Seni sende, elimde olduğum kadarıyla beni bende bırakıyorum…
Ters bir denklem bu, ikisi de bırakılmayla bitiyor ama elimde olan kadarıyla da ben, bende kalıyorum ki bu da yarım yamalak hayatın devamı oluyor…
Eski sözlerimi düşündüm de, biraz burkuldu içim, hep sana “ben sende kalmak, seninle son nefese ulaşmak isterken, senin için sadece “sen, benim yaşamda varoluşumdaki kendimce anlamsın” derdim…
Ne güzel bir yaşam niyetiydi bu, “benim yaşamda varoluşumdaki kendimce anlamsın” demek ki sonsuz bir teslimiyet isteğiydi bu…
Ne oldu da bu günkü halimizle azaldık, birbirimizden hatta kendimizi birbirimiz de yok ettik…
Şimdilerde “yığılmış düşler bunlar” derken, garip bir “ruh kesikliği” fırlıyor içimden…
Oysa ne büyük arzularımız vardı içimizde, en büyüğü ise “bir bardak suyu paylaşmakla, içimiz serinledi” derdik…
Hep eksik bir yerlerimiz, hep kırık hayallerimiz, gün kesiği düşüncelerimiz, umulmazda şaşkın halimiz vardı.
En çok sevdiğim, adımı, senin sesinden duyarak, geçmişin tüm kıskanç düşüncelerini bir yana atıp, gözlerimi yumarak bir iç huzurla dudaklarının kıpırtısına bakarak adımı tekrar tekrar söylemen, hem de usulca, yumuşacık, yavaş yavaş, heceleyerek tekrar, tekrar ederken ses kısıklığı gibi hecelere ayırmak, olmadı daha yumuşak, daha iç gıcırdatan bir sesle, özel bir ismi her seferinde değiştirerek, yine söylemek, ama bu sefer, her seferinden de daha yumuşak ve iç gıcıklayıcı hale getirmek ve bazen de “biliyor musun sen benim sevgimsin, sevgimdesin” derken bir ikaz cümlesi gibi, hani, küçük bir çocuğa işaret parmağını yukardan aşağı sarsarak, sanki dikkat çeker gibi söylerken bile o masum, o sabırsız, o şaşırtıcı bakışlarını yüzüme doğru çivilerken, aldığın tavırla bakışlarını bana uzatman vardı ya işte o anlarda ben seni daha çok severdim…
Şimdilerde oralardasın, oraların yalnızlığını içime atarak, oralarda sahipsiz nefeslerin derininde kalan bir ben var, bir de gölgeme yapışmış yalnızlığımın gölgesi var, bu aslında sahipsizliğin yalnızlığı kendi kendine bir başına salvo sersemleyerek dolanmalar bunlar, yalnızlığın can sıkan karanlıkları bunlar, iç sıkıntılarının depresyona dönüşmüş beden zorlamaları aslında benim kendime zorlamalarım bunlar, bir yıkıntı, bir dağılış, bir hayat yalvarış, bir de kimsesizliğin anlamına sığınmış, kemirilişlerin beden zorlaması bunlar, bir avuç suyu kendi yüzüne çırpamayan ruhsal ürperiş, bir korku çemberi bunlar…
Evet sevgili, hayat bir tel örgülü kapıyı çarpıp gitmek değil, serseri bir ruh görüntüsü bunlar…
Evet sevgili, sen yokluğunun başıbozukluğu bir mukavemetsiz ruhun dağılışı bu hal, hali beklide...
Bu yaşamın sen hali ki anlatamadığım o kadar daha ç ok şey var ki bu şehir demir kapılı bir yoldan çıkışa ancak yol veriyor ve o kapının da anahtarı sadece sendin ki tüm sahipsiz mezarları isimsiz mezar taşlarını arkamda bırakarak ruhsuz bir duruşla kaldırımlarda yalpalamak bunlar…
Çoğu zaman soruyorum kendime, bu hayatın yolunda huzurla yürümek hangi kapıdan geçmekle mümkün olurdu?
