Ne zaman şehirlerarası bir yolculuk yapsa, uzaklardaki üç beş ışığa takılır gözü. İrili ufaklı köylerin ışıklarıdır onlar. Otobüsün perdelerini aralar, uzun uzun seyreder ve derin düşüncelere dalar. “Kim bilir nasıl yaşıyorlardır oralarda? Neler yapıyorlardır şu an? Kimileri oturmuşlardır yer sofrasının etrafına, kaşık sesleri çınlatıyordur odayı. Kimi hayvanlarının akşam yemlerini verip, paçalarına yapışan samanları temizliyordur henüz. Kimi genç kızdır, yavuklusu için işleyip, hayalleriyle süslediği mendili kokluyordur. Kimi yıllardır cebinden eksik etmediği sigarasını tüttürüp, ciğerleri sökülürcesine öksürüyor ve kendi kendine “bırakamadım şu mereti, bunu icat edenin atası anası ölsün” diye söylene söylene, kahvehanenin yolunu tutuyordur. Kimi hasta anasının başucunda diz çökmüş, “hatırını alıp”, bir öpücük konduruyordur yanağına. Kimi askerdeki oğlunun şu anda neler yaptığını düşünüyordur. Kimi gelin olacak kızının, kimi gelin alacağı oğlunun, eksik olan çeyizlerinin tamamlanması için ne yapacağının hesabını tutuyordur. Yarın okula gidecek olan çocuklarını uyutmakla meşguldür kimileri. Kimileri onlara vereceği harçlığın hesabını yapıyordur, olmayan bütçeleriyle. Kiminin aşı kıttır, kiminin eşi ondan önce göçüp gitmiş, tek başına yaşamaktadır koca hanede” diye düşünerek, devam eder yolculuğuna. Birazdan, düşlediği o köylerin ışıkları görünmez olacak. Yeni ışıklar belirecek uzaklarda. Köylerimizin hepsi bir birine benzer. O köylerde yaşayanlar da… Yaz mevsiminde pazara götürerek sattıkları; üç beş marul, beş on bağ taze soğan, bir miktar yeşillikten kazandıkları bir kaç kuruştan başka eli para görmeyen, soluk yüzlü, eli nasırlı ama şükürlü, kanaatkâr, vefakâr, cefakâr, çileli ama mutlu, “gözleri ile yürekleri aynı noktaya bakan” analarımızın, babalarımızın, hepimizin köyleri.
Adı Salih. O da Konya’nın; doktordan, hemşireden, ebeden yoksun; tek katlı, arka kısmında hayvanların barındığı, ön kısmında insanların yaşadığı, iki odalı, küçücük pencereli, taş duvarlı, toprak damlı evleri olan bir köyünde, 1959 yılında doğmuştu. Salih doğmadan iki ay önce askere gitmişti babası. 24 ay süren askerliğini bitirdikten sonra köye uğramadan, ilk çocuğuna kavuşmanın sevincini bile yaşayamadan, İzmir’e hamallık yapmaya gitmişti. Beş parasız gelmek istememişti köye. İzmir’de üç beş ay çalışıp, biraz para kazanıp, öyle dönmeyi düşünmüştü. Köye geldiğin de Salih üç yaşına girmişti. Babası İzmir’den döndükten sonra alabilmişlerdi nüfus kâğıdını. Salih’in doğduğu yıllarda köylerinde su yok, elektrik yok, telefon yok, yol yok, okul yoktu. Eşeklerin kara sabana çifte koşulduğu yıllardı o yıllar. (Hoş, hala da koşulmaktadır ya.) Kısaca, “Yoklar Köyü” idi Salih’in köyü.
Yoklar Köyü’nde ilkokul binasının inşaatına başlandığı yıl 1965 idi. O tarihten önce okul yüzü gören olmamıştı köyde. O yıllarda, köye kırk yılda bir vasıta gelirdi. Bütün çocuklar gelen vasıtanın peşine takılır, ardından koşarak yarış ederlerdi onunla. Bir yaz günü öğlen vaktinde, kazma ve kürek yardımıyla yapılmış olan ve köyü nahiyeye bağlayan yoldan, motosikletli bir yabancı geldi. Salih ve köyün diğer çocukları motosikletin peşine takılıp, odanın önüne kadar koştular. Gelen yabancı; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen bir babayiğitti. Salih ve arkadaşları meraklı gözlerle seyrederlerken, o, “derhal muhtarı çağırın bana” diye seslendi. Muhtar kısa bir süre sonra geldi. Eline aldığı kasketi göğsünün üzerine kapatarak; “buyur efendi oğlum, beni istemişsin” dedi. Öğretmen de ona döndü ve “Ben öğretmenim. Adım Muzaffer Öner. Devlet beni köyünüze öğretmen olarak görevlendirdi” dedi. Sonra döndü, Salih’in başına elini koyarak “kaç yaşındasın sen? ” diye sordu. Utana sıkıla “altı” diyebildi Salih. Öğretmen tekrar muhtara dönerek, “köyünüzde bu çocuğun yaşında ve bu çocuktan daha büyük yaşlarda ne kadar çocuk varsa, hepsini yarın bu saatte, anaları, babaları ve nüfus kâğıtlarıyla birlikte köy odasında hazır olarak görmek istiyorum. Biliyorsunuz, okulumuzun temeli yeni atıldı. Ama biz şimdilik okul olarak köy odasını kullanacağız. Yeni okul binamız biter bitmez de oraya taşınacağız” dedikten sonra, motosikletine bindiği gibi, yine tozu dumana katarak köyden ayrıldı.
Salih dördüncü yaşına girdiğin de, babası tekrar İzmir’e hamallık yapmaya gidecekti. Zaten, Yoklar Köyü’nün insanları her yıl İzmir’e hamallık yapmaya gider, orada üç ay çalışır, sonra köylerine geri dönerler ve kazandıkları paralarla dokuz ay geçinirlerdi. Sağlıklı bir ortamdan mahrum olarak yaşayan diğer çocuklar gibi, Salih de bir gün ciğerlerini üşütmüş ve o günden sonra sürekli olarak öksürür olmuştu. Babası İzmir’e onu da götürüp, hem tedavisini yaptıracak, hem de hamallık yapıp, biraz para kazanıp geri dönecekti. Öyle de yaptı. Aklının dünyaya yeni yeni ermeye başladığı yaşında; denizi, otomobilleri, otobüsleri, kamyonları, trenleri apartmanları görmüştü Salih. Bu görüntüleri üç dört aylık bir zaman diliminde “kısa metrajlı” bir film gibi hafızasına nakşetmişti. Hayatının bundan sonraki bölümünün nasıl şekilleneceğini bu görüntüler belirleyecekti. Köye döndükten sonra, o filmi tekrar tekrar izliyor, sonra da köydeki arkadaşlarına anlatıyor, onlar da anlatılanları can kulağıyla ve imrenerek dinliyorlardı. Salih, İzmir’e yaptığı yolculuğu ve orada geçen yaşamını hücrelerine kadar hissediyor, anlatmaktan ve o anları yeniden yaşamaktan zevk alıyordu. Çünkü köyde hayat çok zordu. Her yaştan insan, kaldıramayacağı kadar ağır yükler yüklenmek zorundaydı. Sabahın ilk ışıklarıyla uyanılıyor, gece yarılarına kadar belki de onlarca çeşit iş yapılıyor ama karşılığında bir tek kuruş bile olsun para kazanılamıyordu. Hâlbuki İzmir öyle miydi? Orada otomobiller vardı, apartmanlar, gemiler, trenler vardı. Bunlar hep para ile alınabilen şeylerdi. Orada yaşayanlar da, tıpkı Salih’in köyünde yaşayan insanlar gibi insanlardı. Ama onların evleri köydekilere hiç benzemiyordu. Yolları da benzemiyordu köydeki yollara. Oradaki evlerin içinde, borulardan sular akıyor, bir düğme ile odalar aydınlanıyor, telefonlar vasıtasıyla çok uzakta olanlar bile bir birleriyle konuşabiliyorlardı. İzmir’dekiler gibi yaşamak, onlar gibi konuşmak, onlar gibi giyinmek için, bu köyden ayrılıp “İzmir’e gitmek” ve orada yaşamak gerekiyordu. Pekâlâ, bu nasıl gerçekleşecekti? Elbette okula giderek, okuyarak, “öğretmen olarak” gerçekleşebilecek şeylerdi bunlar. Dört yaşında izlediği “İzmir Filmi”, onu böyle düşünmeye sevk ediyor, hırslandırdıkça hırslandırıyor ve bundan sonraki hayatına yön verecek görüntüler oluşturuyordu kafasında.
