Zordu gidenin ardından bakmak...
Belki de biz hırslarımıza yenik düşmüştük...
Belki de bize pencerelerimizden salona doğru akan ışıklar yetmemişti, alışıktı gözlerimiz bol ışıklı mutluluklara, yetinemiyorduk belki de elimizde olan mutluluklarla...
Belki de çok şey istiyorduk hayattan, yetiklik duygularımızı kaybetmiştik, belki de...
Aslında yaşam o kadar zengindi ki biz avuçlamayı bilemedik, belki de avuçlarımızı birbirimizde tuttuğumuzda belki de aklımızda doyumsuz bir sevginin özlemi vardı...
Oysa sokaklar mutluluklarını kutlayan insanlarla doluydu, bizse belki hırslarımızın peşinde oldukça unuttuk mutluluklarımızla yetinmeyi...
Aslında gerçekler çok farklıydı, sana dair düşündüklerim de, herkesin kendi gerçeği vardı ve senin gerçeklerin bana uymuyordu, sen kendi gerçeklerin ile boğuşurken, benim gerçeğim ise seni hırpalıyordu...
Ne istedik ki,
bir avuç mutlu olmak, bir avuç güneş, bir avuç gülücük ve bir avuçluk yaşam nefesi istedik, vermediler, şimdilerde ise onlar nefes alma zorluklarında biz ise gülümseme çabalarındayız varsın vermesinler, onlar hırslarına mahkum oldular... Sadece başardıkları, hayatımızı biraz zorlaştırmak oldu, biraz dar nefesler aldık ve biraz uykusuz kaldık sabahlara kadar uyuyamadan inledik belki de...
Vermeyenler düşünsün sonlarını...
Varsın vermesinler biz gülme çabasındayız... Dışlanmadan hayattan...
Acaba çok şey mi istendi ki hiç elde edemediklerimizin arasında ne kadar da çok şey var...
Oysa sahip olabileceğimiz çok az anlar vardı mutluluğu içinde tutabileceğimiz, çok az güvenebileceğimiz insan vardı hayatımızda, durmayasıya kaybediyorduk avuçlarımızda tuttuğumuz değerleri, durmayasıya vurgunlaşıyorduk önem verdiklerimizle ve durmayasıya yaralanıyorduk önem verdiğimizle... Hep dağılıyor hep dağıtılıyorduk en güvendiğimizce...
O kadar çok yaklaşıyorduk ki kaybettiklerimizin bitme noktasına, o kadar çok yaklaşıyorduk ki dar nefeslere...
İşte tam o anlardı sabrımızın son an noktaları ve hırslarımızdı aslında baş etken, hırslarımızdı aslında baş edemediğimiz, sen ve ben, evet sevgili sen ve ben, ikimizden biri yeniliyordu hırslarına ve bu ben değildim...
Çünkü kaybetmeyi göze almıştım, çünkü kaybetmeyi öğrenmiştim, ha bir eksiği ha da bir fazlası...
En önemlisi ise sen, en çok önem verdiğimdin...
En çok önem verdiğimdin, en çok değer verdiğimdin ve senin için en çok ağlayan olmuştum...
Derler ya en çok ağladığındır en çok canını yakan, en önemlindir hep canını yakan.
En önemsediğinde olursun en çok yaralanan, en çok sevdiğindir böğrüne topuğunu dayayan ve yılların ardına sen varlığını yok etmek bir o kadar da zor olur bunu öğrendiğinde de bir kez daha şaşkınlığa kaçar hayretli yalvaran gözlerin...
Sen miydin sırtımı, sırtına dayadığım, sen miydin sırtımdan kanatan?
Evet hatalıydım ve evet hırslıydım sana dahil olmakla, hem de çok hırslıydım sana dair aşka dahil olmakla...
Erken bastık bu topraklara ve erken koptuk beraber bastığımız bu sevda topraklarından...
Gerçek bir yaşamımda gerçek bir yaşantımda, acısız, mutlu seslerin arasında gerçeklikle yanımda sen olacaksın diye düşünüyordum, olmadı, sen gerçekliğe ulaşınca, hemen hilenin içinde buldun kendini ve ayrılığın gözyaşlarını akıta akıta basıp gittin her gidenlerden biri olarak, timsah gözyaşları sessizliğinde.
Camın arkasına bakmak çok zor yar çok zor, bir hendek öncesiydi tüm bu kabullenişler, bir karartıydı sona kalan, bir kararsızlıktı yaşama kalan, bakmaktı camın önündeki düşüncelere, vedaya ne kadar zaman vardı bilinmez, az ötesi ise topraktı vazgeçtiğim, sadece bir ön seziydi bu dur o an, o anda, o noktada dediğim, sadece güvenmekti iç sese ve haykırmaktı çilenin belini kırmaya, yoklukla varlık arasına dizilmiş tüm istekler, bir başkalarıydı aslında ipi çekenler, oysa güçlüydü deşilmiş yürek, son can havliydi özleme koşmak, son can havliyle kendine gelmek, zordu hayatın inceldiği yerler, zordu kopması gerekenleri tutmak, zordu gidenin ardından bakmak, bakakalmak, ölüm kadar ağırdı insana...
