Birileri, her zaman işi yokuşa sürer,
Nasrettin Hoca gibi, ip üstüne un serer,
Arabulmak yerine, gerdikçe daha gerer,
Bunlara kılavuzluk yapar kara kurbağa,
Onun için, çok çabuk düşüverirler ağa.
Ne komplolar kurulur, ne beyinler yıkanır,
Nice düşünen dimağ, bu yollarda tıkanır,
Ne Yaratan’dan korkar, nede kuldan utanır,
Huzuru bozmak için dökülürler sokağa,
Dümdüz giden yolları çekiverirler dağa.
Derebeyi olurlar, asarlar ve keserler,
Deli rüzgâr olurlar, sinsi sinsi eserler,
“Egemen olan biziz, uyacaksınız” derler,
Söz dinlemeyenleri yatırırlar dayağa,
Öğreniverecekler kim köleymiş, kim ağa?
Çoban bile olamaz, güdemez koyunları,
Yüzlerine bulaşır, ters döner oyunları,
Asil millete karşı, büküktür boyunları,
Gün gelir pişman olur, düştük derler ayağa,
“Maalesef girmişiz, çıkılmaz bir batağa.
Hoşgörü kazanında sarmaş dolaş olmalı,
Herkesin yüreğine, “barış aşkı” dolmalı,
Asgarî müşterekte, ortak nokta bulmalı,
Örf ve adet korunup, uyulmalıdır çağa,
Döndürülmeli vatan cennet misali bağa.
(ARALIK 2007)
Sezayi TuğlaKayıt Tarihi : 30.10.2012 15:08:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
İNSAFSIZ YARGIÇLAR Bazen, her birimiz birer yargıç oluruz aniden. Hem de ne yargıç. Değme yargıç, hâkim ve savcılar hafif kalır vermiş olduğumuz kararların yanında. Dilersek, toplumun bir kesimini, kişilerin bazılarını, hatta bir kısım ülkeleri tek bir kalem hareketiyle cehennemin “gayya” kuyusuna atıveririz insafsızca. “Yargı” denince üstümüze yoktur yorum yapacak; “Falancanın gittiği yol yanlıştır”. “Filancanın yapmış olduğu evliliğin yürümeyeceği ta başından belliydi zaten”. “O işe başlamadan önce birde gelip bize veya bir bilene danışsaydı ya.” Gibilerden, tekerlek kırıldıktan sonra yol göstermeye çalışırız “bilgiç”çesine. Oysa daha önce bize gelmiş olsalardı, rahatsız edilmemek için belki de yüzlerine kapatacaktık kapılarımızı. Bütün insanları, aynı freze ve torna tezgâhından çıkmış “tek tip mamul” gibi, “kendimiz” yapmaya çalışırız ısrarla. Bu kalıba uymayanlar, gözümüzde birer “imalat hatası” dır her zaman. Dedem Alparslan, Anadolu’nun anahtarlarını birilerine teslim ederken, sanki vasiyette bulunmuş; “sizin hazırladığınız kalıplara uymayanları atın sınırlarımızdan dışarı” demiş. Bu manevî anahtarı elinde bulundurduğunu iddia eden bizler, dedelerimizin bize miras bıraktığı aynaya da hiç bakıyor muyuz acaba? Biz, atalarımızın emanet olarak bıraktıkları kalıplara ne kadar uyuyoruz, hiç düşündük mü? Bir Ramazan sonu ekâbirlerden bir gurup toplanmış kendi aralarında, geçen mübarek günler hakkında sohbet ediyorlarmış. Kim kaç gün oruç tutamadı, kimin kaç gün borcu var? Derken, sıra bizim “hazırcevap” şaire gelmiş. “Söyle bakalım, senin ne kadar borcun var? ” “Efendim, kasaba yüz mecidiye, oduncuya beş yüz elli mecidiye…” “Birader, ben sana onları sormuyorum, oruç borcunu soruyorum”. “Efendi, o borcu ancak bana Cenabı Allah sorar, senin gibi kullar sorsa sorsa ancak bu dünyadaki borçlarımı sorar.” İşte böyle, her birimiz insafsızca yargıç kesilir, asıl büyük hesap gününe hiçbir muhakeme bırakmak istemeyiz. Bütün açmazlarımızın temelinde yapmış olduğumuz acımasız yargılar yatmaktadır.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!