Kimlik mücadelesiydi bu sahip olduğum her şeyi sana yamarken, var oluşumun gerçeğini unutmam mümkün değildi artık ve her adım atışımdan geriye dönük pişman olmamak gerekirdi, netice müşterek bir kapıdan çıkamamışlığımıza bağlıydı sen ve ben aynı amaç uğruna yanıyoruz, sen ve ben aynı amaçlarımızla aynı kazanda kavruluyoruz, en önemlisi ben seninle konuşurken en az senin kadar dinginleşip, senin kadar huzur duyuyordum ve o huzurla saatlerin içinde kal, erken, biraz daha geç akşam olsun diye yüreğim hızını artırıyordu ve ben senin yüreğinin eskimeyen yaması oldukça, kendimi o huzur ritminin içinde buluyordum. Anlaşılıyor ki sen benim yüreğimi dinginleştiren ne olduğun bilinmeyen bir enerji aksediyordun ve ben seninle konuşmayı çok seviyordum…
Bir bilsen ne kadar şaşkınlaştığımı ki sana her yazışım tek nefesle okunacak paragraflar oluyordu ve hala şaşkınlığım bu kelimelerin gizeminde saklı…
Ve sen oralardasın, bense umutlu buralardayım artık…
Belki de bizi kesik sevinçlere sokan ertelediğimiz hüzünlerin arkasında bıraktığı boşluklardı ki darmadağın günlerin arkasında kalan kısa sevinçlerdi bunlar ve aynı ateşle kavruluyoruz derken bir benlik benzeyişinde buluşuyordu düşüncelerimiz…
Bazen insan kendini bir yolcu gibi hisseder ve bileti hep birilerinin cebindedir, müşterek bir yolculuktur asıl yapmak istenen, ama çoğu kez bu yolculuklar hep tek başa veya ertelenmiş yolculuklara dönüşür, nedendir hiç bilinmez, hep ertelenmiş yolculukların arkasında yalnızlığa kapılır ve çıkmazlarda dolanırız, çoğu yolculuk aslında yalnızlığın yoludur düşüncede hiç ulaşılamayan yerlere çıkan, çoğumuz da bu yolculuklarda ruhsal yitikliğe düşeriz ve yıkık düşlerle uzar gider ömür...
Bazen de içinde bir şeyler kudurur, çarpar durur yüreğinin cidarlarına başını, yangın yeri ertesidir bu duman ve is kokan zamanın içinde gibisindir, karma karışık düşünceler bir birine çarparken, sancılanır yüreğinin yine bir yerleri, kızışmış bir ateş koru öbeğidir bu, üstünden pembe, sonrası mor alev çıkarırcasına yanar.
İçinde bir yerlerinde alışık olmadığın zaman kesitleridir bu ne yapacağını bilmediğin davranışa atar kendini senle beraber, aslında bir yokluk savaşıdır bu, bir hazmedilemeyiş, bir kavruluş, bir köz altı yanığıdır, nedensizliktir bu dağınıklığın başı ve sonu bir hıçkırış başıdır, aslında bir soğumaya çalışan ateş sonrası demirin renk değiştirmesidir bu ve bu yanışın ardına sığınan tek soruluk bir cevaptır. Aslında bu soruyu çoğu günler bu soruyu tekrarlarken, cevap ararsın ve “neden gittik birbirimizden” derken ömrüm çoğul yıllarına sıçrar bu cevapsız soru ve yıllar sonra da sorsan aslında yine cevap bulamazsın bu iç yanışına sönmeyesiye bir kor yapışır içinde bir yerlere.
