Sadece yıldızlardan değil, hafif bir kımıltıyla uzanıp dokunabileceğim bütün varlıklardan daha yakın görünüyor mehtap. Öyle kışkırtıcı bir yüzü var ki bakışlarımı onun tılsımlı bilinmezliğinden alıp suni ışıklar saçan bilgisayar ekranına çeviremiyorum bir türlü. Etrafı gümüşten sicimlerle halelenmiş incecik ay, şeffaf bir ayna gibi gök kubbede asılı kalmış. Biri ona yanlışlıkla haddinden uzun baksa yeryüzüne düşüp milyonlarca parçaya ayrılacak, yüreklere kıymık gibi batacak sanki. Yazarak düşünmek, çatlak duygularımın izlerini belli edecek taşları yerinden oynatmak istemediğim için muhtelif bahaneler icat ettikten sonra çaresiz masanın başına geçiyorum.
Arada volta attığım odanın penceresine yaklaşıp dev sokak lambalarının aydınlattığı çöp yığınına bakıyorum. Biliyorum biraz sonra o cılız bacaklarını ağırlaştıran yalpalayışıyla gelecek. Önce kâğıt yığınından şişeleri ayıklayacak. Birer birer ters çevirip son damlalarıyla halleşirken homurdanacak. Sonra yeşil, mavi, beyaz camlar misketler gibi şıngır şıngır yokuştan aşağıya yuvarlanacak. Eğer hırka, çorap türü çaput bulursa onları itinayla katlayacak. Keyfi olursa rüzgârda titreşen poşetlerin dibine çöküp bir izmarit yakar. Gece hava tarçınlı cevizli anne kurabiyesi kokuyor. Çiçeğe durmuş eriklerin pembe yapraklarını uçuran ılık bir meltem esiyor Boğaz’dan. Belki daha uzun kalır. O gelmediğinde kimsenin meraklandığını sanmıyorum. Ötekine yabancılaşmanın çürüterek yalnızlaştırdığını kavrayabilseler belki onlar da kaygılanır ama bilmiyorlar işte. Kimsesizliğin yanık tülü öylesine uçucu ki, adamın beyaz çiğ ışığın altında parlayan kızıl sakalları bile bakışlara değmiyor. “Yoksulluğun prensi”, her akşam karnını doyurmak için ava çıkan kızgın martılar gibi çöp dağının üzerine tünüyor. Bense onu başka bir gezegende yaşıyormuş gibi uzaktan izliyorum. Bütün yaptığım bu. Bazen düşünüyorum da bir gece onunla “okyanusun” zifiri sularına dalıp, çocukluğumuzdan kalan eski bir hatırayı arar gibi kimbilir hangi omuzlara dokunan ceketlerden kopmuş kırık düğmelerin, eprimiş bir mendilin, eşini arayan yırtık bir terliğin, en kıymetli sayfalarını kaybetmiş defterlerin peşine düşsek. Birbirimizi kalp gözüyle anlar mıydık? Sanmıyorum. Bunun için ikimiz de epey yaşlıyız artık.
Kelimeler yuvanızdır!
Böylesine onur kırıcı, alçaltıcı, kimi zaman insanı yaşadığından utandıran “yoksulluğun” edebiyatı olur mu hiç. Ben beceremem herhalde ama oluyor. Üstelik eğer onu yapan, yazının bayağılaştıran tuzaklarına düşmeden insanın karanlığını iyi ifade edebiliyorsa hakiki bir iz bırakıyor. Acı, felaket, yoksulluk gibi bıçağı kendine batıran keskin duyguları, insanlık hallerini anlatmak biraz tehlikelidir. Sadece tenezzül etmediklerinden, kendilerini o dünyanın “hiçliğine” ait hissedemediklerinden değil, biraz da o “tuzağa” düşmekten ürktükleri için kaçınır yazarlar “yoksulluk edebiyatından”. Aslında neyi anlatırsanız anlatın seçtiğiniz kelimeler, hayatı omuriliğinden tutup sallayan dil, hakiki yuvanızdır! O duruş edebiyatın sizdeki karşılığını da belirler haliyle. Hikâyenizin gerçek veya kurgulanmış olması neticeyi değiştirmez. Okuyanı hikâyenin gerçekliğine inandırıp kuytuda kalmış duyguların manasıyla çoğaltabiliyorsanız ona dokunmuşsunuz demektir.
