yoksulluk
kimisine sınavdır yoksulluk
kimisi tembeldir hak etmez bolluk
kimisi olumsuz bakar, ister aynı kalmak
ürkütür onları farklılık ve atılmak
nuray ülker
Beni bu eylül öldürecek
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Devamını Oku
Bir aşk kadar zehirli,bir orospu kadar güzel.
Zina yatakları kadar akıcı,terkedilişler kadar hüzünlü.
Sabah serinlikleri; yeni bir aşkın haberlerini getiren
eski yunan ilahelerinin bağbozumu rengi solukları kadar ürpertici.
Öğlen güneşleri; üzüm salkımları kadar sıcak.
Bir kaç cümle ile konu adeta sonsuzluğa açılmış.anlatılmak istenen ve alınması gereken dersler belirtilmiş.teşekkürler tebrikler
'Bu yoksulluğu ben bildiğimiz ekonımik yoksulluk anlamında olmadığını anladım! tabi bilemiyorum diğer türlü yoksulluk, bolluk ben bu ekonumik değerlere sınav anlamında bakmıyorum.'
Açıkcası bu dörtlük başka yoksulluktan bahsediyor gibi biraz konu açılmış olsaydı daha net yorum yazabilirdim bende.
Paylaşımın için teşekkürler.
duyarli ve güzel bir calisma....tebrikler
BI KISACIK GÜZEL ŞİİRE UPUZUN AÇLIK YAZILARI EKLESEM İNŞAALLAH AYIP OLMAZ.
Dünyada Açlık Ve Müsebbipleri(1)
Batının, Freud ve Freud gibilerinin “din” konusunda vardıkları noktanın amacı oldukça açık ve nettir. Batılı, Tanrı’yı insan hayatından silmek ve yeryüzünden de kaldırarak, tarihin ilk dönemlerinin gökyüzüne göndermekle, kendisi yeryüzünün Tanrı’sı olmak amacı taşımaktadır. Ne yazık ki, bir ölçüde bunu başarmıştır da. Batının din anlayışı önce her insanı Tanrı yerine kor. Fakat, “her ne hikmetse”, herkes aynı yapıda, aynı nitelikte, aynı yetenekte değildir. Bu bakımdan, daha güçlü, daha kurnaz, daha şeytanca ve daha çok hırslı, daha çok hırslı olanlar “Tanrı’lık” görevini üstlenmiş, yeryüzüne diledikleri gibi düzen verme çabasına girişmiş, Freud, Jung, Comte, Marks v.b. kuramcı sihirbazları ve papazlarıyla da Tanrı’lıklarını kanıtlama yoluna gitmişlerdir. İşte, Batının dini budur; bu “din”de, insanlığın Tanrı’lığına soyunanlar, sözgelimi, yeryüzündeki nüfusun %5’ini oluşturan bir Amerika, yeryüzü servetlerinin %40’ını tüketir… “Madem her insan eşitti, madem insanlar aynı haklara sahipti, öyleyse bu serveti eşit dağıtalım” diyenlere, hatta “Senin toprağından binlerce kilometre berideki benim toprağımda ve bu toprağımın servetinde senin işin ne? ” diyenlere kan içici vampir dişlerini gösterir bu Tanrı’lar; karşı çıktıkları insan düşmanı Yunan Tanrı’larından ve onların başı Zeus’tan çok daha acımasız, çok daha zalim ve çok daha gaddardırlar… Onlara karşı çıkmaları da, onların tahtlarına göz diktiklerindendir; insanlığa “kutsal ateş”i sunma isteklerinden değil.(1)
Sonlarına yaklaştığımız çağımız dünyasına toplu bir bakışla baktığımızda son derece adaletsiz, içler acısı, merhametli yürekleri öfkeyle doldurup taşıran iğrenç bir çağdaş dünyayla karşılaşıyoruz. Dakikada 13 milyon dolar askeri harcamanın yapıldığı ve buna karşılık iki saniyede açlık ya da ilaçsızlıktan öldüğü bir dünya… 23 ülkedeki 160 milyon okul çağındaki çocuğun bir yıllık tüm eğitim masraflarını karşılayacak kadar paranın nükleer bir denizaltının yapımına yatırıldığı dünya… İkinci Dünya Savaşı’nda kullanılanlardan beş kat daha öldürme ve imha gücü yüksek silahlarla tehdit altında bulundurulan dünyanın yaklaşık %70’ini teşkil eden yoksulluğun pençesinde çırpınan zavallı çoğunluğu. Kan damlayan dolarlarla hedonizmin(hazcılık) ve nihilizmin(hiçtencilik) batağında zorbalığa borçlu bir konforu yaşamanın utancını bile hissedemeyecek kadar çürümüş dünyanın birkaç milyonluk mutlu azınlığı. Ve başlarında çağdaş Batı uygarlığının üst düzey temsilcileri bulunan en kanlı modern zorbaları.
