Bu yazının bir adı, bir türü ve bir cinsiyeti henüz yok. Annem hep derdi ki; ’samimi olmak en doğrusu... İçten ol, dürüst ol. O zaman hayatın sana açamayacağı kapı yoktur.’ Aslında yalan söylüyorum. Annem öyle bir şey söylemedi. Belki de söylemiştir, hatırlamıyorum ama söylemediyse bile bu felsefeyi annemin düşünmüş olmasını dilerdim. Şimdi yine her zamanki şaşkınlığımla dürüst ve samimi olmayı deneyeceğim. Çünkü elimde daha iyi bir kozum yok ve daha şahane bir yanılgı edinemedim henüz.
Yazmaya yazmaya delirdiğimi düşünebilirsiniz. Haksız da sayılmazsınız. Bence yazmamak da, en az yazmak kadar delice bir şey. Bunu bire bir yaşadım desem yeridir. Ailesel olduğunu düşündüğüm dertlerim, baharatların olduğu rafta depresanlarım ve tezgahta dünden kalmış bulaşıklarım var. Tipik bir kadınım ben. Dağınık ve sıradanım. Kahveyi çaydan daha çok sevdiysem burada bir mantık hatası var haklısınız. İroni yapacak halde de değilim üstelik. Bir sigara daha yaktım şimdi. Şairin dediği gibi; ’yaşanmışlıklara, yaşanmamışlıklara ve hiç yaşanamayacaklara’ keder niyetine olsun bir sigara da...
Evet ne diyordum... Nedense içimden bu yazıyı San Fransiskolulara (nasıl yazıldığını bilmiyorum, okuduğum şekliyle yazmak istiyorum. Biliyorsunuz yabancı dile vakıf değilim ve yazım kuralına bakamayacak kadar üşengecim bu aralar, ’hatta vakıf kelimesinin içerisindeki ’a’nın üzerinde de şapka olması gerekiyordu lakin buna takılmıyorum. Lakin de de şapka olmalıydı.. neyse) , Bedevilere ve Afrikadaki çıplak ayaklı çocuklara ithaf etmek istiyorum. Biliyorum umurlarında bile değilim. Ama kim bilir, birgün belki olurum...
Haa bir de; Frida ve Diego var elbette. Bu yazının, tam da bu yazdığım satırlarında ikisi mutlaka olmalı. Onlar idolüm. Frida’nın Diego’ya yazdığı ’Senden neden vazgeçtim’ine bir gönderme de ben yapmak istiyorum. Frida’nın vazgeçiş nedenlerini okuduğumda, hayır dedim. Çünkü içimde bir şeyler sızladı. Çünkü Frida Diego’yu sevmekten hiçbir zaman vazgeçmedi. Aslında vazgeçişini değil, vazgeçemeyişini anlatıyordu. Öyle çaresiz bir haldeydi ki, içindeki ayaklanmayı bir türlü izah edemiyordu. Bu kadar yetenekli insanlar bile tek bir his uğruna darma dağın olabiliyor. Aslında Frida, neden bir türlü bu cerahatli aşktan kurtulamadığını yazıyordu. Yazıyordu, çünkü başka düşündüğü bir şey yoktu. Yazıyordu, çünkü Turgut Uyar’ın dediği gibi; ’başka türlüsü güçtü’. Canını Diego’dan daha ustaca acıtan bir adam daha tanımamıştı. Acısını seviyordu. Onu acıtmayı seviyordu. Daha mühim bir saçmalığı yoktu hayatta.
Yazımın bu kısmında sezdiğim kısa bir hikayeyi anlatmak istiyorum. Sezdiğim dediysem, öyle işte. Bu kısmını anlamasanız da olur... Hikaye bir oğlanla bir kızın arasında geçiyor. İlk buluşmalarında yaşadıkları absürük bir durum söz konusu. Oğlan ve kızın yaşadıkları birkaç saatin kısa özeti...