Salih o gece hiç uyumamıştı. Sürekli olarak, köye gelen öğretmeni düşünüyor, okula başlayacağı günü hayal ediyordu. Öğretmenin köyden ayrıldığı günün gecesini hiç bitmeyecek sandı. O gece sürekli olarak hafızasındaki “İzmir Filmi”’ni izledi. Kısa aralıklarla uykuya daldığında da, bir otobüse biniyor, benzin istasyonlarını, telefon direklerini ve direklerdeki fincanları hayranlıkla seyrederek, İzmir yolculuğu yapıyordu. Uzak dağlardaki üç beş ışıktan ibaret köylerde yaşayan milyonlarca Salih’i görüyordu rüyasında. Zaman zaman da bir motosiklete binip, tozlu topraklı yollarda ilerliyor ve uğradığı köylerde muhtarı çağırıp, “çocukları köy odasına toplamasını” tembihliyordu. Uyandığında ise, “acaba onlar da bir bahaneyle İzmir’e gidip, benim gördüklerimi görebilecekler mi, benim duygularıma sahip olabilecekler mi” diye düşünüyordu.
Sabah olunca, bir gün önce köye gelen; takım elbiseli, kravatlı, siyah saçlı, uzun boylu, iri yapılı, oldukça yakışıklı, konuşması köylülerin konuşmasına benzemeyen babayiğit adam, tekrar geldi köye. Salih’in babası yine hamallık yapmak üzere İzmir’de bulunduğu için, annesi ile birlikte gittiler köy odasına. Heyecandan nefesi kesilecek gibi oluyor, hıçkırıklara tutuluyor, derin derin nefesler alıyordu. Artık “İzmir Filmi”nin gerçek bir oyuncusu olmak için ilk adımını atmak üzereydi. Köy o tarihte 50 haneli bir köydü. Köy odasına da 50 ile 60 arasında çocuk toplanmıştı. Öğretmen tek tek herkese sorular soruyor, ellerindeki nüfus kâğıtlarını inceliyordu. Sıra Salih’e geldi. Titreyen elleriyle nüfus kâğıdını öğretmene uzatırken, gözlerini gözlerinden alamıyor, onu hayranlıkla izliyordu. Öğretmen, çok sayfalı nüfus kâğıdının sayfalarını çeviriyor, bir yandan da Salih’i süzüyordu. Bir anda kaşları çatıldı. Gözlerini aşağıdan yukarıya doğru Salih’in üzerinde gezdirmeye başladı. Kısa paçalı ve askılı bir pantolon, yakasız bir gömlek ve yırtık çoraplı bir çocuğun mahcubiyeti ile Salih de Ona bakıyordu.“Sen kaç yaşındasın? ” diye sordu. Daha önceki günlerde annesine sorduğu sorulardan aldığı cevaplara güvenerek ve kısık bir sesle “altı” diyebildi Salih. “Hayır, sen daha üç yaşındasın, nüfus kâğıdında böyle yazıyor. Bu yaşta seni okula alamam. Biraz daha büyümen lazım” dedi. Hâlbuki Salih, “ana ben kaç yaşındayım, ne zaman doğdum? ” diye her sorduğunda anası; “guzum; Ali, Sen, Süleyman, Iramazın hepiniz aynı sene içinde doğdunuz. Siz doğduğunuz da “çok çana” gar yağdıydı. Damlarımızın gardan çökeceğini sandıydık. Hem o sene gış o gadar ağır geçti ki, hayvanlarımıza yiyecek dahi bulamadıydık. Canavarlar bile dağda yiyecek bulamayınca köye indiydiler. Bizim bir ala geçimiz vardı, onu ve gomşumuzun birkaç goyununu parçaladıydılar. Hepiniz o zaman doğdunuz.” diye anlatırdı. Ama öğretmen; Ali, Süleyman ve Ramazan’ın okul kayıtlarını yapıyor, Salih'i ise geriye gönderiyordu. “Sen daha küçüksün, kâğıtta böyle yazıyor” diyordu. Anası mı yanlış biliyordu, yoksa kâğıtta yazılanlar mı yanlıştı, bir türlü anlam veremedi. Diğerlerinin babaları, onlar doğduklarında askerde olmadıkları için, doğdukları yıl nüfusa kayıt ettirmişler meğer. Salih şaşkınlık içindeydi. Başını kaldırıp anasının yüzüne baktı, sendeledi, düşecek gibi oldu. Gözyaşları yanaklarına doğru süzülmeye başladı. Dudaklarını büzdü. Nefesinin kesildiğini, dizlerinin büküldüğünü, sesinin boğazına düğümlendiğini hissetti. Hıçkıra hıçkıra çıktı odadan.
Köyde okuma yazma bilen üç dört kişiden birisiydi Salih’in babası. Diğer iki amcası da biliyorlardı okumayı ve yazmayı. Askerde öğrendiklerini Salih’e de öğretmişlerdi. Sonradan duyuldu ki, öğretmen kayıtlarını yaptığı öğrencilerden A,B,C, harflerini ve daha fazlasını tanıyabilenleri direk olarak ikinci sınıftan başlatmış. Bunu duyan Salih bir kez daha kahrolmuştu. Ondan sonraki yıl, nüfus kaydına göre henüz dört yaşında olmasına rağmen, (geçen bir yıllık sürede Salih’in namını da duymuş olacak ki) altı yaşına girmesini beklemeden okula kaydetti. Yeni okul binası da tamamlanmış ve orada başlamıştı okula. Bir önceki yıl kayıt olan arkadaşlarının bir kısmı, şimdi üçüncü sınıftaydılar. Salih ise okuma yazmayı bildiği halde, birinci sınıftan başlamıştı okula.
Yıllar çok çabuk geçti. Salih İlkokulu birincilikle bitirdi. Öğretmeninin ve babasının teşvikiyle, devlet parasız yatılı sınavlarına katılmaya karar verdi. Sınav kayıt günü gelip çatmıştı. Kayıt yaptırmak için önce yaya olarak nahiyeye, sonra da otobüs ile ilçeye gidecekti. Köyünde, nahiyeye gidecek bir traktör dahi yoktu. Gece saat 03.00’de babası ile birlikte kalktılar ve köyün üstündeki tepeye kadar yürüdüler. Bir müddet sonra babası Salih’e dönerek; “oğlum biliyorsun benim seninle gelme imkânım yok. Hayvanlarımız evde yiyecek bekliyor. Onları dağa götürmem lazım. Ben buraya bir ateş yakacağım. Eğer korkarsan, dön ve ateşe bak. Bu şartlarda tek başına gidebilir misin? ” diye sordu. Köyden nahiyeye yaya olarak bir saatte gidilebiliyordu. Bugüne kadar kurduğu hayallerin gerçekleşmesi, bu zor şartlarda bile nahiyeye ulaşmasına bağlıydı. Geceydi, çok karanlıktı ve henüz 12 yaşındaydı. Korkuyordu. O yaştaki bir çocuğun yapabileceği bir şey değildi bu. Ama imkânsızı başarmak zorundaydı. Bütün cesaretini toplayarak, babasına döndü ve titrek bir sesle “giderim babacığım” dedi. Babası ağlayacak gibi oldu. Boğazına bir şey düğümlendi ama belli etmedi. Eğildi ve Salih’in yanağından öptü. “Oğlum, hiç korkma. Ateşi hiç söndürmeyeceğim” diyebildi. Salih, meşe ağaçlarının çevrelediği toprak yoldan, kısa ama hızlı adımlarla yola koyuldu. Ayakkabıları lastiktendi. Uçları da hafif delinmişti. Biraz da “bol geliyordu” ayaklarına. Yere bastıkça “pat pat” sesleri gecenin sessizliğini bozuyordu. Beş on adım atıyor ve dönüp geriye doğru bakıyordu. Ateşin yandığını gördükçe rahatlıyor ve tekrar önüne dönüp nahiyeye doğru ilerliyordu. Yol üzerinde oldukça büyük bir tepe vardı. Ateşin görünmesini engelliyordu. Bir an önce tepenin ilerisine geçip, ateşi görmek istiyordu. Adımlarını daha hızlı atmaya başladı. O ilerledikçe tepe yükseliyordu sanki. Geri dönüyor, ateşe bakıyor ama göremiyordu. Hâlbuki tepeyi çoktan aşmış olmalıydı ve ateşi görebilmeliydi artık. Babası, Salih’in ayak sesini bir müddet dinlemiş ve duyulmaz olunca da köye geri dönmüştü. (Salih bu durumu akşam eve döndüğünde öğrenecekti) , Bu arada ateş sönmüş ve görünmez olmuştu. Ama nahiyeye de yaklaşmıştı artık.
Yaşadığı korkular yavaş yavaş yok oluyordu ki, aşağıdan kendisine doğru gelen bir karaltı gördü. Büyük ihtimalle bu bir köpekti. Salih onu kurt sanmıştı. Bir an için geri dönmeyi düşündü. Sonra hemen toparladı kendini. “Hayır” dedi. “Geri dönersem sınav kaydımı yaptıramam ve tıpkı babam gibi, ömür boyu sefalet içinde yaşarım” diye mırıldandı. Hem geri dönse bile, kurt yine yakalayabilirdi. İleriye doğru gitmeliydi. Bir anda cesaretlendi ve nahiyeye doğru koşmaya başladı. “Daha hızlı, daha hızlı, daha hızlı koşmalıyım. Belki beni yakalayamaz ve hedefime ulaşmış olurum. Yakalarsa da, hiç olmazsa, bir amaç uğruna ölürüm” diye söylendi. Nefes nefese kalmıştı. Ama hedefine de ulaşmıştı. İşte nahiyenin içine girmişti bile. Sabah olmak üzereydi. İnsanlar evlerinin ışıklarını yakmaya başlamışlardı. Kâbus bitmişti. Salih otobüse bindi, ilçeye gitti, kayıt işlemlerini yaptırıp geri döndü.
