Herneysee…
Bir köşeye çekilmek için izin istedi, yorgun ve halsizdi. Ertesi günkü davaya bu halde nasıl gidecekti, üstelik yetişebilecek miydi? Keşke avukat olmuş olmasaydı; daha güzel, serbest bir meslek istemişti hep, mesela ressamlık…
Ona bir uyku tulumu verdiler. Ateşin biraz uzağına doğru sekti ve orayı benimsedi. Sabah olmasına üç saat kadar vardı, en fazla üç buçuk saat kadar…

Iıı. B.

Az üşüyerek kendine geldiği o anda, hemen saatine baktı; ama unutmuştu, saati bozulmuştu. Nerden bakabileceğini düşündüğünde, nedense hemen aklına o yakındaki kamyonet geldi: Nedense aklı diğerlerinin arabalarında Rover’larında değil de, sadece bu kamyonette kalmıştı; bunun sebebinin onu bayıltırken bu araca atmış olmaları olduğunu farzetti. Kendini biraz araçla özdeşleştiren Murat koşarak kapıyı açtı ve saate bakmak için oralarda anahtarı aramaya başladı. Hiçbir şey düşünmeden gelmişti. Acaba kapı neden açıktı, üstelik de anahtar marşta bırakılmıştı. “Hayret! ” diye kafasını tıktıkladı. Hemen marşa bastı, saat 04:47’yi gösteriyordu. Bir saat kadar uyumuş kalmıştı. Sıkıntıyla derin bir iç çekti, ve pelte gibi yığın halinde gene dışarı süzüldü…
Yavaş yavaş kafasını kaldırdı düşüncelice! Kimse yoktu! Herkes gitmiş, ortada yakılan ateşin izleri, taşlar, ve bazı erzak ve eşya kalmıştı.
Arabaya binip buralardan uzaklaşmaya karar verdi. Adımını atmıştı ki, oracıkta bir şeye bastığını anladı, yerde oyuncak gibi bi şey vardı. Bu bir kuklaydı. Dikkatle inceledi, gözleri ilgisini çekti. Kuklanın kıyafetine çentikler atılmıştı; arabasındaki durumu hatırlayarak irkildi, tüyleri bir anda diken diken olmuştu. Kuklayı attı yere; bir an düşündü, geri yere eğilip tekrar aldı onu ve kamyonetin arka koltukları tarafına fırlattı; vakit kaybetmeden direksiyona geçti.

Yavaştan ağaran günün ilk ışıklarında, her şeyin ne kadar tuhaf olabildiğini düşünerek geri dönüş yoluna çıkmıştı artık otoyola. Suudi Arabistan’da sıradan bir vatandaş değildi amma Bozuk arabasının yanından geçerken, durmadı bile; hızla akıp gitti… Ama burada olan şeyleri, ve anlam veremediklerini unutmayacaktı. ‘Geri dönüp, yarım kaldığım yerden devam edeceğim’ diye düşündü. Artık dava mava umrunda değildi, ne var ki kısa da olsa biraz dinlenecekti; soluklanıp geri gelmek için.
Eline aldığı o ilk anda, kuklanın bezden kıyafetinde Desidae diye bir yazı dikkatini çekmişti. O garip kukladan ürkmesinin, buna rağmen onu yanına almasının ona acıması olmadığını sezinleyerek; ancak henüz anlamlandıramadığı saçma bir sebeple, kuklanın kendisini de anlatmadığının bilincinde, onu acaba dönüş yolunda daha neler bekliyordu…

Radyoyu kavradı ve onu açtı; kolu pencerede, rüzgarı hissediyordu. Aklından biraz tempo tutmaya çalıştı. Bir süre sonra artık bir benzinliğe ulaşmıştı; bir kahve ya da çay içmek için sevinerek içeri girdi, ama garsonlara ve belki kasiyere sıcak espiriler falan bu sefer patlatmayacaktı.
Bu sefer yavaş kulaçlıyordu havayı artık, ferahın getirdiği bir iç güven tatlı telaşı tarzıyla; masanın yanlarından geçerken ne istediğini soran garsonu “Bir sıcak çikolatanız varsa, iyi giderdi…’ diye yanıtladı. Garson kız, “pardon, sizi bir yerden tanıyor muyum…” diye sordu; ‘Hayır’ cevabını aldı. ‘… hayır, kukla bebek arabada uyuyor.’ “Anlamadım? ...” dedi kız…
Kukla bebek, arabanın arka koltuklarında ne yapıyordu acaba; dönünce ne bulacağından tam emin değildi.
Ufolar var mıydı, ama görünmemek üzerine. En azından düşünce, belki de geçen gece o arabada uyuklarken zangırdayarak ve saçarak ışıklar, inmişlerdi bile.
Oturdu; pencereden dışarı, sıcak çikolatasını yudumladı… Yavaştan, arabalar yollarda akmaya başlamıştı; hoş, o bir tek yol üzerine bakıyordu ya...

AÇIKLAMALAR:
-
3. bölümün hemen başındaki ‘çift tırnaklılar’ tabelada, 3. bölüm başlangıcında konuya adapte olmuş ‘tabela’ya yazanı aksettiriyor. Yazıdaki diğer tüm çift tırnaklı cümleler Murat’ın ağzından söyledikleri; ‘tek tırnaklılar’ ise, kendine ya da dışarı düşünürken söyledikleri.

Dies Irae:
(3. bölüm b şıkkına ithafen) bir açıklama:
“klasik latin ilahisi başlangıcı. kesinlikle irae ölüyor demek değildir :) . judgement day anlamına gelir. şöyle devam eder.

dies irae, dies illa.
solvet saeclum in favilla
judex ergo cum sedebit
quidquid latet adparebit
nil inultum remanebit.
quid sum miser tunc dicturus?
quem patronum rogaturus?
cum vix justus sit securus.
quid sum miser tunc dicturus?

kıyamet günü, tanrının gazabı
dünyayı eritip kül edecek
tanrı mahkemesini kuracak
bütün sırlar açığa çıkacak
hiçbir şey gizlenemeyecek
zavallı ben ne söylerim o zaman?
kim beni savunacak?
doğru olanlar bile zor kurtulurken
zavallı ben ne söylerim o zaman?

(bkz: requiem) ”
Eksisozluk

Desidae’yi bölüm (bölüm adı) için ben oluşturdum, “dies irae” ile bir ilgisi yok ama “dies irae”yi de “kukla”yı da kapsıyor öyküde…

Ufo bölümleri için arkaplan bilgiler, “siriusufo.org” adresinden şekillendirildi… daha sonra kafamda oluşturarak, öyküye damıttım, ya da öyle sanmaktayım.
bilgilerin resimleri için oraya bakılabilir ya da isteyene bir yahoo grup adresi erebilirim.
sevgiler

Akın Akça
Kayıt Tarihi : 26.9.2007 08:29:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Akın Akça