Yıllarca süren bu yanışa sönmesi için bir saniyeden az bir zaman gerektirir. Bence şüphesiz “neden gittik birbirimizden” dediğimizle o an o saniye göz göze gelsek, avuç avuca tutuşulacak o bir anlık zamanda şüphesiz sönecektir yıllarca harını kaybetmeyen köz…
İşte böyle sevgili, bu yanışın ardına gizlenen sadece sebebini bilmediğimiz bir bekleyiştir ki ardına sığınan arayıştı…
Kaç yılımı aldı bu arayış, kaç yılımı aldı bu adanış, kaç yılımı sardı bu içimdeki yanış.
Ve bu yanışın bitmesine sebep olan dakikayı bekleyişim, daha kaç yıl sürecek?
Oysa bilirim bu bekleyiş mantığımda hiç olmadı, sadece bir olgu vardı benim zannettiğim, içimdeki tek tek yanan kıvılcımlar bir kor, o korlar da bir köz yığını olup, yapıştı pişmanlıklarımın arasına, belki de yanışarak tekrar tekrar közlenerek…
Oysa unutulamayacak bir söz vardı, raflardaki kitapların birinin ücra satırları arasında kalmış anlamı bu günlere de uzayan bir olgu sözüydü bu “ kalbim seni çok özledi” demek geleceğe sonsuz bir istekle atardı insanı ve bu istek sonu önlenemez acıların içinde Süveyda’da kanardı siyah kanıyla ve acılar siyah kanla acı kusardı…
Yaşadıkların son bir resim karesine sığdırılarak, o an sabitlenir, o ana kadar yaşananların tümüne şüphesiz anılar denirken, son karede uzun uzun durularak bu resme bakılır, ta derinlerden gelen bir mototrenin vagonlarının birinde pulman koltukta oturup, kitap okuyan bir kadının resmini zımbalarsın beynine.
Nerelerden gelip, nerelere gidiyor bu zamanda ray seslerindeki kesikliklere aldırmadan, bu kadının gözlerinden süzülmeye çalışan gözyaşlarına bakarsın…
Sanki buzlanmışçasına yuvarlaklaşmış gözyaşı topçuklarında kilitlenir gözlenir…
Nerelerden gelerek başlamıştı bu gözyaşları topçuklaşmaya ve daha nereye kadar akıp duracaktı…
Bu yaşamın sağlıklı son karelerinden biriydi bunlar. Bundan sonrası ya var olacaklardı bu akışkanlıkta veya yüzünde gidecekti bu damlacıklar gözyaşı kanallarından…
Bu, yaşamın sağlıklı son karelerinde biriydi bunlar. Bundan sonrası ya var olacaklardı bu akışkanlıkta veya yüzünde kuruyup gidecekti, bu damlacıklar gözyaşı kanallarından…
Nerede son bulacaktı yüzüne baktığı kadının koyu siyah bakışları adam bunu hiçbir zaman tarih sırasında göremeyecekti aslında…
Sadece sonlanacak bir hayatın gün gün dalında sararan ve dökülen yapraklarının dallarının kurumaksızın uzun boylu ağaçların dalları oluncaya kadar yıllar ve yıllar hep geride kaldı…
Karmaşık bir yaşam bu, rayların üzerinde başlayan, daralmış yaşamlar, yıllar süren uğraşlarla hava yollarının bir uçağının uzun seyahat koltuğunda oturan bir adamın yol hikayelerine dönüşen bir yaşamın zincir halkalarının birbirinden kopan her halkasının düşüncelerde sebep olduğu uzun yıllara kendini atan inlemelerle devam edip durdu...
