- bab: konya
bir şehri terk etmek, yazgısına ortak olmak demektir.
Yol şimdi, bozkırın anlaşılmayan güzelliğine emanet. Coğrafyanın kudurmuş sarılığına rağmen bir dua dilimde: “ey çıkışını intizarıyla büyülen sema ışıltısı, kapının tokmağını yeniden çalacağımı biliyorsun, kavuştursun o zaman Rahman! ”
Dua, dilimde adına emanet bir sema/zen gibi dönmekte. Ama sen yaslı bir gelini oynama ne olur, dimağım kurur.
Annemin ayetlik sözleri geliyor aklıma: “oğlum dilinden aman Ayete’l Kürsi’yi eksik etme, bolca oku emi! ” Ne zaman bir yol vakasına karışsam, annemin dil zenginliği başıma bir devlet kuşu gibi konuyor işte. Süslemeliyim öyleyse, annemin ağzıyla dilceğizimi. Söz! Ayetler benim durağım, sen de başını semaya yaslamış bir kumru gibi, “sadakte” çırpmalarındasın.
Son söz: “adettendir, arkamdan bir aşk dök! ”
- bab: ankara
bir şehri seyretmek, yollarını tanımakla başlar.
Ankara şimdi eskisinden daha soğuk ve daha bir beton kokuyor. Bozkırın yelpazesinde, geçmişiyle kara bir boğuşma içerisinde sanki. Yazgısı boğum boğum işlenmiş, sararmış ekinlerinin burcunda. Ah bir alışabilsem bu şehrin titrek dünyasına. Hâlbuki Konya gibi yazgısı bozkırın ellerinde ama bir benimsenme hatası düşüyor gölgem yerine.
Şimdi bir dış ses duyacaksınız. Bu ses bölüyor beni, düşünceler beynimde parende atarken:
- Ankara… Bozkırın ortasına demir atmış gemi.
Ben buna içsel bir sesle karşılık versem bu koltuk rahatsızlığında. Mukabil bir hareket sergilemiş olurum zannımca:
- Ama güzelliği her geçen gün daha bir çürüyor. Yüzünün sararmasından belli olmuyor mu?
Başka bir dış ses zamanı akıtıp, susturuyor beni:
- Zaman yok Ankara’da.
“sen” çok, bakılan her yanda
“ben” yok, sen çok.
İç sesler kesilmez ki bende. Yenik düşürmeye çalıştığım sözcükler var kalemimin ucunda.
- Ankara, tuvale asılan, bütünü parçalarına yenik düşmüş bir “kara” parçası. Peşi sıra sürüklenen “ben” ve “sen” yangınlarla boyuyor evrenini.
Ses mi arıyorsunuz daha…? Susmak rengimi sadeleştirir benim. Susmalıyım.
- bab: bolu/düzce
bir şehri çekip çevirmek için, alttan almak gerekir.
Bir deprem anısı sarsıyor vücudumu, buraları gözüm ne zaman kesse. Sonra kesif bir sessizlik ant içiyor, evlerin duvarlarını sara sara. Eksildikçe insan, eksiliyor bir yanım. Bir yanım günün karanlık yüzünü, cami avlularına sinmiş çocukların telaşesinde saklıyor. Yürümüyor üzerinde oturduğum binek. İşte burada başlıyor benim mide bulantılarım. Sanki içimde bir mülteci kampı varmış da, hepsini gün ışığına çıkarmak için hazırlık yapıyorum. İstanbul’a kadar sürecek gibi.
Kitaba dalıyorum.
Midem bulanıyor.
Midem bulandıkça kitabı unutuyorum.
Unuttukça kıvranıyorum.
Kıvrandıkça…
(Sürebilir böyle daha, dilim yeni yetme bir çocuk gibi haylaz çünkü, ama kâfi.)
- bab: istanbul
bir şehre kavuşmak, gece ile gündüzü bir etmektir.
Bir rebab tınısı...
Bir yanık ney...
Bir de kudüme ayak uyduran seslerimizle, şevk akşamlarının konyasından; nemli bir akşam, ezan sesleriyle kavuştuğumuz ecdadın nazlı gelini istanbula: merhaba şehrim...
Aziz mirası ecdadın. Seni buram buram özletene; seni segâh makamınca, hafızlarla süsletene; seni ezeliyetin ve ebediyetin örtüsüyle gönlümüze serpene hamdolsun.
Dilime yapışmış cümleleri yazmak isterdim. Bunu gerçekten isterdim. Ama ben sözlerin elinden tutup da yürütemeyen bir keşiş rolündeyim. Bir konuşsam, kaybolacaksın gibi bir his titretecek beni. Ama konuşmalıyım da veya bunu yazmalıyım. Hava kararmaya, gün sabaha dönmeye başlamışken, dilimin emanetini sana sunmalıyım.
Kavuştuk, güleç yüzünde vapur martıları saklayan şehir! Semtlerin bozulan taşlarını, kalbiyle onaran şehir! İnsan düştüğünü, senin kalbe dokunan elinin şefkatinden anlıyor. Zihnim de bozulan dokular, bir bir toparlanıyor; simit fırlatan kadının ellerinde. Sen ne anaçsın şehir! Tutuverdin bavulumun bir ucundan. Ve kaldırdık dünyayı seninle. Seninle!
- bab: son durak
bir evde başını sığdıracak kadar yer edinmek, nimettir.
Şehrin barınaklarından birine sığınıyorum işte; evim olmalı. Kafelerin yüz kızartıcı şarkıları arasında, yüzükoyun bir anarşistlikle yüzüme yapıştırıyorum karanlığı. Her iz bırakışımda bir türkü, bir sağanak yağmur bastırıyor gözbebeklerimi: “kötülüğü varsa bile bu şehrin sokaklarında, evime almıyorum! evim dar, ancak ışıklara yer olmalı.” diyorum.
Evime bir hırsız dadanıyor son tahlilde.
Engellemek ne mümkün!
“ah, araf! ”
İki şehri birbirine düşürdün düş’ümde, neyleyim…
Kayıt Tarihi : 8.9.2011 14:07:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!