Kıvrak, gevşek, titrek yürüyüşlü ama bir o kadar da delikanlı bir bitirimi(Mükremin Çıtır) canlandırıyordu. Fakat hala düşünür dururum; Mükremin Çıtır mı Yılmaz Erdoğan’dı, Yılmaz Erdoğan mı Mükremin Çıtır’dı? Biri birine dönüştü ama hangisi hangisidir karar vermiş değilim.
Elinde biteviye salladığı tespihi bir yana, geniş uyluklarıyla sakladığı küpeşte başka bir yana sallanıyordu. Mehdi’yim diye tuttursa ilk hücceti ve kerameti kendinden menkuldü. O derece yani. Sürekli bir sarsıntı ve kaynama hali vardı vücudunda.
Çok sonraları ÇGHB’nin(Çok Güzel Hareketler Bunlar) sahnesinin merdivenlerinden çıkarken daha da belirginleşmeye başladı bedenindeki bu helezonik rezonans. Ne yalan söyleyim başka birinde çok acayip görünecek bu hal onda esaslı bir karizmaya dönüşüyordu. Yoksa İsmail Baki Tuncer’in tiplemelerinden etkilenip de yazılan şeyler değil bunlar. İhtimaller her zaman kendine konforlu bir yer bulabiliyor şu hayatta. Her ihtimalin geçerli olabileceği bir dünyada yaşamak acı verici de olsa, ihtimal umut ile üvey kardeştir kaybedenlerin gözünde. Umut biter ihtimal yola devam eder.
Fakat ne hazin ki Yılmaz Erdoğan da yer çekimine karşı duramayan faniler kervanına katılıyor ve yaşlanıyordu. Kafasında bir uzay yalnızlığı çeken ve yörüngesinden kopmuş bir mekik gibi duran kır saçlarıyla ağır ağır yaşlanıyordu. Saçlarının aksine bıyıkları ise inadına gürlük, inadına özgürlük diye bağırıyordu.
‘Gam vurur, gam zedeler. Sinemi hakkak delemez. Delerse Gamze deler.”
O denli hüzünlü ve buğulu sesle daha ne kadar genç kalabilirdi ki insan. Kemancıların neden ince hastalığa daha kolay yakalandıklarını çok iyi anlayabiliyorum şimdi.
Kuzu melemesini andıran cümle sonu gülüşleriyle kavradı önce bizi. En çok da genizden gelen babacan ses tonuyla yapıyordu yapacağını. Benim köylü, doğulu ve duygu dolu ruhuma, korna seslerine teslim olmuş pespaye bir şehrin orta yerinde bütün seslerden yalıtılmış serin bir söğüt gölgesi gibiydi onun şiir okurken ki sesi.” ….ve eşikteki öpücük, tarih bilinci olmayan bir
aşkın mührüdür artık...”
Hazırcevaplığı, nüktedanlığı, babacanlığı, yardımseverliği hep yüreğimize işliyordu. Yanık yüzünü ve kalın dudaklarını adeta bir yünlü battaniye gibi örten bıyıklarıyla da iyice perçinlemişti gönlümüzdeki mutena yerini.
Sonra cebindeki kelimelerden biraz müstehcen biraz sinkaflı ama bolca ironi ve mecaz içeren cümleler kurdu bizler için. Demet Akbağ’la birlikte adeta çağdaş bir Karagöz-Hacivat gibiydiler. Yılmaz ortalıyor, Demet doksana takıyordu yuvarlak kelimelerin dört köşe anlamlarını. Metinler Yılmaz’ın elinden çıktığı için paslar da daha çok ona doğru muz orta biçiminde kesiliyordu. Allah var o da çok iyi ‘kafa’ golleri atıyordu.
Ve Vizontele! Bence Türk Sineması’nın dönüm noktalarından biri. Bir başyapıt. Bir şaheser. Kimi eleştirmenler ‘Eşkıya’ deseler de yerli sinemanın batı standardında ilk filmi diye, bence Vizontele hem bir dönem filmi olmaklığı açısından hem de görsellik, senaryo ve oyuncu seçimi açısından Eşkıya’nın çok ötesinde bir değerdedir. Ve belki de ele aldığı dönemin benim çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma denk düşmesidir beni Vizontele’ye yakın kılan. Hele de insanın yaşadığı kasabada “ne yapıyorsuz ula devrimçiler” diyen birkaç Deli Emin’i var idiyse, Vizontele tek geçilir. And now, Oscar goes to… Vizontele!
Organize İşler iyi bir denemeydi. Sağlam kadroya sahip olmasına rağmen beklentileri karşılamadı zannımca.
Çok Güzel Hareketler Bunlar’ da yeni bir formatla çıktı seyircinin karşısına. Canlı bir tiyatro okulunun müdürü gibiydi. Oyun bitip de eline mikrofonu aldığında herkes susuyordu. O bir ustaydı artık.
Ona Beyaz Kürt diyenler; Tatlıses’e, Mahmut Tuncer’e, Mahsun Kırmızıgül’e, Özcan Deniz’e de aynısını diyorlar mı bilmiyorum. Hayat winner’lar ve loser’lar arasında geçen bir kayıkçı kavgası ise bütün ideolojilere ölüm! Yok değilse ne mutlu yaşıyorum diyene!
Yılmaz Erdoğan şayet bireysel yeteneklerini keşfedememiş bir Kara Kürt olarak Hakkari’de kalsaydı hayat çizgisinde ve dünya görüşünde ne tür sapmalar olurdu acaba? Ya da olur muydu. Zenon paradoksu ya da Stokolm sendromu açıklar mıydı bu durumu? Sistem her defasında ona olan borcunun yarısını mı veriyordu, yoksa Yılmaz celladına abayı yakmış bir tutsak mıydı? Hepsi ya da hiç biri. Ne önemi var. Hayat bütün ihtimallere aynı mesafede durmuyor muydu?
Dağlarına ne zaman bahar gelecekti bu “beyaz zambaklar ülkesi”nin?
Yoksul ve ünsüz bir Yılmaz Erdoğan Araf’ta kalır mıydı böyle? Yoksa bir tarafta yer almanın dayanılmaz keyfini mi sürerdi. Kafa patlatmazdı boş yere. Giyerdi bir deli gömleği. Ve herkes onun deli olduğuna inanırdı.
Sanatçının aidiyeti yoktur. Irkı, dini, dili, rengi, cinsiyeti hatta, yoktur. Sanatçı tepeden tırnağa insandır. Kalıpları kıran, klişeleri yerle bir eden, ön yargıları un ufak edendir sanatçı. Solcusu sağcısı olmaz sanatçının. Sanatçı hakikat yolcusudur. Gerçeğin peşindedir. Derisinin rengi, ailesinin dini, sokaklarının kültürü, ülkesinin yanlışları, doğruları, dayatmaları sanatçı için birer mahalli kültür ögesidir. Saygı duyar ve fakat itaat etmez bunlara. Ama bütün bunlara küfretmeyi de aklından geçirmez. Mücadele eder ve fakat asla aşağılamaz, tahkir etmez, tahrik etmez, kaba davranmaz sanatçı.
Şundan eminim ki, Yılmaz Erdoğan yoksul ve ünsüz bir Kürt olarak yaşasaydı da yöresindeki bir çokları gibi hikmet ve öngörü sahibi bir insan olarak hep barışın, sevginin ve dostluğun hüküm sürdüğü bir dünya özlemi taşıyacaktı yüreğinde. Çünkü sonradan sanatçı olunmaz, sanatçı doğulur hep.
Kayıt Tarihi : 30.5.2013 13:35:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (1)