Sonraki aylarda, girdiği iki aşamalı Devlet Parasız Yatılı sınavının ikisini de kazanmıştı. Okuyacağı okula kaydını yaptırmak için 1972 yılının Eylül ayında, bu kez babası ile birlikte, nahiyeye gitmek üzere köyden ayrıldılar. Nahiyeye geldiklerinde otobüs hareket etmek üzereydi. Bindiler ve ilçeye doğru yola çıktılar. Otobüste Salih ve babasından başka altı yolcu daha vardı. Bunların dördü; tıpkı Salih gibi okul kaydını yaptırmak için ilçeye giden iki öğrenci ve onların babalarıydı. Diğer iki kişi de şoför ve otobüsün sahibiydi. Otobüs bir müddet yol aldıktan sonra yolun kenarında bekleyen yolcuları almak üzere durdu. Onlar binmediler. Otobüs tekrar hareket etti. Bir müddet gitmişti ki ön taraftan; “yüz yap, bin yap, yüz yap bin yap! ” şeklinde şoföre talimat veren bir ses duyuldu. Meğer otobüsün sahibi; arkadan gelen ve kendilerini geçmek isteyen bir başka otobüse yol vermemesi için şoförü ikaz ediyormuş. Nahiyeyi ilçeye bağlayan yol, kumla kaplı ve daracık bir yoldu. Bu yüzden de öndeki aracı sollamak çok tehlikeliydi. Salih’in içinde bulunduğu otobüsün şoförü hızlandıkça hızlanıyor, arkadan gelen otobüsün şoförü ise geçmek için kornaya basıyor ve ısrarla yol istiyordu. Sonradan öğrendik ki, arkadan gelen otobüsün şoförüne, o çevrede “Deli Memet” derlermiş. “Deli Memet”’in otobüsü iyice yanaştı ve iki otobüs yan yana geldiler. “Bas gaza, yüz yap, bin yap! ” sesleri artarak devam ediyor, şoför de bu talimata kayıtsız ve şartsız boyun eğiyor, “gaza bastıkça” basıyordu. Salih’in babası ve diğer yolcular şoförü ikaz ediyor, diğer otobüsün geçmesi için izin vermesini istiyorlardı. Yolcuların bağrışları ile otobüslerin gürültüsü bir birine karışıyordu. Salih’in içinde bulunduğu otobüs sağ tarafa devrilecek gibi oldu önce. Sonra düzeldi ve yarışa devam edildi. Daha sonra acı bir fren sesi duyuldu. Önce sarsıldılar, sonra otobüs sağ tekerlerinin üstüne doğru yükseldi, korkunç bir gürültü ile birlikte takla atmaya başladı. Ortalık bir anda karardı. Her yer toz duman içinde kalmıştı. Salih’in babası ve diğer çocukların babaları; “yavrum, oğlum, Salih’im! ” diye bağırıyorlar, çocuklar da bu seslere “baba, babacığım! ” diyerek karşılık veriyorlardı. Bir müddet sonra şoförün bulunduğu taraftan küçücük bir ışık huzmesi göründü. İnsanlar oradan dışarı çıkmaya çalışıyorlardı. Salih de o tarafa yöneldi. Zar zor ulaştı ışığın bulunduğu yere. Bir hamle yaptı ve dışarı çıktı. İlk önce babasını aradı gözleri. Babası da o delikten biraz önce dışarıya çıkmış, Salih’i arıyordu. “Baba! ” diye selendi Salih. Babası geri döndü ve hızla koşarak Salih’i kucakladığı gibi havaya kaldırdı. Babasının üzerindeki ceketin dış kısmı tamamen yanmış, sadece astarı görünüyordu. Meğer üzerine akünün asidi dökülmüş, hafif şekilde elleri ve yüzlerinde de yanıklar oluşmuştu. “Oğlum, bir şeyin var mı? ” diye sordu babası. Salih’in kaburgalarında hafif bir ağrı vardı. Elleriyle kaburgalarının bulunduğu kısmı göstererek, “babacığım şuram acıyor” diyordu. Diğer yolcuların tamamı otobüsten dışarı çıkmışlardı. Hiç birinin de önemli bir problemleri yoktu. Fakat şoför ve şoförü galeyana getiren şahıs ortalıkta görünmüyordu. Meğer her ikisi de otobüsün ön camının kırılmasıyla dışarıya doğru fırlamışlar ve çerçeve ile motorun arasına sıkışıp kalmışlardı. (İlahi adalet bu olsa gerek.) Şükür ki, onlar da, kazaya neden olan diğer otobüsün yolcularının yardımıyla, sıkıştıkları yerden kurtarılıp, hastaneye götürülmek üzere yola çıkarıldılar. Salih ve diğer yolcular, kaza mahalline sonradan gelen araçlar vasıtasıyla Seydişehir’e taşındılar. Oradan Konya’ya, Konya’dan da sınavını kazandığı okulun bulunduğu Ereğli İlçesi’ne gittiler. Sonradan öğrenildi ki, hastaneye götürülen yolcular da birkaç günlük tedavinin ardından taburcu edilmişler. Salih’in ağrıları ise kendiliğinden iyi olmuştu.
İvriz İlk Öğretmen Okulu Ereğli’ye 12 kilometre uzaklıktaydı. Bir dolmuşa binip okula vardılar. Okul, Köy Enstitüsü olarak kurulmuştu. Daha sonra İlk Öğretmen Okulu'na dönüştürülerek bu statüde devam etmişti öğretim hayatına. Dershane binası, spor salonu, onlarca yatakhane, onlarca lojman, mescit, iş atölyeleri, yiyecek depoları, hayvan barınakları, tarım alet ve makineleri ve daha birçok bölümden oluşan küçük bir kasabayı andırıyordu. Salih bu okula ikinci defa geliyordu. Okula kayıt hakkını kazandığı sınavın birincisini, kendi ilçesi olan Seydişehir’de, ikincisini de, bir ay kadar önce bu okulun spor salonunda olmuştu. Vakit, o zaman gündüz, şimdi ise geceydi. Gecenin karanlığı yetmiyormuş gibi, elektrikler de kesikti. Daha önceden orada okuyan ve Salih’in babasının bir tanıdığının oğlu olan Muzaffer’i buldular. Doğru yatakhaneye gittiler. Yatakhane çok büyük bir salondan ibaretti. İçinde sıra sıra dizilmiş çift katlı ranzalar vardı. Cam kenarlarında mumlar yanıyor, öğrenciler de ranzaların arasında oradan oraya koşuşturuyorlardı. Kimin nerede yatacağı belli değildi. Muzaffer, Salih ve babasına dönerek; “ileride üç kilometre uzaklıkta, Sarıca Köyü diye bir köy var. Orada benim bir arkadaşım var. Onlarda misafir olur, sabah da buraya geliriz. Sabah ola hayrola” dedi. Öyle de yaptılar. Ertesi gün Salih’in kaydını yaptırdıktan sonra babası köyüne geri döndü.