Zenginlik ve refahın ancak birkaç ülkeyle sınırlandığı yoksulluk ve hatta sefaletin çoğunluğu bunalttığı bir dünya. Yüzden fazla devlet kağıt üzerinde doğal zenginliklerin %80’ine sahip iken, bunlardan fiilen ve en fazla yararlananlar dünya nüfusunun %20’sini bile bulmuyor. Afrika’nın tümü, Asya, Ortadoğu ve Güney Amerika’da milyarlarca insan, yoksulluk ve ekonomik krizler girdabında bırakılmıştır. 8 ülke (Amerika, Rusya, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa, Kanada ve İtalya) biraz daha güçlenip sömürülerini artırsın diye.
Bu ülkeler, “Geri kalmış ülkeler, az gelişmiş ülkeler, gelişmekte olana ülkeler) gibi terimler üreterek sömürdükleri milletleri kendilerine bağımlı hale getirerek, kendilerine muhtaç olduklarına onları inandırmaya çalışıyorlar. Bir yandan onların sanayileşme çabalarını kösteklemekte, diğer yandan bu ülkelerin sahip olduğu hammaddeleri en ucuza kapatmakta ve bu hammaddelerden ürettikleri mamulleri yine onlara bir kaç kat pahalı fiyatla satmaktadırlar.
Bütün dünyada mevcut yer altı kaynaklarını en çok tüketenlerin yine bu birkaç ülke olduğu tespit edilmiştir. Eğer diğer ülkeler de sekizlerle aynı düzeyde tüketmiş olsa bir çok maden şimdiden tükenmiş olacaktı. Bu nedenledir ki, daha uzun süre bu hammaddelerin kendi ekonomilerini ayakta tutması için geri bıraktırılmış ülkelerin kalkınma çabaları bilinçli olarak engelleniyor.
Bu konuda bazı somut örnekler olarak OPEC benzeri üretici örgütlerin sürekli engellenmeye çalışıldığını hatırlayabiliriz. 1974 yılında dönemin Amerikan Cumhurbaşkanı Gerald Ford ve Dışişleri Bakanı Henry Kissinger böyle bir çabayı şu şekilde tehdit etmişlerdi: “Hammadde fiyatları yükselirse ardından ekonomik bunalımla birlikte savaş gelir ve bundan en çok hammadde sahipleri zarar görür” Aynı yıl içinde Nairobi’de BM tarafından düzenlenen Ticarete Konferansı’nda; Federal Almanya hükümet temsilcisi Hans Gencher tehditte bulunmuştu.
Dünyamızın yüz milyonlarca insanı, teknolojinin ve tüm bilim dallarının bunca aşamalarına rağmen, açlıktan kaynaklanan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Acaba Etyopya, Hindistan, Bangladeş ve diğer ülkelerde yaşayan dünyanın en mağdur mahrumlarının gıdasız kalması, dünyada yeterince gıda maddeleri üretilmeyişinden dolayı mıdır? Yoksa iddia edildiği gibi bu ülkelerde nüfus planlaması uygulanmayışından mı? Elbette mahrumluğun sebebi üretim yetersizliği de değildir, nüfus planlaması hikayesi de. Bu sorunun doğru cevabı sadece silahlanmaya harcanan trilyonlar ve kedilerine köpeklerine varıncaya kadar aşırı seviyede gıda maddesi tüketen müstekbir ülkeler azınlığının kendilerini dünyanın en uygarları sayarken dünyanın mağdurlarını umursamayışları hatta kedileri köpekleri kadar önemli bulmayışlarıdır.
Nüfus planlamasını baş problem ilan eden bazı yerel yöneticiler en azından yeteneksizliklerini sergilemiş oldular. Bu gerçek tüm dünyada anlaşılmaya başlanmıştır. Nitekim Ağustos 1984’de BM tarafından Mexico Citiy’de düzenlenen 2. Gıda Konferansı’nda nüfus planlaması ve kürtajın aslında çıkar yol olmadığı görüşü bir çok delege tarafından dile getirilmişti. Bu konferansta üyeler nüfus planlaması ve kürtajı reddederken kadınların üretim faaliyetine katılması, yani üretimin artırılması gereği üzerinde durmuşlardı. Bu konferanstan bir yıl kadar sonra gazeteler BM’nin Türkiye’ye prezervatif yardımı yaptığını yazdılar. Yardımı Türkiye’deki Aile Planlaması Derneği istemişti.
