Yine yüreğime yerleştirdiği hüzünle birlikteyim sabahın. Sessiz bir çığlıkla beraber ama duymuyorum, yüreğimi acıtıyor. Karanlık dehlizlerde gecelemiş gibi korkum avurtlarıma kadar şişmiş…
Tel tel olmuş kıllar fışkırıyor tenimden, terimden boncuklar dizilip şapır şapır dökülüyor, yine de sorum cevapsız:
-Niyedir ki, gökyüzünün esmer teninde ben ben olmuş yıldızların hışmı hep üzerimdedir? Bilemiyorum…
Dokunaklı türküler yakıp cıgaramla birlikte boğabilir miyim sabahı? Bunu da…
Ama denemek gerek, bir kez daha…
Bu sayıklamalar, bu sabuklamalar Nietzsche’nin ayıplarından bana kalan çığırtkanlıklar mıdır, yoksa saklambaçla körebenin oyunu muydu beni şaşı bırakan, ahizelerin yamuğu mu yoksa?
-Ne çok soru? ...
İşte bu sorularla her yeni gün, yeni bir ümit gibi doğardı üstüme doğum sancılarım dayanılmazdı.
İşte sabah! ,
Yeni bir gün, yeni bir telaş demek. Yok etmeli hüznü, sabahı, kılları
Güne yeni bir yüzle çıkmalı.
İnsanlarla yarışa erken çıkmalı, geride kalmak yok, geride kalanın sobeleneceği bir ebe oyunu bu. Körebesi çok…
Bu koşuşturmayla geçen bir ömrün lezzeti yok. Diogenes’in fıçısını tercih edesi geliyor insanın…
Bu satırları karalarken, Martin Luther Kıng’in sesi tırmalıyor kulaklarımı:
“Trajedilerin en kötüsü, genç yaşta ölmek değil, uzun yaşamak ama geçek anlamda yaşamamış olmaktır.”
İşte bu ses çok tanıdık ve her anlamsızlık nöbetinde beni(belki de sizi) esir alan, rahatsız eden… Son birkaç yıldır daha sık duyduğum…
Bir ses sahibi olmak için her türlü kefareti ödemeyi kabullenen şairler var bu durumdan kurtulmak için. Sahibi olmak istedikleri ses bu değil, asıl dertleri bu sesi bastıracak bir sese sahip olmamalarıdır.
Hayatta bir baltaya sap olamamışlığın histerisi ile sıralanmış sözler aslında şaşırtıcı insan kalabalığının ortak düşünceleridir
İçi boş değerler ve sahte hedeflerle bezenmiş bir hayat yolunda bir gencin modern zamanlarda karşısına; kariyer, prestij, statü, mevki, makam adlarıyla çıkan kabuslar, hepsine birden bunların tepesinde mutlaka
“aradığım bu değildi.”türküsünü dokunaklı bir ezginin eşliğinde söylettirecektir.
Hızlı bir devrimci gencin erken gelen ölümü karşısında
“tanrım bunu beklemiyordum” demesi gibi.
Kocaman bir yenilgiyle, mağlup gözlerle bakıp sonra hayata bir ihtiyar adam olarak o genç torunlarına yaşadığı geçmişin utancının üstünü örterek aynı hedefleri göstermekten çekinmeyecek.
Şaşkın piyangosunun bu lanetli çevriminden payına düşecek olanı her çocuk babasından ya da dedesinden bir miras olarak alacak çocuklarına taşıyacak…çarkı felek dönmeye devam edecek…
Ralph Waldo Emerson” Yaşamdan öğrendiğim en güzel şey, kişinin kendi kendisine yardım etmeden hiç kimseye içtenlikle yardım edemeyeceği olmuştur.” Sözü ile büyüklerimizin beceremediği dürüstlüğü içten ve iyi niyetli bir bencillikle gözler önüne seriyor. Bencillik, iyi niyet ve dürüstlük bu üç kavram yan yana ancak böyle bir söz içinde birbirlerine yakışırlardı.
Türkiye’de “yetişmem gerek” paniklerinin yaşanmaya başladığı 80’li yılların başında insanların koşuşturmaları henüz izdihamlara yol açmaya başlamamışken, bir çocuğun ödevlerini geç yapması, devamsızlığı, futbol için işi, evi veya okulu asması başına büyük felaketler getirmiyorken; 90’lı yılların başında durum değişiyordu. Borsa, finans sektörü, internet, döviz endeksleri, tahviller, bonolar,çekler, senetler, süper marketler, holdingler, dev karteller ve medya Türkiye’ye boyaları ile rengini verince işte bu zaman diliminde artık küçük bir çocuk, esnaf olunamaz; küçük bir sermaye hiçbir işe yaramaz olmuştu. Artık Türkiye’de küçük esnafın dev alışveriş merkezlerine veya marketlerine karşı akide şekeriyle karşı koyma şansı, özel okullarda yetişen çocuklar karşısında gariban bir aile çocuğunun okulu asarak onlarla eşitleneceği bir eğitim sürecini başarı ile yaşaması şansı kalmamıştı. Artık metropollerde insanlar; memur, işçi, zenaatkarlık gelirleriyle tutunamayacaktı.
Vel hasılı herkes gibi benim de geç yatmalarım, kalkmalarım ve kalmalarım, ödevlerimi ihmal etmelerim GSMH için tehdit oluşturmaya başlamıştı.
Nefesini tükettiğim bu coğrafyada bir üretici olmam için tüm baskılara karşı koymam imkansızken ve her şeyin faturalandığı bir dünyada üstelik etiketlenme riskini göze alarak yaşayamazdım. Etiketlenmeden bir suçlu, başarısız, deli veya işsiz olarak bir büyük saklambaç oyununda bana düşen herkes gibi sobelenmemekti…Bütün çabam şimdilerde bu.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde yazar niyetini neye ihdas etti, bilmiyorum fakat bilinen şu ki, saatleri ayarlamadan uyku artık gaflet uykusuydu herkes için…
Çalar saatle birlikte hesapsız uyku, adım,n nefes, konuşma devri bitmişti. Maliyeti yüksek yaşantıların ayarları yapılmalıydı.
İşte tüm bu duygularla yoğrulan bir zamane olarak, zamanın zamansızca bilincimde eriyip gittiğini görerek, bu koşuşturmaya mecbur bırakılmışlığın bilincinde yaşamayı öğreniyorum.
Koşuşturmalar, kovalamacalar modern hayatın kent insanına yerine getirmek zorunda kaldığı sorumluluklarla beraber artıyordu. Bunlar artıkça bunlara yetişmeli, yetişmek için sarfedilecek eforu da artırmalıydı. Böylece yaşamak bir koşturmaya giderek bir koşuşturmaya dönüşüyordu..
Aydın AktayKayıt Tarihi : 29.7.2006 10:48:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Aydın Aktay](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/07/29/yine-yuregime-yerlestirdigi-huzunle-birlikteyim-sabahin.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!