İlk Öğretmen Okuluna ilk adımını attı Salih. Daha kayıt yaptırdığı gün tavandaki lambalar ve duvardaki düğmeler ilgisini çekmişti. Birkaç gün sonra okulun bodrum katındaki çay ocağına inen merdivenin yan tarafında, yetişebileceği yükseklikteki bir elektrik düğmesi gördü. Düğmeye uzandı ve açıp kapatmaya başladı. Düğmeyi bir aşağı, bir yukarı oynatıyor, tavandaki lamba da bir yanıyor, bir sönüyordu. Bunun nasıl olduğuna bir türlü anlam veremiyordu. Ama bundan da büyük bir zevk alıyordu. Köyünde böyle bir şey yoktu. Gaz lambasının deposuna gaz yağını doldurursun, fitilini de kibritle ateşleyip, camını da taktın mı iş biterdi. Ama burada, duvar üzerinde, bir birinden bağımsız, bir düğme, tavanda da bir lamba vardı. Düğmeyle oynayınca lamba yanıyor ve sönüyordu. Bunu anlamak mümkün değildi. Bir müddet daha yakıp söndürmeye devam etti lambayı. Bir anda üzerinde bir gölge belirdi. Büyükçe bir el omzundan kavradığı gibi havaya kaldırdı. Kafasını çevirip baktığında iri yapılı, kasketli bir adam gördü arkasında. Adam hiç konuşmadan sürükleye sürükleye üst kata çıkardı onu. Bir odanın kapısını açtı ve “işte buydu” diyerek içeriye ittirdi. Salih sendeledi, düşmemek için zor zapt etti kendini. Üstünü başını düzeltti ve kafasını kaldırdı. Karşısında, kıvırcık ve uzun saçlı, heybetli bir adamın oturduğunu gördü. onun karşısında da beş altı tane kız öğrenci vardı. Adam, Salih’in omzundan tutup, defalarca duvara çarparak, bir eliyle bu vazifesini(!) yapıyor, diğer eliyle de öğrencilere ders anlatıyordu. Kızlar da sanki tiyatro seyrediyorlarmış gibi kahkahalar atıyorlardı. Adam bir müddet sonra Salih’i azat edip, odanın dışına gönderdi. Sonradan öğrendi ki; kıvırcık ve uzun saçlı, heybetli bu adam, okulun resim öğretmeni ve müdür yardımcısı Şafak Bey; Salih’i onun yanına götüren; iri yapılı, kasketli adam ise okulun hademesi Hüseyin Efendi'ymiş. Bu olaydan sonra Salih, Şafak Bey’i ve Hüseyin Efendi’yi ondan sonraki günlerde hiç sevemedi. Ayrıca, Salih iki kat aşağıdaki bodrum katının elektrik düğmesi ile Şafak Bey’in ders anlattığı sınıf arasında nasıl bir irtibat olduğunu da yıllarca düşündü ama çözemedi. Çünkü Hüseyin Efendi Salih’i, “işte buydu” diyerek Şafak Bey’in odasının kapısından içeriye doğru ittirmişti. “İşte elektrik düğmesini saatlerdir açıp kapatan buydu” dememişti ki. Şafak Bey Salih’in elektrik düğmesiyle oynadığını nereden anlamıştı? Yoksa oynadığı düğme Şafak Bey’in odasının lambalarını da mı yakıp söndürüyordu?
Salih, altı yıl öğrenim gördü orada. Önceleri o okulun süresi yedi yıldı ve ilkokul öğretmeni mezun ediyordu. Sonradan süresi altı yıla düşürülerek, Öğretmen Lisesi statüsü verildi. Öğretmen mezun etmiyordu artık. Orayı bitirip askeri okula kayıt yaptırdı Salih. Askeri okuldan mezun olduktan sonraki ilk görev yeri, İzmir Çiğli Hava Üs’sü oldu. Babasının, daha dört yaşında iken tedavi ettirdiği hastaneyi ziyaret etti ilk fırsatta. Daha sonra babasının hamallık yaptığı dükkânı buldu. Orası, Kestane Pazarı’nda, patates alım satımı yapılan, iki katlı küçük bir dükkândı o yıllarda. Aşağısı patates ve soğan çuvalları ile doluydu. Üst katta da yatıp kalkıyorlardı. Salih de tam üç ay boyunca yaşamıştı o mekânda. Sürekli olarak orada kalıyor, ara sıra aşağıya iniyordu. Dükkânın dışına ise ancak iş bitiminde, akşam saatlerinden sonra babasıyla birlikte çıkabiliyordu. Hatta bir defasında izinsiz olarak caddeye çıkmıştı da babasının şamarından kurtaramamıştı kendisini. O yıllardan beri hafızasında yaşattığı ve sürekli olarak izlediği kısa metrajlı film, gerçek olmuştu artık. İşte şimdi o filmin mekânında idi. Babasının hamallık yaptığı patates dükkânı ve yatıp kalktıkları, yemek yedikleri, banyo yaptıkları, küçücük pencereli, tek odalı mekân, şimdi bir avize imalathanesi olarak karşısında duruyordu. O, kısa metrajlı filmin gerçek bir oyuncusuydu artık. Yıllardır rüyalarını süsleyen mekânların ortasındaydı şimdi. Hafızasında kalan Şadırvan Camii’nin önünden geçiyor, Kemeraltı’na çıkıyor, kalabalığın içinden geçerek, Konak Meydanı'na açılıyor ve karşısında uçsuz bucaksız denizi görüyordu. Saat Kulesi’nin önüne geliyor, güvercinlere yem atıyor, resim çektiriyordu.
Salih daha sonra evlendi ve biri kız, üç evladı dünyaya geldi. Yıllar sonra, altı yıl okuduğu okulunu, eşine ve çocuklarına da göstermek istedi. Yıllık iznini kullandığı bir zamanda arabasına atladığı gibi okulun yolunu tuttu. Birlikte mezun oldukları ve uzun yıllardır görüşmedikleri bir kaç arkadaşıyla da haberleşerek, anlaştıkları gün ve saatte okulun önünde buluşacaklardı. 18 yaşında ve bekâr olarak ayrıldıkları arkadaşlarının çocuklarını, eşlerini görecek olmanın heyecanı içerisindeydi. Kararlaştırdıkları saatte buluşma gerçekleşti ve derin bir hasretle kucaklaştılar. Sohbetler edilip eski günler yâd edildi. Yatakhane, yemekhane, dershane, müzik odası, resim odası, futbol sahası, basketbol salonu ve diğer bölümlerin hepsi gezildi. Dershane binasına geldiklerinde, Salih’in altı yaşındaki oğlu Serdar Ramazan, merdivenin yan duvarındaki elektrik düğmesini açıp kapatmaya başladı. Salih geri döndü ve durakladı. Elini çenesine götürdü, ayaklarını yana doğru açtı, öylece donakaldı. Güya oğlu Serdar’ı seyrediyordu. Hâlbuki o, Serdar’a doğru bakıyor ama onu değil, on yıllar öncesinde başrollerini; Resim Öğretmeni Şafak Bey, Hademe Hüseyin Efendi ve kendisinin oynadığı, “Elektrik Düğmesi Filmi”’ni izliyordu.
Yoklar Köyü, 40 yıl önceki Yoklar Köyü değil artık. Orada elektrik var, telefon var, su var, yol var. Kısaca, İzmir’deki bir evde ne varsa orada da var. Ama Yoklar Köyü’nde bir şey eksik. Yoklar Köyünde Salihler yok oluyor. 50–60 öğrencisi olan ve Salih’in okuduğu ilkokul şimdi harabe olmuş. Köyde sadece 12 öğrenci var. Onlar da taşımalı eğitimle nahiyeye gidip geliyorlar. Salih doğduğunda 50 hanesi olan köyde, şimdi 25 hane var. O hanelerde, yaşları 65’in üzerinde yaşlı erkekler, yaşlı kadınlar yaşıyorlar. Evlerin çoğu yıkılmış, virane olmuş. Salih’in annesi ve babası da köydeler. Salih sık sık onları ziyarete gidiyor. Bir zamanlar yaya olarak, babasının yaktığı ateşe bakarak gittiği yollardan, şimdi kendi arabasıyla gidiyor. O yollardan geçerken çocuklarına; “aha işte şurada kesmişti kurt önümü”, “işte tam şurada yakmıştı babam ateşi” diyerek, o günleri yeniden yaşıyor, gözleri doluyor. Şehirlerarası yolculuklarını da artık kendi arabasıyla yapıyor. Şu anda ne yaptıklarını merak ettiği, o üç beş ışıktan ibaret köylerde yaşayanları görmek için, o köylerin içlerine kadar gidiyor. Orada yaşayan Salih’lerin de yok olduğunu, birkaç yaşlı insandan gayrı kimselerin kalmadığını, oralarda da evlerin virane olduğunu gördükçe ve uzaklarda yanan o ışıkların bir gün gelip tamamen söneceğini düşündükçe, kahroluyor, karmaşık duygular içinde kıvranıyor.
***
Salih’in köyünde doğup büyüyenler, yaşam şekillerinin “kader” olduğunu düşünürlerdi hep. Düşünmek ne kelime, belki de düşünemezlerdi bile. Bu gayet doğal bir şeydi onlar için. Üzerinde kafa yorulası bir hadise değildi ki. “Allah onları bu köyde yaratmış, rızklarını buradan çıkarmaları için tembihlemiş ve kaderlerine razı olmalarını emretmişti” o kadar.
Evlenecekler, boy boy çocukları olacak... Sonra boyu ilk sivrilenin eline bir çomak, sırtına da bir kepenek verecekler, o da önüne kattığı sürüyü dağlarda yayıltıp gelecek, akşam olunca da önüne konulan bulgur pilavı ve ayrana talim edecek... Babaları ve anaları da çocuklarıyla gurur duyacak ve onların marifetlerini saya saya bitiremeyecekler. “Hayat bundan ibarettir” Salih’in köylüleri için. Bu durumun suçluları zinhar onlar da değiller. O zamanın şartları ve “ülke yönetimi” anlayışlarından kaynaklanan sonuçlardır bunlar.
Memur nasıl olunur, öğretmen, polis, ormancı, kaymakam, zabıta memuru, tapucu, hükümet doktoru, avukat; onlar için hep ulaşılması imkânsız, önlerinde ceketlerin ilikleneceği insanlardır sürekli olarak saygı gösterilecek insanlardır. Kendileri de bu saygıyı onlardan esirgemeyeceklerdir.