Daha evvel Sicilya Konuşmaları isimli kitabıyla tanıştığım İtalyan yazar Elio Vittorini bahsettiğim türden esaslı bir yazar. Kahramanı Silvestro’nun annesiyle gezdiği Sicilya’daki yoksul iklimin kokusu, anısı kalmamıştı bende. O “anlatı/romanda” babasından aldığı mektupla trene atlayıp portakal toplayan işçilerin arasına karışan anlatıcı, –kitabın sonunda ironik bir dille reddetse de– elbette kendisiydi. Daha sonra edebiyat beğenisine güvendiğim bir arkadaşım yazarın da en sevdiği kitabı, Fil’i okumamı tavsiye etti. O küçük dev romanı okudum ve ancak o vakit Vittori’nin çağdaşlarının ona hayran olma sebebini anladım. O en baştan beri yoksun kaldığımız ne varsa yaşadığımız sürece onun eksikliğini hissedeceğimizi, ama belirleyici olanın başka değerler olduğunu mesafeli anlatımına eşlik eden lirik diliyle sezdiriyor. Ve aslında zor olanı başarıyor. Yoksulluğu, doyurulamayan ihtiyaçlarımızın doğallığından ayırmadan en çıplak haliyle gösteriyor. Dalgın bir çocuk gibi kafasını kaşıyarak, bazen de durup bu hayatta payımıza düşenin ne olduğunu içtenlikle sorarak.
Yazarken devleşenler
İşsizliğin edebiyatta fazlaca yer bulmadığı günümüzde, “Bir ev dolusu insandık, ama içimizde çalışıp aldığı haftalığı eve getiren tek insan kardeşim Euclid’di. Annemin kocası geçen güz evlendiklerinde zaten işsizdi” cümleleriyle açılan hikâye, okuruna lafı hiç dolandırmadan tekinsiz bir dünyanın atmosferine sokacağını söylüyor. Ve her şey orada, ev sanılan terk edilmiş bir depoda, yoksulluğun kendine has tabiatıyla zenginleşen bir masanın etrafında yaşanıyor.
Anlatıcının annesi dünyanın büyük babası olabilecek irilikteki adama “fil” diyor. Yalnız övmek için değil onu küçümsemek için de kullanıyor bu sıfatı. Büyükbaba vaktiyle İtalya’daki tünel inşaatlarında, demiryolu inşaatlarında, köprülerde, santrallerde çalışmış bir adam. Artık hiç konuşmadan, kıpırdamadan karanlıkta o kocamış haliyle gıcırdayan iskemlesinde oturuyor. Umursamazlığı, kaba görünümü, sertliği, yaşamakta direnmesi annenin canını sıkıyor ama sürekli onun ne müthiş bir adam olduğunu hatırlatıyor çocuklarına. Euclid’in eve getirdi para sadece karaborsadan ekmek almaya yetiyor ve çoğunu büyükbaba yiyor. Bir de ormandan toplayıp kaynattıkları hindiba var.
Bazen sofraya oturduklarında, gerçeğiyle karşılaştıklarında vahşiler gibi davranmamak için çorba, et, pilav ve meyve yermiş gibi yapıyorlar, Ağız şapırdatma sesleri çıkarıyorlar. Anne evlerine gelen işçi Katransurat’a, “Öyle zarif tavuk yiyişleri vardır ki, bale yapıyorlar sanırsın” diyor. Çocuk bir ara “kırmızı mercanlar gibi göz alan böğürtlenlerin” ve bodur ağaçların arasında büyük babasının hakkı olan ekmeği çeşmenin suyuna banarak yediğini itiraf ediyor. Tanıdık biri olmadığı sürece bu yaptığına aldırmadığını da söylüyor: “Düşünü kurduğum gelecek günlerde, yemek yemenin neredeyse tek sebebi görülmek, öbür insanlara beni yemek yerken görmenin tadını tattırmak olacaktı.” Buna benzer cümleleri okuduğumda, acıyı anlatmak için seçtiği kelimeleri kendisine benzeten yazarların da büyükbaba gibi “devleştiğini” düşündüm.
Vakti geldiğinde çekip gidebilmek...
Vittorini’nin babası yoksul çocukluk yıllarını tren istasyonlarında Macbeth sahneleriyle zenginleştiren bir demiryolu işçisi. Okuduğu kitapların etkisiyle on yedi yaşında Sicilya’dan ayrılıp düzeltmen olarak çalışmaya başladığında bir arkadaşının yardımıyla Robinson Cruose’yu çevirerek İngilizce öğrenmiş. Daha sonra önemli çevirileriyle Amerikan edebiyatının İtalya’da tanınmasını sağlamış. Onun edebiyat tutkusunda, yaşamın nabzını kitapların “bilgeliğiyle” buluşturabilen bir dinginlik gördüm ben.
Hikâyedeki “fil” alegorisini, toplumsal bir gerçekliğe işaret etmekten ziyade “serin havanın, güneşin, gecenin karanlığının insanı mutlu ettiği, hayatın olduğu gibi yaşandığı” günleri hatırlatmak ve romanın belkemiğini oluşturan “vakti geldiğinde çekip gidebilmek” düşüncesinin etrafını dantel gibi incelikle örmek için kullanmış sanırım.