Ölümden de öte aşk vardı oysa şimdilerde ölüm kadar öne çıkan ayrılık ve riya varmış onu da en iyi sen bilirsin sevgili sen bilirsin...
Mertçe olmalı ölüm hem de sevdiğinin elinden olmalı ki öldürdüğünün bir daha geri
gelemeyeceğini bilmeli insan...
Resme bakıp güzelmiş diye bilmeli insan ölmeden önce en kıyak elbisesini giymeli ki bir daha nasılsa giyilmeyecek demeli insan dedim ya ölüm bile yakışmalı insana hem de kıyak olmalı...
Yüreğe gömülenler ölmezler.
Hep yanında yaşarlar en iyisinden en kötüsüne, en hoyratından en sakinine, en uysalından en asisine, en seveceninden en umarsızına, en vefalısından en unutulacağa, en hak edenden en nankörüne kadar her canlı yüreğe gömüldükten sonra sonsuza sesi iç ses olarak dışarı, ummadığımız zamanda çıkar ortaya, en uygunu ise en anlayışlı olandır, en çok sevenden gayrı, işte o her an senledir, “olur düzelir üzülme yanındayım, atlatırız” derken hep iç ruhu ayakta tutandır ki hiç bir zaman en çok seven ve sevilen o olamamıştır, riya mekanizması devreye girince her düşünce şaşkınlığa uğrar...
Artık seninle ilgili her odayı, her gölbaşı kıyısının, her dağ yamacının, her mahzeni, her girdabın, her tünelin havasını boşu boşuna soluyorum emercesine içime...
Üç beş yılda bir selam ver bari sevgili, selamının alınıp alınmayacağını yüreğime sor...
Bir gün olur, bir gün gelir yalnızlığı özleriz, bir an gelir yalnızlıkla üşüdüğümüzü söyleriz, gün gelir umutsuz kalıp ölüm ötesi düşleri düşünürüz, bir an gelir bize yapılanları hazmedemeyiz küseriz yaşamın tüm nefeslerine ve bir an gelir ki sokaklarda haykırırız onsun yapamıyorum nefessizim diye,
işte o an değil midir adımladığımız köprünün son adımından düşeriz aşağıya...
Yağmur olmuş gözlerimizden düşenler, alev olmuş avuçlarımızı tuttuğumuz anlar, vakitsiz gelmiş son nefesler, asi olmuşuz yaşam saatlerine her gün, bu son çile olsun diye yalvardığımız anlar olmuş o anlar...
Ama saçlarımızın dağıldığı ve şaşkın bakıştığımız bir an olur, ki bu şehir bize dar gelir, bu şehrin tüm yolları bitmez olur adımlamalarımızla, kulvarlarda ışıklar söner, kuytuluklarda aşıklar vardır imrendiğimiz, zamanın eksik kalışına haykırırız umutsuzca ve de çaresizce, yalnızlık şikayetleri ile, göğsümüz sıkışır, daralır, sert nefeslere çıkar anlar, doyumsuz oluruz nefeslere ve ağlamalara atarız kendimizi ki en çaresiz anlardır onlar...
İşte herkesin sevda adına yaşayabildiği hayat gibi hayattı bizimki de bu geceleri hep ağlatan...
Aslında kendi kendimi kemiriyorum, düştüğüm yer bir çıkmaz, bir boşluktu, sadece çırpınıyordum içinde, belki de kendimi veya onu kurtarma çabalarıydı bu ters düşünceler, belime kadar gömülmüştüm anı batağına, sadece debeleniyordum, içimde kemirgen bir hırs vardı yaşama dair, sevmeye dair, sevilmeye dahil, buna umut deniliyordu ama ben bunun köşesinden, ucundan kemirerek, kısaltıyordum umutsuzluğa düşerken, aslında yarınlar vardı, kapısı penceresi sağlam evler gibi hissettiğim, güven duyduğum iç sesim vardı, uzaktan bir ses merhaba ben geldim diyecekti sanki ama kol kola girdiğim korkular vardı geçmişe dahil, işte gelecek zaman bunu örtecekti ve ben yeniden mutlu olacaktım... O ses unutma diyordu sanki bekleyeceksin beni havaalanında...
