Yoklar Köylü Salih...ÖYKÜ Şiiri - Yorumlar

Tayyar Yıldırım
194

ŞİİR


7

TAKİPÇİ

Ne zaman şehirlerarası bir yolculuk yapsa, uzaklardaki üç beş ışığa takılır gözü. İrili ufaklı köylerin ışıklarıdır onlar. Otobüsün perdelerini aralar, uzun uzun seyreder ve derin düşüncelere dalar. “Kim bilir nasıl yaşıyorlardır oralarda? Neler yapıyorlardır şu an? Kimileri oturmuşlardır yer sofrasının etrafına, kaşık sesleri çınlatıyordur odayı. Kimi hayvanlarının akşam yemlerini verip, paçalarına yapışan samanları temizliyordur henüz. Kimi genç kızdır, yavuklusu için işleyip, hayalleriyle süslediği mendili kokluyordur. Kimi yıllardır cebinden eksik etmediği sigarasını tüttürüp, ciğerleri sökülürcesine öksürüyor ve kendi kendine “bırakamadım şu mereti, bunu icat edenin atası anası ölsün” diye söylene söylene, kahvehanenin yolunu tutuyordur. Kimi hasta anasının başucunda diz çökmüş, “hatırını alıp”, bir öpücük konduruyordur yanağına. Kimi askerdeki oğlunun şu anda neler yaptığını düşünüyordur. Kimi gelin olacak kızının, kimi gelin alacağı oğlunun, eksik olan çeyizlerinin tamamlanması için ne yapacağının hesabını tutuyordur. Yarın okula gidecek olan çocuklarını uyutmakla meşguldür kimileri. Kimileri onlara vereceği harçlığın hesabını yapıyordur, olmayan bütçeleriyle. Kiminin aşı kıttır, kiminin eşi ondan önce göçüp gitmiş, tek başına yaşamaktadır koca hanede” diye düşünerek, devam eder yolculuğuna. Birazdan, düşlediği o köylerin ışıkları görünmez olacak. Yeni ışıklar belirecek uzaklarda. Köylerimizin hepsi bir birine benzer. O köylerde yaşayanlar da… Yaz mevsiminde pazara götürerek sattıkları; üç beş marul, beş on bağ taze soğan, bir miktar yeşillikten kazandıkları bir kaç kuruştan başka eli para görmeyen, soluk yüzlü, eli nasırlı ama şükürlü, kanaatkâr, vefakâr, cefakâr, çileli ama mutlu, “gözleri ile yürekleri aynı noktaya bakan” analarımızın, babalarımızın, hepimizin köyleri.

Adı Salih. O da Konya’nın; doktordan, hemşireden, ebeden yoksun; tek katlı, arka kısmında hayvanların barındığı, ön kısmında insanların yaşadığı, iki odalı, küçücük pencereli, taş duvarlı, toprak damlı evleri olan bir köyünde, 1959 yılında doğmuştu. Salih doğmadan iki ay önce askere gitmişti babası. 24 ay süren askerliğini bitirdikten sonra köye uğramadan, ilk çocuğuna kavuşmanın sevincini bile yaşayamadan, İzmir’e hamallık yapmaya gitmişti. Beş parasız gelmek istememişti köye. İzmir’de üç beş ay çalışıp, biraz para kazanıp, öyle dönmeyi düşünmüştü. Köye geldiğin de Salih üç yaşına girmişti. Babası İzmir’den döndükten sonra alabilmişlerdi nüfus kâğıdını. Salih’in doğduğu yıllarda köylerinde su yok, elektrik yok, telefon yok, yol yok, okul yoktu. Eşeklerin kara sabana çifte koşulduğu yıllardı o yıllar. (Hoş, hala da koşulmaktadır ya.) Kısaca, “Yoklar Köyü” idi Salih’in köyü.

Yoklar Köyü’nde ilkokul binasının inşaatına başlandığı yıl 1965 idi. O tarihten önce okul yüzü gören olmamıştı köyde. O yıllarda, köye kırk yılda bir vasıta gelirdi. Bütün çocuklar gelen vasıtanın peşine takılır, ardından koşarak yarış ederlerdi onunla. Bir yaz günü öğlen vaktinde, kazma ve kürek yardımıyla yapılmış olan ve köyü nahiyeye bağlayan yoldan, motosikletli bir yabancı geldi. Salih ve köyün diğer çocukları motosikletin peşine takılıp, odanın önüne kadar koştular. Gelen yabancı; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen bir babayiğitti. Salih ve arkadaşları meraklı gözlerle seyrederlerken, o, “derhal muhtarı çağırın bana” diye seslendi. Muhtar kısa bir süre sonra geldi. Eline aldığı kasketi göğsünün üzerine kapatarak; “buyur efendi oğlum, beni istemişsin” dedi. Öğretmen de ona döndü ve “Ben öğretmenim. Adım Muzaffer Öner. Devlet beni köyünüze öğretmen olarak görevlendirdi” dedi. Sonra döndü, Salih’in başına elini koyarak “kaç yaşındasın sen? ” diye sordu. Utana sıkıla “altı” diyebildi Salih. Öğretmen tekrar muhtara dönerek, “köyünüzde bu çocuğun yaşında ve bu çocuktan daha büyük yaşlarda ne kadar çocuk varsa, hepsini yarın bu saatte, anaları, babaları ve nüfus kâğıtlarıyla birlikte köy odasında hazır olarak görmek istiyorum. Biliyorsunuz, okulumuzun temeli yeni atıldı. Ama biz şimdilik okul olarak köy odasını kullanacağız. Yeni okul binamız biter bitmez de oraya taşınacağız” dedikten sonra, motosikletine bindiği gibi, yine tozu dumana katarak köyden ayrıldı.