Gerçek şudur ki, dünyamızda çok sayıda insanın uzay çağında açlık çekmesi, gıda üretiminin maddelerinin azlığından değil, üretimin adaletsiz dağılımından dolayıdır. Çünkü dünyadaki gıda maddeleri üretimi dünya toplam nüfusunun mevcut ihtiyacından daha %10 fazladır. FAO raporları bu gerçeği tespit etmiştir.
Üçüncü dünya ülkelerinin köylerinde yaşayan 700 milyon insanın aşırı derecede yoksulluk içinde bulunmasının belirgin sebeplerinden biri de teknolojide ileri müstekbir ülkelerin dışalım ve dışsatım için adaletsiz fiyatlar belirlemeleridir. Fakat ülkelerin ihraç ettikleri malların fiyatları dünya piyasalarında az miktarda artarken, bu ülkelerin teknolojide ileri zengin ve sömürgeci ülkelerden ithal ettikleri mallar çok daha büyük oranlarda yükselmektedir.
Mahrum ülkelerin çocukları da adaletsiz paylaşımdan talihsiz nasibini almış durumda. UNICEF’in 1983 Mart’ında yayınladığı bir rapora göre, yoksul ülkelerde her yıl 5 yaşından küçük 17 milyon çocuk açlıktan ölme tehlikesiyle karşılaşıyor. Bu insanlar, bu çocuklar niçin ölüme mahkum edilmişlerdir? Çünkü nüfusu kalabalık olan bazı ülkelerde halk geçim masrafını karşılayabilmek için kanlarını satarken dünya askeri harcamaları ortalaması 600 milyar doların üzerindedir.
Uluslar arası Buğday Komitesi istatistiklerine göre 1980 yılında dünya tahıl tüketimi 1.151 milyon ton iken tahıl fiyatlarının düşmemesi için aynı yıl 600 milyon ton tahıl denize dökülmüştür. Bu haksızlığın başlıca sorumluları dünya tahıl üretimi ve ihracatını tekellerinde tutan 5 ülke(Arjantin, Amerika, Kanada, AB üye devletleri ve Güney Afrika Cumhuriyeti) dir.
Açlık çeken milletlere yardım konusunda bu ülkelerin kanını emenler son derece soğuk kanlı davranıyorlar. Etyopya(Habeşistan) ’da hükümet Sovyet yanlısıdır diye Reagan Amerika’sı bu ülkeye 1983’te ekonomik ambargo koydu. Etyopya’da 3000’den fazla danışmanı bulunan Sovyetler ise aynı yıl bu ülkeye 3 milyar dolarlık silah yardımı yaparken gönderdiği pirinç 10 bin tonla sınırlı kalmıştı. Bu arada Etyopya Hükümeti sorumlularının da ülkedeki açlık sorununa yeterli ilgi gösterdiği söylenemezdi.(2)
Kuzey-Güney ilişkileri de ipe sapa gelmez temeller üzerine kurulmuş bulunuyor. Sömürgeciliğin uğursuz sonuçları ve haksız mal mübadelesinin sürdürülmesi bakın hangi skandala yol açıyor: ABD buğday üretimini sınırlandırıyor, Avrupa’nın soğuk hava depoları, Avrupalıların ihtiyaç fazlası etleri ve tereyağlarıyla artık saklayamayacak kadar tıka basa doldurulmuş bulunuyor. Oysa dünyanın geri kalan kısmında, geçen yıl, 80 milyon insan açlık veya beslenme yüzünden hayata veda etmişlerdir.(3)
Açlıktan kıvranan insanların sayısı neredeyse milyarı bulurken, buğdayların yakıldığı yılları Roger Garaudy şöyle anlatıyor:
Unutulmamalı ki, bu yılar ABD’deki ekonomik buhranın Avrupa’ya yansıdığı yıllar ve aynı zamanda Hitler’in iktidara geliş yılarıdır.Bu tarihlerde bir genç olarak, bir kaos, bir kıyamet karşısında idim. Yetmiş Milyon işsiz vardı. Böyleydi ama fiyat düşmesin diye buğdaylar yakılıyor hayvanlar telef ediliyordu.(4)
Avrupalı olmayanların çoğunluğunun beslenme sorunlarıyla baş başa yaşadığı ve açlıktan her yıl milyonlarca insanın öldüğü dünyamızda Avrupalıların israf ve savurganlığına Roger Garaudy şöyle değiniyor:
Beslenme konusunda, özellikle utanç verici olan ve her yıl görülen iki savurganlık örneğini zikredelim: 1974’te Avrupa Ekonomik Topluluğu fiyatları düşürebilecek olana meyve ve sebzeleri yok etmek için 225 milyon Frank harcamıştır. Aynı yıl Fransa’da ticari sisteme bağlı olan aynı sebeplerle 250 bin ton patates imha edilmiştir.