Onlar takım elbiselerini giyinip, kravatlarını takıp köye gelecekler, köylüler de onları önce kasketleriyle selamlayıp, sonra da evlerinin en güzel köşelerini, en güzel sedirlerini açacak, en güzel yemeklerini onlara ikram edecek, ellerine ayaklarına su döküp karşılarında el pençe divan duracaklardır. Köylüler ellerinden geleni yapacaklar, hürmette hiç kusur etmeyecekler, saygının en derinini gösterecekler ama devlet dairelerine bir yolları düşünce de; dertlerini anlatabilmek için onlara ulaşmak; kralların, sultanların karşısına çıkmaktan daha zor olacak. Saatlerce kapılarının önlerinde bekleyecek, gerekirse o gün köylerine gidip, yarın tekrar gelecekler. “Bugün git yarın gel” tekerlemesini de bunlar icat etmişlerdi büyük ihtimalle…
Anaları onları memur olarak doğurmuştu zaten. Kader; kimine ormancı, kimine kaymakam, kimine asker, kimine öğretmen, kimine de doktor olacaksın demiş de onlar da öyle oluvermişlerdi işte. Alnının ortasına; “çoban olacak” diye yazılanlar da sırf bu işi yapacaklardı.
Hem bu görevleri bir onlar yapabilirlerdi. Onlar bu görevlerin erbapları olmuşlardı. Bir başkasının buralara gelebilmesi, kendi oturdukları makamlarda oturması, hem imkânsız, hem de bu makamlar öyle sıradan insanların oturuverecekleri makamlar değildi. Allah onları bu makamlar için yaratmıştı. Herkes layık olduğu yerdeydi. Kimileri dağda davar güdecek, kasapların reyonlarını etle dolduracak, kimileri de oralarda sergilenen bin bir çeşit ürünü sofralarına koyup, afiyetle tüketeceklerdi.
Devletin bir masasını kapabilmek, oralara oturabilmek için sivil hayatta atmadığı takla bırakmayan insanlar, her ne hikmetse, oraya oturduktan sonra gözleri kimseyi görmemekte, bakışları sürekli olarak tepelerden aşağılara doğru süzülmekte, “dünyayı ben yarattım” havasına girmektedirler. Bu saatten sonra onu oturduğu yerden çekip almanın, tekrar geldiği yere göndermenin imkânsız bir şey olduğunun o da farkındadır artık. Yıllardır çözülemeyen sorunlarımızın en büyük sorumlularının bu anlayış olduğu gün gibi ortada iken, bu anlayışın, bu psikolojik durumun değiştirilemiyor olması da ayrı bir sorun olarak karşımızda durmaya devam etmektedir.
Hâlbuki ülkemizin; kimsenin kimseye yük olmadığı, kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, kimsenin kimseye saygısızlık etmediği günlere; kimsenin kimseye babasının kesesinden hizmet götürmediğini bilen insanlara ihtiyacı vardır. Bulunduğun mevkinin sahibi millettir. O mevkilere gelenlerin vazifesi sadece millete hizmet etmektir. O mevkiler, birilerinin ihtiraslarını tatmin etmek için ihdas edilmedi. O mevkiler hiçbir kimseye babasından miras olarak da intikal etmedi
Anayasamıza göre devlet; 'Türk Milleti’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak'la görevlidir.
Bunu sağlayacak olanlar da devletin her kademesinde görev yapan görevlileridir.
***
Almanya’nın Türk işçilerine rağbet ettiği 1960’lı yıllarda köyümüzden Osman Amca, 30 yaşlarında genç ve fakir bir adam olarak, hamallık yaptığı İzmir’den Almanya’ya gitmek için müracaat etmiş ve bu müracaatı kabul edilerek Almanya’ya çağrılmıştı. O da gözünü kapatıp geride sevdiklerini de bırakarak çekip gitmişti. O yıllar, gerçekten de Şener Şen'in “Banker Bilo”, İlyas Salman’ın “Sarı Mercsedes”li filmlerine konu olan “Almanya Acı Vatan” günleriydi. Almanya Acı Vatan'dı ama Almanya'dan memlekete izinli gelenlerin fiyakalarının hüküm sürdüğü, köydeki bütün insanların onlara imrendiği yıllardı aynı zamanda,,,
Osman Amca'da Almanya'da birkaç yıl çalıştıktan sonra köye izinli olarak geri dönmüştü. Köylüler “tiril tiril” kısa kollu gömlek, “jilet gibi” ütülü pantolon giyinmeyi ondan öğrenmişlerdi. Salih’in Köyünde fötr şapka ile dolaşan ilk insandı Osman Amca…
Rengârenk ambalajlara sahip “yabancı sigaralar”, tükenince atılan “tek dolumluk çakmaklar”, üstten basmalı “fırdöndülü sigara tablaları”, elde taşınan “çenteli radyolar” hep onunla girmişti köye.
Köyde yaşayan insanlar ocaklarında yanan meşe közlerini odunlarını tutuşturmak için birbirlerinden ödünç ateş alırken, Osman Amca gazı biten çakmakları, ardına bile dönüp bakmadan bir fiske ile sokağa fırlatıveriyordu. Olası, inanılası bir şey değildi bu. Almanya’nın bu zenginliğe nasıl ulaştığını merak edip soran köylülere Osman Amca şu hikâyeyi anlatıyordu hep.
“Hasan da benim gibi Almanya’ya ilk giden Türklerden biriymiş. Önce maden ocaklarında başlamış çalışmaya. İşinden bekâr evine, bekâr evinden işine gidip geliyormuş. Aradan aylar geçmiş ve bir Alman kızına âşık olmuş. Bulduğu ilk fırsatta evlenme teklif etmiş ona. Ama kız kabul etmemiş bu teklifi önce. Bir müddet sonra uzaktan uzağa takip ettiği Hasan’ı o da sevmeye başlamış. Daha fazla direnememiş ve teklifini kabul etmek zorunda kalmış. Kabul etmesine etmiş ama önemli bir de şart koşmuş Helga.
—“Tamam, seninle evlenmeyi kabul ediyorum. Ama bir şartım var” demiş.
Hasan merak içinde sormuş.
—“Şartın nedir? ”
— “Sekiz saatlik çalışma zamanımla birlikte, günün 23 saatini evimize harcayacağım. Fakat geri kalan bir saati kendime ayıracak, o zamanı özgürce kullanacağım. Bu bir saatin hesabını istemeyeceksin benden.”
Hasan önce şaşırmış, kabul etmeyecek gibi olmuş. Çünkü serde Türklük vardır. “Kadınının izinsiz olarak bir saat nerede olduğunu sormamak, merak etmemek, yakışır mı bir Türk erkeğine? ” diye düşünmüş. Düşünmüş ama kısa sürede kendini toparlamış. Çünkü çok sevmekteymiş Helga’yı. Onu kaybetmekten korkuyormuş.
— “Tamam, şartını kabul ediyorum. Senin o bir saat içinde nerede olduğunun hesabını sormayacağım” demiş.
Daha sonraki günlerde Helga ve Hasan evlenmişler.
Helga daha işe başladığı ilk günden itibaren şartını uygulamaya başlamış.
Bu arada Hasan’da Helga’nın çalıştığı fabrikanın yakınında, bir başka fabrikada işe başlamış.
Mesai biter bitmez doğrudan evine gelmiş. Aynı saatlerde Helga’nın da gelmesi gerekiyormuş ama henüz ortalıklarda görünmüyormuş.
Hasan merak içindeymiş... “İçindeki kurtlar” yiyip bitirmekteymiş beynini. Aradan bir saatten fazla zaman geçmiş ve Helga da gelmiş eve. Selamlaşıp girmişler içeriye. Hasan cesaret edip soramamış. Çünkü ta başında söz vermiştir sormayacağına. Bir gün böyle, üç gün böyle, aylar geçtiği halde değişen bir şey yokmuş. Hasan’ın aklına bir fikir gelmiş.
“Takip etmeliyim Helga’yı” diye düşünmüş.
Ertesi gün izin alıp biraz erken çıkmış işyerinden. Doğru Helga’nın çalıştığı fabrikaya gitmiş. İşçilerin çıkış saatini beklemeye başlamış. Fabrikanın iş bitim zili çalmış ve işçiler de çıkmaya başlamışlar. Biraz sonra Helga da görünmüş kalabalığın içinden. Hasan görünmemek için karşı binanın arkasında bekliyormuş. Çalıştığı fabrikanın çevresinde daha onlarca fabrika varmış. Helga fabrikadan çıkar çıkmaz yakındaki bir başka fabrikanın kapısından içeriye girmiş. Hasan buna bir anlam verememekteymiş. Bir gün böyle iki gün böyle sürekli takip ediyormuş. Ama değişen bir şey de olmuyormuş. Sabrı da taşmak üzereymiş artık. Fakat bir hata yapıp onu küstürmekten de korkuyormuş. Yine takipten döndüğü bir günde Helga’yı beklemeye başlamış. Helga her zaman geldiği saatte gelmiş eve. Hasan kapıyı açmış ve bütün cesaretini toplayıp,
—“Seni epey zamandır takip ediyorum Helga! Fabrikadan çıkıp başka bir fabrikaya gidiyorsun. Orada bir saat kalıp sonra eve geliyorsun. Bunun sebebini bana anlatman lazım” deyivermiş.