O şehrin eskimiş o şehrin kulvarlarında devam etmeye çalışan bir yaşama sahip olmuş bir adamın, o şehrin eskimiş gecelerine uzattığı acınılası rüyalarla geçmiş yıllarına, gündüz kabuslarının titremeleri de ilave edersek bir yaşamın yaşam devamı bir resmin karesinden başlayarak, tüm nefes almalarını içine alan, bu günlere uzantısını o resme bakarak, bu günleri düşünmek mümkün değildi…
Hayat terk edilmiş “boş verilmiş zamanların” belki de sonuçları yaşanıyordu yılların ardına sinen anların karartılarıydı bunlar…
Asla sonu görünmeyecek bir bağımlılığın bitmeyen cümleleri bu kitaba da sığmayacaktı eminim…
Sadece demir rayların üzerinde kendine has seslerle dönen tekerleklerin üstünde taşınan pulman koltukta elde tutulan bir resme bakılarak süre gelen bu düşüncelere de bir son vermek gerekliydi aslında…
Gece, buz kesmiş demir rayların üzerinde özellikli sesler arasında gece sabaha doğru yol alırken, adam tüm anılarını bir anda beynine kilitledi içindeki hırıltılı sesle sadece kendinin duyduğu bir sesle ağlıyordu adam…“Ölecek… Ölecek..” Diyerek gözlerini sımsıkı kirpikleri ile sıkıyordu… Ankara’ya kar yağıyordu ve yoldayken baktığı bilgisayar ekranında, Ankara’nın tepelerine kar birikiyordu ve o hastanenin çevresinden çatısına kadar her şey beyazdı, oysa adamın gözlerinden akan yaşlar Süveyda da siyah kana ulaşıyor gibiydi…
Sevinçler, hüzünler, anılar ve unutulacak hayata dair ne varsa, saklıydı orada ve beyinden kalbe, oradan da ellere uzanan her titreyiş geçmişin resmini tuvale kelimelerle aktarıyordu…
Ve sesleri ve görünenler ve de yaşananlar Süveyda ile gelen her duygu tuvale kelimelerle çiziliyordu sanki ve resim tuvali açık maviden koyu maviye, oradan da pembeden şiyaha çalan kelimelerle renkli resimlerin koyu kısmında yani siyah kan rengine ulaşıyordu… Oradan da damardan damara yol alıp pişmanlık duymuşcasına geri dönüyordu…
Ne kadar da çok şey vardı yaşamında, saklı kalması gereken, ne kadar da çok saklısı vardı, belki de nefes almaları bile yaşamında saklıyı gerektiriyordu, Adam'da bu yaşam kadının saklıları ile birleşince, sakıncalı bir yaşamı tamlamak ve devam etmek azmi anılarına saygısından geliyordu...
Yine de hayat saklıları ile de güzeldi ve hak ettikleri güzel günleri yaşamak güzelliğini de doya doya her ikisi de yaşıyordu...
Bir zaman kesikliğine uğrar bu arayış, tüm düşünceleri boşversek de, hayat bir yerlerinden zorlar yaşamı, kararmış ışık huzmeleri yığılır pencere camı arkasından odanın tam da ortasına, bir bekleyiş başlar aydınlanmaya bu öbek başından, öyle uzundur ki bu bekleyiş zamanı, yarınlar ve de yarınlardan sonrası çok kısa kalır, son bir göz gezdirilir hayatın umuda dair penceresinden, işte o zaman morüstü bir renk ulaşır zamanın köhnesinde umudun tam da ortasına, artık yarınlar, boş verilmiş zamanlara serilir ki, hayat sevginin çerçevesinde mor ışıklı bir portre olur ki çoğu zaman kısık gözlerle dalar gideriz boşluktan umudun arkasındaki bakış karesine...
Ve adam kadın için ağlıyordu, “ölecek, ölecek,” diyerek kadınsa adam için gözyaşlarını içine akıtmaktan vazgeçerek hıçkırıklara boğuluyordu "üzülecek, üzülecek" derken...
Hayat insanlara ağlamalarla ölümleri üzülerek yaşatıyordu bir birlerini ölesiye sevenlere...
Ya bu şehir beni terk ediyor ya da ben kendi kendimde terklerdeyim…
Önce sevgide başlar, sonra da şehirlere başlar terkler, şehirlerde de yalnızlığa başlar terk edişler...
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 25.12.2013 12:26:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Mustafa Yılmaz 4](https://www.antoloji.com/i/siir/2013/12/25/yigilmis-dusunceler-bunlar.jpg)
TÜM YORUMLAR (2)