ABD’de süthaneler su lağımlarına10 milyon ton laktoserum(kesilmiş süt suyu) boşaltırlar, oysa onun kuru maddesinde (Bizim Güney Fransa köylülerimizin “recuite” kesik adını verdikleri bazılarının da enfes pastalar yaptıkları) bulunan proteinler 8 milyon kişiyi besleyebilecektir. Fransa’da orta büyüklükteki bir peynir yapımevi veya konserve fabrikası hergün aşağı yukarı bu kesilmiş süt suyundan 200 ton dışarı atar ki, bu 12 ton kuru madde ihtiva eder.(5)
İslam alemindeki kukla ve dikta yönetimler, din kardeşleri açlık içerisinde kıvranırken şatafat ve safahatlarından en küçük bir kısıntı yapmazlar. Batılıların yönetimlere getirdiği bu zümrelerin Batılılardan farklı davranmasını beklemek aptallık olsa gerekir.
Bilindiği gibi Suudi Arabistan petrollerini bir Amerikan şirketi olan Aramco işletiyor ve günde ortalama 7 milyon varil pazarlıyor.
Bu satışlardan elde edilen petro-dolarlardan önemli bir bölümünün Suudi kraliyet ailesinin eğlencelerine gittiği sık sık gazete ve dergilerde söz konusu edilmiştir. Mesela eski Suudi Kralı Faysal’a ölümünden önce sunulan bir raporda, o zamanlar prens olan Fahd’ın büyük bir israfı söz konusu edilmiştir. Bu rapora göre Faysal’dan sonra kral olan Fahd, Los Angeles’da bi gazinoda kumar oynamış ve bir gecede 23 milyon dolar kaybetmiştir. 1983 ilk baharında Kral Halid bin Abdülaziz oğullarından birine 6 milyon dolar değerinde bir uçak hediye ediyor. Uçağın içindeki banyonun duş bataryası ve muslukları 24 ayar altından. Aynı yılın yaz başlarında yeni Suud Kralı Fahd İngiltere Kraliçesi Elizabeth için aşk şiiri yazıyor. Bir ay sonra Suudi kraliyet ailesine mensup Şeyh Muhammed Alfassi Kuzey Florida’da bir otel idaresiyle 1 milyon dolarlık bir hesap yüzünden mahkemelik oluyor. Bir hafta sonra Fahd’ın yeğeni Prens Mansur bin Suud Abdülaziz Londra’da esrar içmekten tutuklanıyor. Aradan geçen yıllar bu ailenin durumunu değiştirmiyor. 3 yıl sonra Londra’daki İslam Konseyi, silah alımlarından rüşvet aldıklarını belirterek Suudi kraliyet ailesini resmen kınıyor.
1984 yılında yarım milyar lira harcayarak İsviçre’deki villasının çevresindeki araziyi daha güvenli olsun diye satın alan Suudi Karlı Fahd’dan sonra Saddam Hüseyin’e bakalım. 1980 yılında Irak-İran Savaşı’nı başlatan Saddam Hüseyin, kendi ülkesi içinde de büyük öldürme operasyonlarıyla tanınıyor. Bu gölge liderin de Suudi yöneticilerine benzer debdebe hastalığı olduğu 1981 yılında açık bir şekilde anlaşılmıştı. Saddam da zikredilen yılın ortalarında dünyanın en pahalı yatını yaptırıyor ve basında fotoğrafları yayınlanan yatın üzerine de (Qadissiyat Saddam) adını yazdırıyor. Danimarka’nın Elseneur tersanelerinde inşa edilen bu özel yatın 12 kamarasının tüm banyo takımları altın kaplama.