Helga bu duruma çok bozulmuş. Zira aralarında bir sözleşme yapıp bu bir saatin hesabının sorulmamasını garanti etmişlerdi. Ama şimdi sözleşme tek taraflı olarak bozulmuştur. “Söz”, bir Alman için çok önemli bir şeydir. Bundan taviz vermek de mümkün değildir.
—“Seninle bir sözleşme yapmıştık. Bu bir saatin hesabını benden sormayacaktın. Ama şunu da itiraf etmeliyim ki; siz Türkler için aile kurumunun ne kadar önemli olduğunu seninle evli kaldığım süre içinde öğrenmiş bulunmaktayım İşte bu nedenle sana durumumu anlatmayı ve bu bir saatin hesabını vermeyi uygun buluyorum. Biliyorsun, Ülkemiz henüz 15 yıl önce çıktı savaştan. Milyonlarca insanımız öldü. Tesislerimizin tamamı harap oldu. Halkımız çok ızdırap çekti. Biz Almanlar çok gururlu bir milletiz. Kimsenin esareti altında yaşamayı da kabul etmeyiz. Özgürlüğümüze çok düşkünüz. Bunu sağlamanın tek yolu da ekonomik olarak güçlenmemize bağlıdır. Ekonomimizin güçlenmesi ise hem çok çalışmak, hem de hilesiz çalışmakla, hak ve adalete azami derecede riayet etmekle mümkündür. Ona buna hava atarak gün geçirenlere, çalışanın alın terinden kestiklerini kendi kesesine indirip “Karun Hazinelerinin sahibi” gibi davrananlara, haklarını yedirmek yoktur bizim kanunlarımızda ve karakterimizde. Anlıyor musun beni Hasan?
—“Evet, anlıyorum ama anlattıkların ile konumuzun ne alakası var şimdi? ” diye çıkıştı.
—“Bizler yıllardır, sekiz saat kendimize, bir saat de devletimize çalışırız. Ben seninle olmadığım bir saati devletim adına çalışarak, Almanya’nın geleceğine katkıda bulunuyorum. Devletimiz ancak bu şartlarla eski gücüne kavuşabilir. Şimdi anladın mı beni? ” demiş.
Hasan çok mahcup olmuş. Kafasını yere eğip Helga’yı dinlemekteymiş. Çünkü bu ana kadar hakkında o kadar kötü şeyler düşünmüş ki utancından başını kaldırıp yüzüne dahi bakacak hali yokmuş. Onu çok seviyor ve bir o kadar da sayıyormuş. Şimdi ise bu gerçek karşısında gözünde bir kat daha büyümüş. Oturduğu yerden yavaşça kalkıp sevgiyle kucaklamış onu.
Hasan, anlık bir zaman diliminde, 1960’lardan 2009’lara doğru bir hayal yolculuğu yapmış ve derin düşüncelere dalmış.
“Bir çelişki mi yaşıyorum, yoksa Almanların izledikleri yol doğru bir yol mudur? Çünkü kendi ülkemin insanları bu tür hikâyeler karşısında, savunma reflekslerini kullanarak hemen karşı hücuma geçiyorlar.
“Bana da o imkânları sağlasınlar, ben de çalışayım. Onlar bir aylık kazançları ile benim ülkeme gelip bir ay tatil yapıp gidiyorlar. Daha ben yanı başımızdaki tatil yörelerimizden bihaberim” şeklindeki bahanelere sığınıyorlar.
Hâlbuki Almanların, önce çalışıp, daha sonra mı bu imkânlara sahip olduklarını, yoksa bu imkânların “gökten zembille mi indiğini” ya da şu anda bile kendi ülkeleri adına nasıl bir özveri içinde çalıştıklarını göz ardı ediyorlar.
Almanya’da asgari ücret ile idare eden beş kişilik bir ailede yedi adet cep telefonu bulunmasının imkânsız bir şey olduğunu hiç düşünmüyorlar. Hem geliri asgari ücret olan, hem de en son sürüm cep telefonu kullanmaktan çekinmeyip, bu durumu etrafına “hava atma” aracı sayan bir başka millet var mıdır dünyada? ” merak içindeyim. “Emeklemeden yürünemeyeceğini”, “emeksiz yemeğin olamayacağını”, beynimizin bir kenarına kaydetmedikten sonra, çalışanın hakkını teslim etmedikten, “Rabbena, hep bana” anlayışından ve “keserin ağzını sürekli olarak kendimize doğru yontma” alışkanlıklarından vazgeçmediğimiz sürece biz bu paradoksların içinde öyle bir dolaşırız ki, bizi kimse çözemez” diye düşünmüş.
Helga ile yaşadığı bu olay vesilesiyle; “bir milletin yeniden şaha kalkışının nasıl sağlanacağının” da ipuçlarını yakalamış, iyi bir ders almış.
Osman Amca bu hikâyeyi anlatıp, “tek dolumluk çakmakları”, gazı bitince çöpe atma aşamasına nasıl gelinebileceğinin ipuçlarını da verdikten sonra; “darısı, Ülkemiz ve Milletimizin başına…” diyerek derin bir ah çekip, elindeki sigarasını “fırdöndülü kül tablasına” basarak bütün dikkatleri yeniden Alman teknolojisinin dayanılmaz cazibesine doğru yönlendiriverirdi.
O yıllarda henüz 7–8 yaşlarında olan oğlu İsmail'e aldığı üç tekerlekli bisiklet, köyde bulunan diğer çocukların yüz yıllar geçse de ulaşamayacağı, uzanamayacağı araçlardandı. Almanyalı Osman Amca’nın oğlu bisikletle köyün harmanlarında zevki sefa ederken, köyün diğer çocukları bisikletin arkasında ona eşlik eder, “bisiklete bir kez olsun bindirmesi” için yalvarışlarına şahit olunurdu
O yıllar, Salih’in de dünyaya aklının yeni yeni erdiği yıllardı. Osman Amca ve köyün öğretmeni ve şehirden gelen birkaç misafir de dâhil olmak üzere köyün yukarı kısımlarına kaynak sularının çıktığı yerlere, Salih’in babası öküz çiftleriyle tarlada karasabanla çift sürerken, Salih de sabahın akşamına öküz çiftinin önünde kılavuzluk edip “dön baba dönelim” yaparken, onların; ellerindeki “çenteli radyodan”; “yârim İstanbul'u mesken mi tuttun? ” türküleri söyleye söyleye pikniğe gidişleri, imrenilecek ah çekilecek hadiselerdendi
Ulaşımın çevre köylere yaya olarak sağlandığı 1974 yılında; Almanyalı Osman Amca 125 bin lira vererek; sıfır kilometre, son model bir Alman Ford minibüs satın almıştı.
Salih'in Devlet Parasız Yatılı olarak okuduğu okulundan izinli bulunduğu ve izninin bitip yine yalnız ve yaya olarak nahiyeye gideceği bir gecede minibüs bir Hızır gibi yetişmişti imdadına. Osman Amca minibüsün ilk seferini, “köylüye iyilik olsun” diyerek parasız olarak yapmıştı. O günün akşamında da köydeki gençlerin hepsini yine ücretsiz olarak ilçeye taşıyıp sinemaya götürmüşler. Böylelikle de ömründe sinema nedir bilmeyen, şehir yüzü görmeyen köy gençleri, “minibüs medeniyeti” sayesinde diğer medeniyetlerle de tanışmış oluyorlardı.
O tarihlerde köyde bir tane bile sürücü belgeli insan bulunmadığı için, çevre köylerden birinde yaşayan Âdem Ağabey, ailesiyle birlikte köye taşınarak yıllarca minibüsün sürücülüğünü yapmış ve böylelikle köylünün de uzun yıllar hizmetinde bulunmuştu
Aradan geçen yıllar Osman Amca'nın oğlu İsmail'in büyüyüp, genç bir delikanlı olmasını sağlamıştı. Yıllardır muavinliğini yaptığı minibüsün direksiyonunun başına oturma zamanı gelmişti artık. Emektar Âdem Ağabey’e yol verip İsmailli yılların başladığı yıllara girilmişti böylece.
***
Salih’in köyüne altı kilometre uzaklıkta bulunan Çavuş Nahiyesi’nde bir jandarma karakolu vardı. Nahiyeye komşu olan onlarca köyün asayişi bu karakoldan sorulurdu. O tarihlerde iki adet jandarma eri sürekli olarak köyler arasında devriye gezer, bir nevi devlet ile köyler arasında köprü vazifesi görürlerdi. Devlet ile işi olan köylülere yapılan bildirimleri ulaştırmak, askerliği gelmiş olan gençlerin celplerini götürmek, mahkemelerde davaları olan insanları bilgilendirmek hep bu devriyelerin görevleriydi.
