Şimdi arkama bakıyorum da;
Altmışa yakın geçmişimin yorgunluğunda, hayatın bana öğrettiği garip bir görüş kalıbının patikasından saparakk yürüdüğümü hissedebiliyorum.
Sessizim ama yorgun bir keder var üzerimde.
Geçmişimle kavgalarım hayal hanelerimi tümden kapatmış durumda.
Bana yaşamın tadını hissettirebilecek birşey, duygularımın diplerinde bile yok.
Yorgun bir heykel gibiyim.
Bunu biliyorum.
Ve bir de arkamda bıraktığım ya da unuttuğumu sandığım insanların hafızamda hep aynı hayalde bükülmez bir sertlikte olduğunu.
Çoğu kim bilir neredelerde ve ne yapıyorlardır şimdi?
Mutlu mudurlar? , çocukları, sevgilileri, işleri, evleri var mıdır? Yoksa unuttuklarım çoktan ölmüşler midir?
Yani hayatla ödeşmişler midir?
Ama artık düşünmemeliyim bunları.
Çünkü şimdi önümde yaşlı bir bahçıvanın biçtiğini gördüğüm taze otların, yeşil kokusunun içinden geçerken sanki ruhumun gizli odalarının kapılarının birdenbire açılıverdiğini hissediyorum.
Ve orada bir kahramanım saklı.
Onu anlatmalıyım.
Onu görünce artık ölümden bile korkmadığımı farkediyorum.
Çünkü çoktandır avucumda biriktirdiğim yumuşak, siyah bir kadife gibi elimden akıyor ölüm!
Unutmuştum ölümü..
Şimdi ölüm, hayatın ışıklarına, seslerine, kokularına, renklerine, şarkılarına, şiirlerine o muhteşem sessiz karanlığıyla karşımda duruyor öylesine.
Sevmiyorum yaşamayı.
Verebileceklerini sevmiyorum artık hayatın.
Çünkü verdiklerini sonradan fazlasıyla geri istiyor hayat.
Aynı, çimenleri biçen bu yaşlı bahçıvan gibi.
Sadece bu taze çimen kokusunu seviyorum.
Bir de, bir oyun gibi yaşarken hayatı birden biçilmiş otların rayihasıyla ruhumun gizli odalarının kapılarının birdenbire açılmasını seviyorum.
Şimdi adını unuttuğum bir genç şairin intiharından az önce yazdığı:
“Bir varmış bir yokmuş derler hani:
aşkın küçük sandalı,
hayat ırmağının akıntısına kafa tutabilir mi?
dayanamayıp parçalanacak işte benim gibi sonunda…”
mısralar aklımın içine beton gibi dökülüyor.
Yaşamın faturası ağırlaşmadan, hayata hesap vermeden uçup gidiyor genç şair bu son mısralarını yazarak.
Tıpkı güvercinler gibi.
Ne güzel.!
Bu arada hiç tanımadığın bir adamın sesi benim sesime karışıyor.
“İnsan ölüyorsa acıdan ölür bir gün kendine bir daha uğrayamadığından, koyduğun yerde duramayışından hayatı anlamanın dönüşsüz oluşundan. “ diyor yanımdan hızla geçerken.
Ölümün cismi olsa sanırım tıpatıp bu adama benzerdi.
Sıska, çelimsiz ama doğru söyleyen biri!
Evet doğru.
Çünkü hayat, mutluluk diye verdiklerini hep geri alarak devam ediyor.
Acı veriyor.
Yaşam bana çok acı çektirdi.
Ben acıdan ölmem herhalde,
Çünkü hayatla ödeştim ben.
Ölürse böyle bir genç bir şair acıdan ölür,
Hayatı anlamak için.
Hayatı anlatmak için.
Zevkle, arzuyla ve şehvetle.
Yıllarını hayatın yokluğa karışmış kısımlarında bırakmış benim gibi bir insan sanırım acıdan yaşar, oyunlar, oyuncaklar yapar acısından.
Küçük meleklerin tapınakları gibi gizli odalar inşa eder içinde taş taş üstüne kor gibi acı üstüne acı koyarak.
Geçmişe bazen böyle dönüp bakarım ben.
Geçmişe bu yeşilliklerle akarım ben.
Koparılırken kokarak.
Geçmiş benim bu kapalı odalarımdadır.
Orada acılarım saklıdır.
Ve orada hep böyle bir kahramanım vardır.
Ölüm giyinmiş genç bir şair:!
Ahh keşke onun gibi güzel mısralarla bir ölüme akabilsem ben.
Ömer Faruk GirginKayıt Tarihi : 18.5.2005 18:05:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