Saddam bir yandan ülkesinin gelirini sorumlusu olduğu savaşa ve özel yatlara yatırırken aynı zamanda da büyük çapta silah alımlarıyla Irak’ı emperyalist devletlerin borcu altına sokuyor. Saddam’ın sadece1983 yılında Fransa’ya borçlandığı miktar 1,2 milyar dolardır.(6)
BU YAZININ DEVAMI VE SON BÖLÜMÜ YAKINDA ANTOLOJİ'DE
(1) İslam -Temel İlkeler- (Ali Ünal)
(2) Uluslar arası Sorunlar (İlhan Işık)
(3) İslam Ve İnsanlığın Geleceği (Prof. Dr. Roger Garaudy)
(4) Sosyalizm Ve İslam (Prof. Dr. Roger Garaudy)
(5) Yaşayanlara Çağrı (Prof. Dr. Roger Garaudy)
(6) Uluslar arası İlişkiler (İlhan Işık)
Fikret OĞUZTÜRK
Dünyada Açlık Ve Müsebbipleri(2)
BİR ÖNCEKİ YAZININ DEVAMIDIR
Avrupalının sömürüsü ve bu sömürü sayesinde yaşadığı israflı safahatının acı faturasını diğer insan toplulukları çekmektedir. Birleşmiş Milletler’in istatistiklerine göre her yıl üçüncü dünyada açlık ve yetersiz beslenmeden 50 milyon kişi ölmektedir. Batı gelişme modeli üçüncü dünyaya günde bir Hiroşima’ya mal olmaktadır. Her gün 25 bin çocuk ve yaklaşık 72 bin kişi ölmektedir. Yani bir Hiroşima.(1)
Batının orman kesme tekniklerini ıslah etmesi, tek ürüne dayalı tarımı geliştirmesi, Himalaya Dağları’nın yamaçlarının ormansız kalmasına, Bengladeş’in su baskınlarına uğramasına, sahilde açlığın baş göstermesine yol açmıştır. Evet bütün bunlar, 1980 yılında üçüncü dünya ülkelerinde, açlıktan 50 milyon insanın ölmesine yol açan apaçık ilmi ve teknik gelişmelerdir. Bu rakam daha da artacaktır. Beş sene içinde 85 milyona ulaşacaktır.
Rudolph Strahm, (fakirlerin yiyeceğinin hangi yollarla zenginlerin hayvanlarına verildiğini) gözler önüne sermiştir. Nüfusları dünya nüfusunun altıda birini teşkil eden sanayileşmiş ülkeler, dünya tahıl üretiminin, %60’ını elinde bulundurmakta ve bunun üçte ikisini de hayvanlarının beslenmesi için kullanmakta ve böylece üçüncü dünya ülkelerindeki açlığı artırmaktadırlar. Buna mukabil Ortak Pazar Ülkeleri(AB) 1974 yılında 130 milyon ton sığır etini yani şahıs başına beş yıllık tüketim için 500 kilogram eti stok olarak ellerinde bulunduruyorlardı. Bu stoklama işi ise Ortak Pazar’ın tarım fonuna 28 milyar Eski Frank’tan fazlaya mal oluyordu.
Misalleri çoğalmak mümkündür: Bir kilogram soya insana üç kilogram sığır eti, 10 litre süt veya 60 yumurta kadar protein temin etmektedir. Oysa dünya soya üretiminin ancak %3’ünden insanların beslenmesinde faydalanılmaktadır; gerisi hayvanlar için ya da sentetik iplik yapımında kullanılmaktadır.(2)
Üstün insan Avrupalıyla diğerlerinin açlık ölçüleri de tabii ki farklıdır. Vietnam’da yoksul olmak, bir bisikleti olmamaktır. Fransa’da yoksul olmak, bir arabası olmamaktır. ABD’de yoksul olmak, ailede her yetişkin kişinin bir arabaya ve bir klima cihazına sahip olmamasıdır. Başka bir deyişle: Eşitsizlikler büyümenin başlıca itici gücüdür.