Jandarmanın köye gelişi, başlı başına bir olaydı. Devletin gücünün en ücra köşelerdeki köylere yansıması demekti devriyelerin köye gelişleri. Güven demekti. Çocukları yaramazlıklarından alıkoymanın yoluydu jandarmalarla korkutmak. Kısaca; jandarmalar, çocuklar için birer korku abidesi, büyükler içinse devletin gücü demekti. Hoş, silahlı kuvvetlerimiz hala da milletimizin gözünde bir numaralı güven merkezi olma özelliğini korumaktadır.
Günlerden bir gün, nahiye karakolunun personeline İlçeden yapılan personel takviyesi ile birlikte Salih’in köydeki evlerinin etrafı 15 civarında jandarma eri ve başlarında bulunan komutanları uzman çavuş tarafından sarıldı. Operasyonun zamanı sabahın seher vaktiydi.
Salih o tarihlerde on altı yaşlarında ve lise birinci sınıfına giden, henüz çocukluktan gençliğe yeni adım atmış olan bir gençti. Köyünden 400 kilometre uzaklıkta bulunan devlet parasız yatılı okulunda okuyor ve köyün makûs talihini kırmak için çabalıyordu. Şu anda yaşananlardan da bihaberdi.
Salih, kendisi ile birlikte sekiz kardeşti ve en büyükleriydi. Aralarında ikişer üçer yaş ya vardı ya yoktu. Kısaca operasyon anında evde; Salih’ten başka; bir baba, bir anne ve yedi tane de çocuk vardı.
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte evlerinin kapısı tekme ve dipçik darbelerine maruz kalıyordu. Salih'in babası Ramazan Amca neye uğradığını şaşırmış bir vaziyette don gömlek kapıya yöneldi. Kapıyı açtığında ise karşısında karakol komutanı ve evin etrafında onlarca jandarma eri ile karşı karşıya geldi.
Salih'in babası yıllarca muhtarlık yapmıştı. O anda yine muhtardı. Ramazan Amca kendi evinin işleri kadar köyün işlerine de önem veren bir insandı. Hatta köyün ihtiyaçları, kendi evinin ihtiyaçlarından daha önce gelirdi. O, sanki köyün işleri için yaratılmış biriydi. Ama şu an, kimliği belli olmayan bir ya da birkaç kişi tarafından yapılan bir ihbardan dolayı, evine bir operasyon düzenlenmekteydi. Hem de; “muhtarın evinde şu kadar silah, şu kadar patlayıcı, şu kadar kaçak mal var” diye iftira atılarak yapılmıştı bu ihbar.
Ramazan Amca evinin etrafında olup bitenlere bir anlam verememiş ve operasyonun komutanından, hiç olmazsa uyuyan çocuklarının uyandırılması için izin talep ederek, onların bu olaydan etkilenmesini önlemeyi amaçlamıştı. Komutandan gerekli izni alıp, çocukların hepsini uyandırdı ve korkmamalarını tembihledi
Evi saran jandarma erlerinin hepsi de, Ramazan Amca'nın muhtarlığı dolayısıyla, köye devriye görevi için her gelişlerinde, evinde yemek yemiş, çay içmiş, istirahat etmiş kişilerdi. Bu yüzden de Ramazan Amca'yı çok yakından tanıyorlardı. Onlar da olanlara bir anlam veremiyorlardı. Veremiyorlardı ama şu anda kendilerine yapılan bir ihbarın da gereğini yapmak ve vazifelerini ifa etmek zorundaydılar
Operasyonun komutanı, Ramazan Amca'ya; “hakkında şikâyet olduğunu ve evinin aranması gerektiğini” söyledi. Ramazan Amca'da kendinden emin ama biraz da şaşırmış bir vaziyette “buyurun arayın gumandanım” diyebildi
Askerler, öncelikle, köye geldiklerinde; sürekli olarak sedirinde oturup, istirahat ettikleri misafir odasından başladılar arama işlemine. Üzerlerinde defalarca ve saatlerce oturdukları minderleri alt üst ettiler önce. Sonra yaslandıkları yastıkları, kilimleri, çulları ve dahi evde ne kadar sergi ve sair eşya var ise ters yüz ettiler hepsini. Daha sonra diğer odalara geçip oraları da didik didik aradılar. İçine yoğurt dökülüp, baharda tarhana yapılacak olan yoğurt tulumunu dahi boşaltıp silah ve mühimmat aradılar içinde. Sonra evin alt katına indiler. Ağılda bulunan hayvan tersini küreklerle bir yandan alıp diğer yana aktardılar. Orada da silah mühimmat ve patlayıcılar arıyorlardı. Samanlığa geçtiler sonra. Samanlıktaki samanı ve yaz mevsiminde hazırlanıp yığılmış olan ve davarlara kış yiyeceği olarak saklanan meşe yaprağı destelerini de bulunduğu yerden aldılar ve diğer yana aktardılar. Buradan da elleri boş döndüler. Tekrar eve çıkıp ikinci kez elden geçirdiler evin her yanını. Çünkü ihbarın konusu çok önemliydi. İhbar sahipleri, “muhtarın evinin bir bombalık olduğu” yönünde ciddi deliller sunmuş olmalıydılar karakola. Ama buna rağmen bir tek tornavida dahi bulamıyorlardı evde.
Sonunda, köy evlerinin kalın taş duvarlarının iç kısmına, ufak tefek malzemeleri koymak için yapılmış olan “oymalardan” birine takıldı komutanın gözü. Evet, aradıklarını nihayet bulmuştu işte.
Salih, daha 15 gün önce Şubat tatili için köyde bulunuyordu. O tatildeyken, köyde bulunan arkadaşları da sık sık Salih'i ziyarete geliyorlar ve uzun kış gecelerini birlikte oyun oynayarak ve sohbet ederek geçiriyorlardı. Yine böyle bir günde arkadaşı Mustafa cebinde bir kama ile gelmişti Salih’in yanına. Bu bıçak, diğerlerinden farklı olarak sapı ile “tamlısı” (metal kısmı) yekpare olarak yapılmıştı. Yani tamlı ve sap bükülüp, tamlısı kının içine girmeyen bir şekle sahipti. Mustafa, o gün evlerine dönerken, bıçağı muhtarın evinde unutup gitmişti. Bu bıçak o bıçaktı.
Zaten köy yerlerinde yaşayanların, bıçaksız ve ateşsiz gezmemeleri, atalarından aldıkları bir terbiye ve nasihat gereğiydi. Köyün kurulduğu günden bugüne kadar da bıçak yüzünden herhangi birinin başına nahoş bir hadise gelmemiş, bıçak yüzünden hiç kimse karakolluk veya mahkemelik de olmamıştı.
Komutan kamayı eline aldı, bir o yanına, bir bu yanına baktı ve “zafer kazanmış bir komutan edasıyla” Ramazan Amca'nın eline kelepçeyi vurdurduğu gibi alıp götürdüler karakola.
Ramazan Amca sırf o bıçak yüzünden tam 21 gün hapishanede yatıp çıkmış ama Salih'in bundan hiç haberi olmamıştı.
Salih'in babası aslında o bıçak yüzünden değil, “Salih’in arkadaşının evde unutup gittiği bıçak” yüzünden yatmıştı hapishanede. Yani suç aleti(!) Salih’in bir arkadaşına aitti. Daha sonraları bu olayı öğrenince kendisini suçlu sayacak, çok üzülecek ve babasının kendisi yüzünden hapishanelerde yattığını düşünerek vicdan azabı çekecekti. Yıllar sonra hala da aklına geldikçe, burnunun direğinin sızladığını hissediyor
Ramazan Amca o olaydan aklanıp beraat etmiş ve sonraki zamanlarda yine uzun yıllar muhtarlık yapmış, muhtarlık yapmadığı zamanlarda bile köyün işlerine koşturmuş, maddi ve manevi zararlara uğramasına, yaşı da şu anda yetmişi geçmesine rağmen hala köyün ve köylülerin dertleriyle dertlenmekte ve köyü için uykularını bile terk etmektedir.
“Ramazan Amca'nın evi kimler tarafından ihbar edilmişti? Kimler bu işten çıkar sağlamayı, rant elde etmeyi düşünmüşlerdi? Bu ihbar sonucunda, şikâyet konuları ile ilgili olarak her hangi bir bulguya rastlanmamasından dolayı, ihbara konu olan suç aletlerinin bulunamayışı, ihbarın asılsız çıkmış olması, devletin o kadar aracının ve personelinin yok yere meşgul edilip, maddi ve manevi olarak zarara uğratılmasından dolayı, şikâyet edenler devlet tarafından sorgulanıp hesap vermişler miydi? ” bilinmez. Ama bilinen bir tek şey var ki; yaşıyorlarsa eğer bu dünyada hesap vermişlerdir mutlaka. Yok, öbür tarafa göç etmişlerse, orada nelerle karşılaştıklarını da elbette Allah biliyor
Sonraki günlerden birinde köylüler, İsmail’in on beş kişilik minibüsünde, 30'a yakın yolcu olmak üzere ilçeye gittiler. Köylüler işlerini gördükten sonra tekrar köye dönmek üzere yola çıktılar. Mevsim kıştı. Zemherinin orta yerleriydi. Soğuktan dolayı her yan buz kesmişti. Yollar daracık ve her tarafı buzdu. İsmail de henüz askerliğini yapmamış ama Âdem Ağabey’sinin yanında şoförlüğü oldukça iyi öğrenmiş, yaşını yeni doldurmuş olmasından dolayı da sürücü belgesini henüz almıştı.