Salih dördüncü yaşına girdiğin de, babası tekrar İzmir’e hamallık yapmaya gidecekti. Zaten, Yoklar Köyü’nün insanları her yıl İzmir’e hamallık yapmaya gider, orada üç ay çalışır, sonra köylerine geri dönerler ve kazandıkları paralarla dokuz ay geçinirlerdi. Sağlıklı bir ortamdan mahrum olarak yaşayan diğer çocuklar gibi, Salih de bir gün ciğerlerini üşütmüş ve o günden sonra sürekli olarak öksürür olmuştu. Babası İzmir’e onu da götürüp, hem tedavisini yaptıracak, hem de hamallık yapıp, biraz para kazanıp geri dönecekti. Öyle de yaptı. Aklının dünyaya yeni yeni ermeye başladığı yaşında; denizi, otomobilleri, otobüsleri, kamyonları, trenleri apartmanları görmüştü Salih. Bu görüntüleri üç dört aylık bir zaman diliminde “kısa metrajlı” bir film gibi hafızasına nakşetmişti. Hayatının bundan sonraki bölümünün nasıl şekilleneceğini bu görüntüler belirleyecekti. Köye döndükten sonra, o filmi tekrar tekrar izliyor, sonra da köydeki arkadaşlarına anlatıyor, onlar da anlatılanları can kulağıyla ve imrenerek dinliyorlardı. Salih, İzmir’e yaptığı yolculuğu ve orada geçen yaşamını hücrelerine kadar hissediyor, anlatmaktan ve o anları yeniden yaşamaktan zevk alıyordu. Çünkü köyde hayat çok zordu. Her yaştan insan, kaldıramayacağı kadar ağır yükler yüklenmek zorundaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanılıyor, gece yarılarına kadar belki de onlarca çeşit iş yapılıyor ama karşılığında bir tek kuruş bile olsun para kazanılamıyordu. Hâlbuki İzmir öyle miydi? Orada otomobiller vardı, apartmanlar, gemiler, trenler vardı. Bunlar hep para ile alınabilen şeylerdi. Orada yaşayanlar da, tıpkı Salih’in köyünde yaşayan insanlar gibi insanlardı. Ama onların evleri köydekilere hiç benzemiyordu. Yolları da benzemiyordu köydeki yollara. Oradaki evlerin içinde, borulardan sular akıyor, bir düğme ile odalar aydınlanıyor, telefonlar vasıtasıyla çok uzakta olanlar bile bir birleriyle konuşabiliyorlardı. İzmir’dekiler gibi yaşamak, onlar gibi konuşmak, onlar gibi giyinmek için, bu köyden ayrılıp “İzmir’e gitmek” ve orada yaşamak gerekiyordu. Pekâlâ, bu nasıl gerçekleşecekti? Elbette okula giderek, okuyarak, “öğretmen olarak” gerçekleşebilecek şeylerdi bunlar. Dört yaşında izlediği “İzmir Filmi”, onu böyle düşünmeye sevk ediyor, hırslandırdıkça hırslandırıyor ve bundan sonraki hayatına yön verecek görüntüler oluşturuyordu kafasında.

Tamamını Oku
  • Serpil Susamcıoğlu
    Serpil Susamcıoğlu 30.06.2009 - 02:53

    severek su gibi okudum. yazılarınızın devamını dilerim.kutluyorum

    Cevap Yaz
  • Jale Keskin
    Jale Keskin 28.06.2009 - 16:00

    Yaşanmışlıklardır hayatı hayat yapan.
    Anlatım dili çok etkili Kutluyorum. Başarılarınızın devamı dileği ile.

    Cevap Yaz
  • Nazire Bağlar
    Nazire Bağlar 28.06.2009 - 14:54

    Hiç soluk almadan okudum ve çok beyendim ,nerden nereye der gibisiniz vede haklısınız . İnsan oğlunun azmidir ona yol aldıran,hadi diyende Salih in babası o yakmasa idi o ışığı Salih cesareti nerden bulacaktı.
    Üstadım önce o babanın kadrini bilmeli ,hakkettiğini sunmalı.
    Örnek alınan kişidir önemli olan,iyiki o delikanlı etkili olmuş üstünde ve gene baba vasıtası ile gidilip filim gibi hatırda kalan İzmir,gerisi azim....
    Bu büyük bir tevafuk Serdar aynı düğme ile oynuyor,film yeniden başa sarılıyor,ogünler yaşanıyor.................
    ÇOK BEYENDİM ,DEVAM ÜSTADIM.

    Cevap Yaz
  • Halil Şakir Taşçıoğlu
    Halil Şakir Taşçıoğlu 30.04.2009 - 21:49

    Yoklar köyü o kadar çok ki.Harika bir gözlem,olağanüstü güzel bir anlatım,duyarlı bir öykü.KUTLUYORUM..Saygılar benden.................halilşakir

    Cevap Yaz

Bu şiir ile ilgili 4 tane yorum bulunmakta