Makinelerin otomatikleşmesi, gübre kimyası, melezleştirme biyolojisi tarımı binlerce yıldır hayal edilmemiş olduğu, imkanlarla donatılmıştır, ama 20. yüzyılda açlıktan ölenlerin sayısı en karanlık çağlarda ölenlerin sayısını kat kat aşmaktadır.(3)
Avrupalıların kendilerinden olmayan insan topluluklarına ödettirdikleri acı faturalar sadece açlık ve beslenme yetersizliğinden meydana gelen ölümler değildir. Gerek yoksulluk ve gerekse de Avrupalının sebep olduğu ahlak göçümünün neticesi olarak çocukların bedeninin satılması sizce açlıktan ölmekten daha korkunç değil midir? Bir an için kendi çocuğunuzun(Allah muhafaza) seks pazarlarında pazarlandığını düşünürseniz olayın vehametini anlaşılmış olursunuz. 1984 sonlarında Uluslararası Çocukları Koruma Organizasyonu adlı bir kuruluş, dünyada 170 milyon kız ve erkek çocuğun seks tüccarları tarafından fuhuş ve pornografi için satıldığını açıklayarak bütün insanlığı uyarmıştır.(4)
Ya ülkemiz, şu bizim ülkemiz Avrupalının kültür emperyalizmiyle köklerinden kopardığı ve bir asırdır ha kalkındık ha kalkınacağız masallarıyla uyuşturulup uyutulduğumuz ve bir türlü önceki günü aramadığımızı hatırlayamadığımız gelenin gideni mutlaka arattığı zavallı ülkemiz. Fahişelerin krallar gibi yaşadığı, halkın ise gravat taksa dahi iki yakasının bir araya bir türlü gelmediği ülkemiz…
Bir ülkede eğer, on yaşındaki çocuk sabahın dondurucu soğuğunda, evdeki hasta anasına, yatalak babasına bakabilmek için simit satmak zorunda bırakılıyorsa, eğer her köşe başında bir lokma ekmek için namusunu tezgaha koymuş gencecik kadınlara rastlanılıyorsa, eğer Firavun saraylarını kıskandıracak azamette yükselen bilmem kaç yıldızlı otellerin bir gecelik ücreti; yüzlerce aç bilaç sahipsiz masumun aylık kazancını kat kat aşıyorsa, eğer vurgun, soygun, talan alkışlanıyorsa, ödüllendiriliyor, rütbelendiriliyorsa, eğer ne kadar ruhsuz, köksüz, soysuz, sahtekâr, ateist varsa, hep bir ağızdan koro halinde milletin tertemiz inancına, tarihine, kültürüne, hayat tarzına sataşıyorsa, eğer bir toplumda sağ duyunun, hakkın sesi, üçbuçuk soytarının hançerelerinin gücüne, ses tellerinin kuvvetine ve Bab-ı Ali’nin şişkin cüzdanlı, bol metresli patronlarının işmarına boğduruluyorsa, eğer haklı fakat mazlum, mağdur ve masum bir kahredici çoğunluk, imtiyazlı haksız azınlığa boğazlattırılıyorsa, her namuslu insanın başını elleri arasına alıp bir iyi düşünmesi, alın damarlarının çatlaması gerekmez mi? Her namuslu insan, insanlıkla/şehvetin, insanlıkla/menfaatin, insanlıkla/mukbirliğin takas edildiği bir cemiyette yaşamak zorunda kalmanın ezikliğini hissetmez mi? (5)
Hayran olduğumuz Avrupalı, bir yandan ürettiği malın sürekli kalitesini düşürürken, fiyatını yükseltmeye çalışır. Diğer yandan üçüncü dünya ülkelerinin pazarladığını sudan ucuz fiyatlarla almanın yollarını araştırır ve de bulur. Kaliteyi düşürme ve tüketimi artırma konularında Avrupa’nın yaptıklarını Roger Garaudy şöyle sıralar:
Çabuk eskiyen ve bizim kendi başımıza onaramayacağımız şeyler üretmekle. Bu yöntem ortaya çıkan utanç verici örnekler dolayısıyla ün kazanmıştır. Sözgelişi floresan tüpler icat eden firmanın verdiği şu kötü örnek: Tüplerin 10 bin saat ışık verme gücü vardı ama onu bin saat kullanılınca işe yaramaz hale gelecek şekilde ayarladıktan sonra piyasaya sürdüler. Hemen hemen eskimez olan ancak kullanış süresini azaltacak bir banyo işleminden geçirilerek satışa çıkarılan “naylon” kadın çorapları örneği. Onarılmaları imkansız olacak şekilde yapılmış oldukça karmaşık ev aletleri örneği(söz gelişi bunlar cıvata ile tutturulacak yerde kabartmalarla bezenmiş veya lehimlenmiş parçalarla yapılmışlardır)
Eldeki eşyanın yerine başkasını kullanmak için eskimesini beklememek, ama ondan hiçbir yeni elverişli durum meydana getirmeyen yalnız insanları “son model”i satın almaya teşvik etmek için “modasını geçiren” ufak tefek bir değişiklik yamakla.
Bütün bir dalda, söz gelişi motorlu taşıt karosörleri yapımı dalında (hemen hemen tek olan Volvo örneği hariç) büyük bir çapta bir anlaşma sağlanması dışında ürünlerin vaktinden önce bozulup yıpranması, yapımcı için rekabetten dolayı uzun vadede tehlikeli olabilir. Buna karşılık piyasa araştırması konusundaki en iyi uzmanlardan biri olan Louis Cheskin şöyle yazar: “stil değişikliklerinin çoğu güzellik bakımından da bir amaca hizmet etme yönünden de ürünü mükemmelleştirmeye değil, sadece onu demode etmeye yöneliktir.” O şunu da ilave ediyor: “Bu psikolojik kullanım dışı bırakış sosyal yönden haklı bir sebebe dayanır, zira zenginlerin yeniden dağılımını teşkil eder.”