Minibüs köye gitmek üzere ilçe karakolunun önünden geçmek mecburiyetindeydi. Tam ilçe jandarma karakolunun önüne geldiği anda bir jandarma eri elini kaldırıp minibüsün durmasını istedi. Sonra İsmail’in bulunduğu tarafa yönelip, “nahiye karakol komutanımız burada. Sizi durdurmam için beni görevlendirdi. Bir müddet bekleyeceksiniz ve onu da alıp götüreceksiniz” dedi
İsmail bir minibüsün içine baktı, bir askerin yüzüne. Henüz askerliğini yapmamış olmasından kaynaklanan bir tavırla, “arkadaşım görüyorsun insanlar üst üste yolculuk yapıyorlar. İki kişilik koltukta dört kişi oturuyor. Komutanı alır isem, bu kalabalıkta yolculuk yapmasına gönlüm razı olmaz, çünkü rahat edemez. Yok, birkaç kişiyi indirip onu bindirsem bu defa kendi yolcularımı burada bırakıp gidemem. Çünkü köye gidebilecekleri başka bir araç yok. Biliyorsun nahiyemizden geçen başka köylerin araçları da var. Komutana söyle, bir zahmet onlarla gelsin” diyerek yoluna devam etti.
Asker, çaresiz karakola geri döndü ve komutanına olan biteni anlattı. Karakol komutanı olan uzman çavuş bu duruma çok hiddetlendi. Hemen “çevirmeli telefona” sarılıp, komutanlığını yaptığı ve minibüsün içinden geçmeye mecbur olduğu karakolu arayıp kendisine vekâlet eden çavuşa emir verdi. “Derhal nahiyenin girişine gidin. Oğlakçı Köyü'nün minibüsünü durdurun ve karakolun önüne çekin. Yolcuları da, minibüsü de salmayın. Şoförü bahçedeki havuza atın, sonra nezarete alın ve benim gelmemi bekleyin. Yolcularda minibüsün içinde beklesinler” dedi.
Emri alan asker, yanına aldığı birkaç arkadaşıyla birlikte komutanın emirlerini yerine getirip minibüsü karakolun önüne çektiler. Yolculara “minibüste oturmalarını” tembihleyip, şoförü havuzun başına götürdüler. Havuz buz tutmuştu. Buzu kırıp şoförü havuza atabilirlerdi ama vicdanları el vermedi. Zaten komutan da daha sonra tekrar arayıp havuz olayını iptal ettirmişti. Hatta “yolcuları köye götürebilecek bir başka şoför var ise onların da gidebileceklerini” söylemişti daha sonraki telefon edişinde. Komutan ilk kızgınlığın verdiği hiddetle söylemişti havuza atma işini. Ama kendisini ilçede bırakıp giden şoföre de çok kızgındı. Şoförden, yaptıklarının hesabını da sormalıydı.” Ama minibüsü köye götürebilecek ikinci bir şoför bulamamışlardı. Yolcular da İsmail’in sorgulanması (!) bitinceye kadar nahiyede bulunan tanıdıklarının evlerine dağılmışlardı
Salih köyde yine izindeydi
Minibüs her gün geldiği zamanda köye dönmemişti. Aradan üç saat kadar zaman geçmesine rağmen minibüsün akıbeti hakkında bir haber alınamamıştı. Zaten haber alınacak herhangi bir haberleşme aracı da yoktu köyde o tarihlerde. Sabit telefonun bile köylerde bulunmadığı yıllardı o yıllar.
Köyün ileri gelenleri, durum hakkında bilgi edinmeleri için nahiyeye göndermek üzere Salih ve iki arkadaşını görevlendirdiler. Yerde yarım metreyi aşkın kar vardı. Gökyüzünde ise bir parçacık da olsa bulut görünmüyordu. Dolunay da yeni doğmuştu. Gece olmasına rağmen ortalık gündüz gibiydi. Ama hafiften de bir ayaz çıkmıştı. Böyle havalarda, “hava sıcaklığı sıfırın çok altında bulunuyor” demekti.
Salih ve arkadaşları üzerlerini sıkı bir şekilde giyinerek nahiyeye varmak üzere yola koyuldular. Gecenin sessizliğini, ayaklarının, karın içine girip çıkarken meydana getirdiği sesler ve uzaktan gelen kurt ulumaları bozuyordu
Salih ve arkadaşları yol boyunca hem karla, hem soğukla mücadele ettiler, hem de minibüsün akıbeti hakkındaki fikirlerini söyleyip, olması muhtemel olaylar üzerinde durdular. En korktukları ihtimal de; minibüsün kaza yapmış olma ihtimaliydi. Akıllarına kötü kötü şeyler geliyordu. “Acaba kaza mı olmuştu? Olduysa ölü var mıydı, yaralı var mıydı? ” gibi kötü tahminler üzerinde bile duruyorlardı.
Nihayet nahiyeye yaklaştılar. Salih arkadaşlarına döndü ve “bu işi bilse bilse karakoldaki görevliler bilebilir” diyerek karakola gitmeleri gerektiğini söyledi. Karakola yaklaştıklarında ise minibüsün orada olduğunu ve etrafında da bir kalabalığın bulunduğunu gördüler. Merakları ve heyecanları bir kat daha artmıştı. Çünkü minibüste hem Salih'in, hem de diğer arkadaşlarının çok yakın akrabaları vardı. Akrabaları olmasa bile yolcuların hepsi kendi köylüleriydi.
Karakolun önüne kadar koştular. Nefes nefese kalmışlardı. Önlerine gelen ilk kişiye neler olup bittiğini sordular. O da mevzuu anlattığında Salih ve arkadaşları derin bir ohh çekip rahatladılar. Bereket versin ki düşündükleri gibi kötü bir durum meydana gelmemişti
Diğer köylerin araçları köylerine, İsmail'in minibüsünden daha önce gittikleri için komutan ilçede kalakalmıştı. Komutan buna sinirlenip nahiyeye gitmekten vazgeçmişti. “Ya İsmail bir araç tutup kendisini nahiyeye aldıracak ya da sabaha kadar nezarette beklemek zorunda kalacak” diyerek haber göndermişti karakola. Askerler de bu yüzden, İsmail’i köyüne gitmesi için bırakmıyorlarmış meğer.
Köylülerden iki kişi, bir başka araç ile ilçeye komutanı aramaya gitmişler. Saatlerce arayıp komutanı bulmuşlar. Komutan; “ben sizin geldiğiniz araç ile gitmem. Bana da bir araç kiralayın, siz geldiğiniz araçla, ben de benim için kiraladığınız araçla gideceğim” diye tutturmuş ve şu anda da gelmek üzerelermiş
Salih ve arkadaşları bu bilgileri aldıktan sonra, “buna da şükür, işler yoluna giriyor inşallah” diyerek korktuklarının başlarına gelmediğine şükretmişler ve “ölümü görüp sıtmaya razı” olmuşlardı.
Bir süre sonra karakol komutanı geldi ve şoför ile bir saatten fazla bir süre görüşüp sonunda serbest bırakıp köye dönmelerine izin verdi.
O zamana kadar şoförün serbest kalmasını bekleyen çoluk çocuk, kadın yaşlı, ihtiyar ne kadar yolcu varsa, derin bir nefes alıp; evlerine, sıcak sobalarının başına dönecek olmalarının sevinciyle, minibüse doluşup köylerinin yolunu tuttular.
Nihayet, akşamın 18.00'ında köyde bulunması gereken minibüs, ufak(!) bir rötarla gecenin 03.00'ünde köye ulaşabilmişti. Köyde gücü yeten ne kadar insan varsa; köylerinin gözbebeği ve tek ulaşım araçları olan minibüs ve minibüste bulunan yakınları hakkında bilgi alabilmek için yollara düşmüşler, çektikleri bunca sıkıntılı saatlere rağmen, sevdiklerinin sağ salim olarak köye ulaşmasına sevinmişler ve hallerine şükretmişlerdi.
İşte! “Türk Köylüsü” bu demekti.
Tayyar YıldırımKayıt Tarihi : 30.4.2009 13:52:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu benim öyküm. Salih benim...
Anlatım dili çok etkili Kutluyorum. Başarılarınızın devamı dileği ile.
Üstadım önce o babanın kadrini bilmeli ,hakkettiğini sunmalı.
Örnek alınan kişidir önemli olan,iyiki o delikanlı etkili olmuş üstünde ve gene baba vasıtası ile gidilip filim gibi hatırda kalan İzmir,gerisi azim....
Bu büyük bir tevafuk Serdar aynı düğme ile oynuyor,film yeniden başa sarılıyor,ogünler yaşanıyor.................
ÇOK BEYENDİM ,DEVAM ÜSTADIM.
TÜM YORUMLAR (4)