Yazarın daha kitabın en başında “Ah, nerde insanların o fil gibi yaşadığı günler” diyerek zamanı müphem bir “filler çağını” hatırlatmasının çok katmanlı bir karşılığı var aslında. Basit ama dokunaklı diyaloglarla akıp giden anlatı, derinleşerek yarılıyor ve nereye karışacağı belli olmadığı halde şıkırtılı sesini işitebildiğiniz berrak bir pınar gibi kadim korkularımızın saklandığı yere doluveriyor.
Fillerin gizli mezarlıkları...
Romanın diğer kahramanı evlerini ziyaret eden yüzü katranlı bir işçi. Katransurat, Fil’e göz kırptığını onun da kendisine cevap verdiğini iddia ediyor ve ev halkı buna çok şaşırıyor. Yabancının varlığı ve anlattığı hikâyeler, büyükbabayı algılayışlarını da değiştiriyor; “Birden, filin belli başlı özellikleri bakıp durdukları bu manzaranın değişmez bir parçası olmaktan çıkıp insanın kalbindeki elle tutulup gözle görülmeyen birtakım niteliklere dönüşmüştü”. Katransurat kavalından çıkardığı gıcırtıya benzer bir sesle insanların havasını değiştirebildiğini düşünüyor. “Bulabileceğimiz şeyi bulduk mu da, işin sonu gelmiş olur. Artık gerisinin önemi yoktur. Ölümümüzü önce kendimiz biliriz, o zaman gelince de hazırlıklı olmamız lazım” diyor.
Katransurat, hayatı boyunca görmediği halde haklarında bilgi topladığı fillerin gitme zamanı geldiğinde kendilerinin de bilmediği mezarlıklarından bahsediyor: “Aradıkları yerin nerede olduğunu kendileri de bilmez; arayıp bulmak zorundadırlar o yeri. Onun için bazen günlerce yürümeleri gerekir.” Ve onların bilgeliklerinin nerede saklı olduğunu hatırlatıyor: “Vakti gelince, ancak gidecek yere varacak kadar güçleri kaldığını anlamalarında.”
Ne bir filim, ne de insan...
Kitap bittiğinde “fil” sürüsünden ayrılıp kıraç topraklarda bir başına kalmış bir varlık gibi hissetim kendimi. Ne kendisini incitenlere zarar vermemek için etrafındaki her şeyi kırıp dökmeyi göze alan yürekli bir fil ne de tam olarak insandım. Bu hayatta ne aradığımı, ne bulduğumu düşünüyordum. Sonra aradığını bulduğu halde kıymet bilemeyenlerin ya da belki onu çoktan kaybetmiş olanların kemik sızlamasıyla ürperdim. Ya gerçekten bulduysam ve sahip çıkamadıysam, dedim. Ay hâlâ üstümde yeni gelin gibi tebessüm ediyordu. Mavi çöp poşetlerinin yumuşak bir battaniye misali serildiği kaldırıma baktım. Kızıl sakallı ihtiyar yoktu. Fil, sırtında ağır paltosu, eski kunduraları, şapkası ve bastonuna dayanmış köşede öylece duruyordu. Sırtı Vittori’nin tarif ettiği gibi dikleşmişti. Yüzünde aradığını bulmuş huzurlu insanın rahatlamış ifadesi vardı. Katransurat, kavalını başkalarının hayatında mucizeler yaratmak ister gibi çalıyordu. Gerçekten de Afrika’daki göllerin kıyısında yetişen körpe bir kamış gibi tınlıyordu gecenin ıssızlığında. Ben hâlâ çiğnemekle yutkunmak arasında geçen uzun saatler boyu acı çeken çocuğu düşünüyordum. İhtiyar ağacın kurumuş dalında kalan son yaprak gitme zamanının geldiğini anlamış gibi döne döne caddenin ortasına düştü.
Yoksulluğun ıstırabı, kendinde saklı olan “mücevheri” bulmasıyla sona ermiyordu belki ama başka bir varlıkta kendi özünü gören insan hayatın kutsallığını daha iyi kavrıyordu. Filler ve ne aradığını bilen insanlar başkalarına yük olamamak için doğru zamanda bu dünyadan ayrılmayı biliyordu. Aslında iki insanın birbirini anlaması için göz kırpımı kadar kısacık bir süre yetiyordu. Ve gittiğimizde sadece gitmiş oluyorduk.
(Fil, Elio Vittorini, Helikopter Yayınları, Çev. Gönül Çapan)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 14:59:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!