Belki de sen çok uzak bir ihtimaldin, asla bana uğramazdın, asla yanında olamazdım, bitmeyesiye isteklerim olsa da, sana dair hiç birinin bendeki ağırlığını kaldıramazdın ve sen asla bana gelmezdin, gelemezdin… Çünkü sen ulaşılmazdın, çünkü sen tutuklanamayacak kadar ihtimalsiz bir şanstın ve sen bendeki yanında hiç bir zaman konaklayamazdın, çünkü sen yükseklerdeki kartalların konakladığı tepelerdeydin, sen o konaklardan hep tepeden bakardın aşağıdaki nefes almalara, bitmeyesiye hırsların vardı, tükenmeyesiye arzular peşindeydin ve ben bütün heybetimle sende her geçen gün küçülerek terk edilmeye hazırlanıyordum….
Peki ne oldu da ben senin düştüğünü gördüm? Ben senin kanadığını gördüm ve ağlamaların geceleri ulaşılmaz yüksek tınılara çıktıkça kalabalıklarınla, işte ben o zamanki yalnızlığımdaki acıları taşıyamayarak düştüm, senin düşüşünü görmekle…
Hayat düşenlerle doluydu, hayat tepedekilerle doluydu, bir de hayatın ters tarafı vardı ki hayat diplere düşenlerle doluydu…
Aslında kalabildiğin yer layik olduğun yerdi, işte ben seni boş verip o yerdeyim şimdilerde…
Örselenmiş, ötelenmiş bir yaşama doğru farkındasızlıkla yıkıldığımızda ise artık çok şey değişmişti... Canımız yanmıştı. Canımızı yakmışlardı, metanetle direndikçe, iyice gömüldük adaletin gölgesine, bu kural bozulamazdı, hak eden hak ettiği boşluğa düşecekti...
Çoğu zaman lâl olur diller usta bir kalemden çıkmış üç beş satırlık yazıyla...
Ve kalem başlar haykırmaya ben de kendi kaderimle var olurum der satırların arasından, hem de kahır yüklü bir şileple varım der satırlarda, belki de satırlardır aslında beni tarif eden ki işte o an susmak düşer kaleme...
Bir senin adın olmalı bende bir de güneşin rengi, diğerleri nasıl olsa yok olup kaybolacaklar...
Artık olmam gerekli nokta burasıydı, yaşamın son hızları bu noktadan sonra devam etmeliydi, bu duruştan sonra kaçacak hiçbir yer yoktu. Ne gidecek başka bir yer var, ne de başka bir sevdanın kollarına düşeceğim mecal var artık yüreğimde...
Unutulması gereken o kadar çok yaşam kesiti var ki onların hiçbiri bana hızlı nefesler sağlamıyor artık. Sadece saygı duymam gerekli olan saygın bir sevdaydı omuzlarımdan düşmeyen, ama o sevdanın geldiği nokta ise benim bezginliğim olmuştu... Sadece birçok zamana yapışmış, hayatıma zıpkınlanmış bir ad ve karartılarla dolu bir kalabalık yaşam sonrası üşüdüğüm, acı fenerlerinin yandığı, kısıklaştırılmış ışıklarını saldığı, uzun kış geceleri var artık...
Yaşamın değiştirilemez kuralları vardı aslında ve ben bu kurallar içindeki yaşamımı devam ettirmek için daha çok zorlu uğraşlar verecektim...
Çaresizliğin ucu bucağı var mı diye sorsalar, imkânsız aşkların acısından bahsederdim öncelikle... Yoksa başka türlü anlatılamazdı sevginin özüdür yaşananlar derken...
“Yüreğinde yaşattığın sen olmuştur artık” bitmeyesiye sevgim dediğin...
Sözün kısası sen her şeydin, acıların kaynağı, hasretin senaristi, kahrın aktörü ve sevginin en büyüğünü yaşattığın, sevmeyi öğrendiğim, gülmeleri unutmuşken hatırlatan ve en sonunda gözlerimin hiç kurumamasına sebep olan öfkemsin... Ama hep içimdesin, sende olduğum gibi... Ama her gün biraz daha düşüyorum ve çok üşüyorum artık...
Güçlüler de düşer sevgili, güçlüler de düşer bunu en iyi sen bilirsin düştüğün zamanlardan kalma, ama güçlüler de bir gün düşer bunu en iyi sen bilirsin sevgili, sen bilirsin...
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 18.3.2012 11:51:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Ve kalem başlar haykırmaya ben de kendi kaderimle var olurum der satırların arasından, hem de kahır yüklü bir şileple varım der satırlarda, belki de satırlardır aslında beni tarif eden ki işte o an susmak düşer kaleme...
Kaleminiz susmasın derim ben yine de...Tebrikler Mustafa Bey.
Mustafa yılmaz
çok güzel bir final olmuş. yürek sesiniz daim olsyun elinize sağlık tam puan .
TÜM YORUMLAR (4)