Kadın modasında hakim renk, sade veya aşırı süsleme, etek boyunu uzatıp kısaltmak suretiyle genel görünüm değiştirlebilir.
İşte konfeksiyon ve hazırgiyim sanaiinin adım adım izlediği o “anlı şanlı”(!) kadın terzisi beyler, (rahatlıkla da güzellikle de alış verişi olmayan, sadece giyim kuşamı ticaretinin bir güzel gelişmesiyle ilgisi olan) bu tür bir hesabın içindedirler. Packard şunları yazar: “Entarilerin boyunu uzat, ticari açıdan onları kısaltmaktan daha karlıdır. Tutumlu kadınlar her zaman eline makası alıp onu birkaç santim yukarı kaldırabilirler. Newyorklu bir kadın terzisi bana bu manevrayı savuşturabilmek için şu basite kaçan tedbirin eksikliğini, söz gelişi bedeni geniş tutarak gidermek gerektiğini izah etti.”
Yine aynı sebeplerle “otomobil sergi salonları”nın mankenlerin defile yaptığı salonlardan kalır yeri yoktur. Uysal hastayı her iki yılda ilacını değiştirmeye sevk etmek için, (1920’den 1940’a kadar, dört tekerlekte amortisör veya frenlerin olması gibi, hiçbir temel yeniliğe yer vermeyen) bu eski tip aracın yapımcıları da, General Motors’un bir maket uzmanın zarif ve hinoğlu hin ifadesine göre söylersek, moda yoluyla “bir eskime dinamiği” meydana getirmek üzere arabanın dış görünümü üzerinde çalışmışlardır. Böylece otomobil sergi salonları, yaşlandıklarında çok masraflı bir bakımı gerektirmeden 500 bin veya 600 bin kilometre yapabilecek arabalar imal etmeye imkan veren teknik ve malzemeler var olduğu halde, arabaları daha çok demode hale getirmek için, gülünç denilebilecek ufak tefek bir takım değişiklikleri “devrim yapıcı” yenilikler diye takdim ederler.
1960’a kadar ABD’de karoserleri uzun yapma eğilimi vardı. 1928 ile 1958 arasında Chevrolet Motors’un müdürü iç geçirerek şunu itiraf ediyordu: “Uzunluk konusunda yolun sonuna varmış bulunuyoruz” Şikagolu bir memur, arabaları savaş öncesi boyuna indirirsek, arabaların park yapması için 1300 kilometrelik yol kazanabileceğimizi hesaplamıştır.
Artık boy uzatılamayınca çekiciliği sağlayan başka imgeler bulundu. Yürürlükteki yönetmelikler hiçbir şekilde 110 kilometreyi aşmaya izin vermediği halde motoru saatte 200 kilometrenin çok üzerinde hızlara ulaşmaya imkan veren beygir güçleriyle (ve birkaç kaplan gücüyle) tıka basa doldurdular! .
Philippe d’Iribarne İngilizlerin bir bir “beyaz kitap”ta deterjan üreten dünya çapındaki üç büyük grup tarafından yapılan anlaşmanın geçersizliğini bildirdiğini hatırlatır. Ondan çıkan sonuç şu: Sudan ucuz maliyet fiyatına çok yüksek kârlarla birlikte muazzam reklam giderleri bindirilmese birbirinin tıpkısı olan bu ürünlerin fiyatı yarı yarıya düşebilecektir. Federal Tüketiciler Birliği 1977’de maliyeti 1 Frank 17 santim olan falan güzellik maddesinin eczanelerde 18 Franga satıldığını tespit etti...
Avrupalı safahat içinde yaşayabilmek için sınır tanımaz. Zaten Avrupalı olmayanları insan gözüyle de görmemektedir. Onları “ağaçtan yeni inmiş” maymunlar olarak kabul eder. Hal böyleyken onların sağlığı da önem arz etmez ve onlar Avrupalı için birer kobaydan öteye gidemezler. Avrupalı yeni elde ettiği ilaçları bu zavallı üçüncü dünya halkları üzerinde yıllarca dener, gözler. Sonuç olumsuz ise ülkeleri dışında satışlarına devam eder. Sonuç olumlu çıkarsa ülkesinde satışa başlar. Dünya sağlık teşkilatına göre, satışa çıkarılan her 8800 ilaçtan kesin tedavi değeri olan azami 200 ilaç olduğu biliniyor.