Oğlan buluşma yerinden alıyor kızı. Planladığı süprizin gerektirdiği üzere, allayıp pullayıp gözlerini bağlıyor kızın, elinden tutuyor. Bir çocuk oyunu kuruyor aklında. Mavi bir göl var geçmişte bir yerde bıraktığı. Oraya götürüyor sevdiğini. Vardıklarında hesaba katmadığı bir şey karşılıyor onları. Göl buz tutmuş. Bembeyaz... Üzerinde incecik bir sis. Oğlan kızın gözlerini açıyor usulca. Kız büyüleniyor. Oğlan maviliği göremediğinden hayal kırıklığına uğruyor. Yine de buruk buruk gülümsüyor. Kız, gördüklerinden mutlu ve biraz hüzünlü gibi... Kalpleri buz tutmuş insanlar geçiyor akıllarından. Hüzünle dalıyorlar beyazlığa...
(biliyorum siz böyle okurken manasız geldiğini, ama tam da böyle oluyor)
Buzdan gölün orta yerinde birkaç genç ve ellerinde bir bidon. Az sonra gölün üzerine dairesel aralıklarla döktükleri benzini ateşe verip kıyıya koşuyorlar. Kız oğlanın omuzuna dokunuyor. ’Bak! ’ diyor... Göl yavaş yavaş çözülüyor. Beklenilen koyu mavilik parıl parıl parıldıyor. Tıpkı sevgi içmiş kalplerin çözülüşüne benziyor. Oğlanın gözlerinden yaşlar süzülüyor. Kız eğilip oğlanı öpüyor... Herkes rüyadan uyanıyor. Hayat olmadık bir melodide raks ediyor, çember daralıyor. Güneş deliriyor. Yağmur susuyor. Toprak, toprak kokuyor...
(hiç beklemeyin, sonu mutsuz bitmiyor)
Yazımın bu kısmında düzenli aralıklarla ve sürekli gel git kıvamında aklımı zorlayan buhranlarımdan söz etmeliyim. Bazen acayip şeyler hissediyorum. Düşüncelerim çıldırmış gibi... Kader.. diyorum... Nasıl oluyor sahi? Kader; ’İyiliği seçtiğinizde iyi olan yolun, kötülüğü seçtiğinizde kötü olan yolun kolaylaştırılacağı’ diye açıklıyor. Sorgulamalar orada tıkanıyor. Her şey öylesine açık ki... Seçimlerimiz ve kararlılıklarımız belirliyor kaderi. Bankada ölen o adam, su faturasını yatırmak için orada olsaydı keşke...
Fakir bebeğin içemediği sütü, zenginin köpeği içiyorsa; bana adaletten bahsetmeyin...
(p.samuelson)
Tekvir Sûresi... Şimdiye kadar işlediklerimiz içerisinde en zorlandığım... Çünkü kıyametten söz ediyor. Kıyamet! Yani; ’geri dönüşü olmayandan...’
’Bizim zamanımızda gelinler kayınbabalarının yanında zeytin yiyemezlerdi’ diyor.
’Neden! ’ diyorum. ’Öyle şey mi olur! ’
’Zeytin çatalı batırdığında kayınbabaya sıçrarsa büyük saygısızlık olur’ diyor. Böyle bir şeyi ilk kez duyuyorum. Zeytinle saygımı olur efendim.
Durup yatışmayı, biraz sakinleşmeyi umuyorum. Ne karga olabiliyorum, ne de tarladaki korkuluk. Öyle ıssızım ki, soluğumu duyuyorum. Uyan! diyorum; gafletten. Uyan ey ölüm. Kederden tanınmayacak haldeyim. Her yeni gün biraz daha tükeniyorum. Yanımda yoklar. Yoklukla imtihan oluyorum. Sesleri duyamıyorum. Tesellileri işitemiyorum, düşsel yardımları geri çeviriyorum. Adımlarım boşlukta sallanıyor, koşmalarım boşluktan yuvarlanıyor, durmalarım boşluğa devriliyor... Neyse..
Yazdıklarımı siliyorum. Silinmeyenler sizde kalsın istiyorum. Acıyı büyütmeliyim galiba. Yazmak böyle gerektiriyor kanımca.
Koluma yazdığım cümleye takılıyor gözüm. Yavaş yavaş silinmeye başlamış. Unutmamak için yineliyorum;
’Allah’ım benim kalbimi de yıka! ’
’Allah’ım benim kalbimi de yıka! ’
’Allah’ım benim kalbimi de yıka! ’
Bu bir dua... Şimdiye dek en içten dilediğim, okuduğum dua... Çok ağlıyorum o sıra...
Leyl.. diyor... Ondan önce; ’nereye gidiyorsunuz? ’ ’Öyleyse nereye gidiyorsunuz? ’
Öyleyse nereye gidiyorum sahi?
Aidiyet bir imtihan mı? Bir intihar mı? Benim sınavım bu mu? Ben kimseye ait olamam, kimse de bana olmasın. Sizi kırdımsa, mutlaka kırmak istememişimdir. Biliyorum. Biliyorum ben berbat bir insanım. Biliyorum ben berbat bir insan değilim. Bedbaht insan soyundan geliyorum..
Beni tanımak istediğinizi sanmıyorum. Ben vahşi bir kurt oluyorum geceleri. Geceleri kalbimi yiyorum! Yiyorum da bitmiyor.. Elim yüzüm kan içinde... Bir kuyuya atsınlar beni, ipsiz, merdivensiz... Bir ömür sızlansam oracıkta... Bu sıkıntı çöplüğünün yığınları arasından sıyrılamıyorum. Sanki son günlerin demindeyim, sanki kötü haberim yakın...
İçindeki yılanı öldür, içimdeki yılanı ez! Nefsimi boğazla. Nefsimle boğuşmaktan yoruldum. Yorulmak ve her şeyden sıkım sıkım sıkılmak aynı cümle içinde geçiyorsa korkuyorum. Korkuyorum onu yenemeyeceğim. Korkuyorum delirecek gibiyim. O kertenkeleyi gördüm, tanıdım. Sonra bir kirpi oldu. Sonra bir kaplumbağa. Kafasını içeri çekti. Anı kolladı. Saldırmadı. Yokladı. Beni bekledi...
Vazgeçtim... Evet vazgeçtim Allah’ım kirli kalbim onmaz artık. Yunmaz yıkanmaz. Allah’ım; beni ölümle ihya et... Of, çok ileri gittim. Susuyorum biraz. Müzik dinlemeliyim. Bir bardak daha kahve içmeliyim. Okumamı bekleyen yığınla kitap var. Beyaz Geceler, her ne kadar rengime ters düşsede merakla sayfalarını çeviriyorum. Arkadaşlar merak etmişler. Aslında merak edilecek bir şeyim de yok hani. Omuzlarımda bir yılgınlık, ellerimde üşengeçlik... Onur duyuyorum. Ne ihtişamlı bir duygu bu. Siz bile merak etmezken akıbetinizi, birilerinin sizin için endişelenmesi ne hoş. Kendimi mi kandırıyorum? Aslında kimsenin kimseyi düşündüğü falan yok. Geçenlerde ölseydim örneğin, kim hayatını durdurabilecekti benim için? Üzüntü dediğin şey, bir gün, iki gün, bilemedin üç gün sürer. Sonrası alışkanlık.. Allah kullarına sabır denilen bir tohum aşılamış, ki en darlandığın anında büyüt ve yeşert o tohumu, fidan olsun diye... Benimkilerde dahil biliyorum herkesinki asırlık ağaçlar, yıllanmış çınarlar gibi boy veriyor tüm haybetiyle içimizde..