İlaç laboratuarları ortalama olarak harcamalarının üçte birinden çoğunu (bazen da yarısını, özellikle de hekimlere)
reklam olarak ve doktorların halkı şartlandırmaları için yapar. Günümüzde 10 milyon Batılı, şimdiki seviyede, Hintli köylülerin 4 milyarından daha fazla tüketmekte ve daha fazla kirletmektedir.
Brezilyalı Josue de Castro daha 1967’de şunları yazıyordu: “1954’te 14 çuval kahveyle bir jeep satın alınıyordu; 1962’de ise 39 torba gerekiyordu”. Dom Helder Camara’da, bir Kanada traktörünün bir Jamaikalıya 1966’da 680, 1968’de 3500 ton şekere mal olduğunu açıklıyor.
1965’te, Tanzanya bu traktörü 17 ton sisal keneviri ile elde edebilirdi; 1972’de 42 ton gerekiyordu.
1960’da makarna, şehriye gibi bir kilo unlu yiyecek Senegalli bir köylüye 11 kilo kabuklu yer fıstığına mal oluyordu; 1972’de ise 17 kilo gerekiyor. Şunu hatırlatalım ki, dünya piyasasında 140 FA(Eski Fransız santimi) ’e satılan ve Fransız tüketicisine 290 CFA’ya patlayan bir kilo yer fıstığı için 1974’te aynı Senegal köylüsünün eline 25 CFA(yani 50 santim) geçiyordu.(6)
Avrupalının safahatının sefalet faturası sadece geri kalmış(veya bırakılmış) ülkeler insanına kesilmemektedir. Bizzat kendi insanlarının önemli bir bölümü de sefaletten kıvranmaktadır.
Figaro Gazetesi’nde, Fransa’da, 2,5 milyon kişinin sefalet içinde yaşadığı, bunların 1,5 milyonunun adresinin dahi bilinmediği ve sokaklarda yattıkları bildirilmektedir. Aynı gazetede, bildirildiğine göre, Fransa’da 60 yaşının üzerinde 10 milyon ihtiyar vardır. Bunlardan 2,5 milyonunun belli bir konutları yoktur. Bunların akıbetleri sürünmek ve yalnızlıktır. bu ihtiyarlardan, kadınların %7’si, erkeklerin %14’ü intihar etmektedir. İntihar edenlerin sayısı, 500 bindir. Fransa’da, böyle garip, sefil kimselere yardım için kurulmuş olan, ATD’nin başkanı, Rahip Joseph Wresinski, “bugün Fransa’da, önemli ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar düşkün 2,5 milyon insan var. Bunlara imdat edecek hiçbir kaynak da yoktur. İnsan haklarından her gün bahseden Avrupa, sadece ekonomik ve askeri meselelere değil, birkaç seneye kadar çok büyük rakamlara ulaşacak sefalete çare aramalıdır. Fransızları bu sefaletten kurtarmak için milli, genel bir faaliyet lazımdır” diyor.(7)
(1) Vahşi Batı (Dr. Sedat Cereci)
(2) İslam’ın Va’dettikleri (Prof. Dr. Roger Garaudy)
(3) Yaşayanlara Çağrı (Prof. Dr. Roger Garaudy)
(4) Uluslararası Sorunlar (İlhan Işık)
(5) Müslümanın Müslümanlaşması (Ömer Vehbi Hatipoğlu)
(6) Yaşayanlara Çağrı (Prof. Dr. Roger Garaudy)
(7) Türkiye Gazetesi 03/02/1988
Fikret OĞUZTÜRK
'dünyanin en yoksul insani,paradan baska hic bir sey olmayanidir.'(Schopenhauer)
sevgiler Nuray
TEBRİKLERİMLE VE TAM PUANLA SELAM VE DUA.
Belki önünde yok bir tas çorbası
Yırtık ayakkabı yırtık urbası
Boynu büküktür sırtında torbası
Hiç bir zaman yüzü gülmez yoksulun...ozan EROL
YOKSUL DENİNCE BİR DÖRTLÜKTE BEN YAZMAK İSTEDİM KALEMİN SUSMASIN HARİKA BİR KONU ŞİİR KISA AMA MESAJI BÜYÜK TEBRİKLER KUTLUYORUM TAM PUAN SELAM VE SEVGİLERİMLE
güzel ve ne dediğini çok iyi bilen kelimeler yüreğinize sağlık...SAYGILARIMLA...Fırat Sırtlan
düşündürücü...
saygılar yüreğinize...
anam çok verip azdırma
az verip gezdirme
ya rab derdi...dualarında...
ataleti yoksunluğu bir kenara bıraktım da bu onurlu milletin kaderi olmasa gerek yoksulluk... saygıyla...
Bu şiir ile ilgili 22 tane yorum bulunmakta