Diyor ki bana, malumunuz;
’Benim burada ne işim var dercesine yerini yadırgayan, yarım saat boyunca yerinde duramayan, yavaş yavaş hareketlerle birçok şey yapan, çevresindeki eşyalara ilk defa görüyormuşçasına bakan, zihni sandığından ve odasından daha derli toplu (değil) ’
Yaz(a) mıyorum artık, hem yazacak ne var ki bu dünyada? Kahır mektubuymuş, kan revanmış, yalanmış dolanmış, neresinden tutarsan elinde kalırmış.. Hey gözünü sevdiğimin çemberi... Döndükçe içine çekilen benim eşsiz mabedim.. Bana koymazmış, hem o zavallı kapıyı da çarpıp çıkıncaya kadarmış, mış, mış... hadi ordan! Kendisini Sakarya Nehrine bırakan o kadın... Mahvetti beni... Perişan oldum, beter oldum... Umarım huzur bulmuştur...
Ablam iyi değil bu sıralar, çok üzülüyorum. Onu üzenleri öldürmek istiyorum. Ama ben cani değilim. O yüzden en tehditkar halimi takınıp, cana kastetme eylemini elbette es geçiyorum. Henüz o kadar delirmedim. Bazen gözüm dönüyor. Bu bir suç sayılabilir ve yazdıklarımın kanıt unsuru taşıyan halleri de var, biliyorum. Ateş olan cürümü kadar yer yakarmış. Ben ateş değilim, cürümüm de o kadar göz korkutucu sayılmaz. Bunları okumak ona keyif verecek, bu satırları ona hediye ediyorum...
’Nice yıllar sevgilim’ (-yetimim benim / Nazım Hikmet)
’Benim ne suçum var ki? Sen benim kaderimsen...’
’Boyun büktü hep çiçekler, koklanacak gül kalmadı’
’Çok sevdiğimi anlayacaksın’ (-...sevmediğim zaman/Pablo Neruda)
’İçimde bir ümit var, geleceksin diyorum’
’Ben hala bekliyorum’
’Yalnızlık içiyorum’
Acıyı seven insanlar tanıdım ben! Her gece göğe merdiven dayayıp kendini ihbar eden, kendi kendisinin yargıcı ve kendi kendisinin suçlusu adamlar ve kadınlar... Bildim, tanıdım onları! Ne vakit böyle hissetsem hüzün kokuyorum... Ey gece, ey aş(ı) k.. Ey kadrini kıymetini anlayamamış mutluluk... Sana tutunmak, harcım değil...
Biliyorum artık çok geç... Kaktüsleri dikecek saksı da kalmadı elimde. Yarın çıkıp toprak almam gerek. Çay buz olmuş. Sigaram bitmelik... Biraz sigara sarmalıyım...
Şimdi satırlarıma en damardan girip, dozu kıvamında enjekte edip azad etmeliyim kelimelerimi. Bunu yaparken en sevecen halimi takınmalıyım yüzüme. Bakın ben neler düşünüyorum ama sonsuz bir tebessümüm da var hala yüzümde, dercesine... Bir söyleşi yapmam gerek ama kabuğuma öylesine çekilmişim ki, sus yutmuş gibi tökezliyorum. Ayıp oldu adama, ayıp ettim diyorum. kabahatim büyük ve henüz özür dileyecek bir gerekçe bulamadım. Bulduğumda bütün mahçubiyetimle varacağım kapısına...
Bu kısımda adı olmayan yazımın can damarını kesip veda etmem gerekiyor. Çocuklar uyanmadan öldürmeliyim düşündüklerimi. Kafamda öyle planlamış olmalıyım. Sevgili ’cici’ kuşu anmalıyım bir de. Solucanlardan nefret ediyorum. Rahat uyu, seni çok sevdim, hala seviyorum...
Ha! bir de, tahminen ne zaman seversin beni diyor ya şair, tahminen ne zaman ararsın beni yazıyorum. Bu söz içimde ukde... Muzipce yazıp, gülümsüyorum...
Ve bir söz içime çok oturdu. Noktayı onunla koymak istiyorum...
"Yoksa seni içimsıra çok mu hızlı yaşadım"
Attila İlhan’a rahmetle... Eyvallah olsun....
Fulya CodalKayıt Tarihi : 12.11.2016 13:20:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!