yeşildi bahçe maviydim ben. çeken bir şeyler vardı beni toprağa; belki yeşil aşkına buluşacağız diyedir güneşle. güneş sarıydı ben mavi... uzanmıştım. toprak kokusunun sinmesini istiyordum tüm vücuduma, benliğime, ruhuma, zihnime. iliklerime kadar kokmalıydım bir bütün olmalıydım ki ayrımsayamasınlardı. insanlardan kaçtığım günlerde kimsenin aklına bile gelmeyecek bir yerdi toprak. koşup ona sığınıyordum ve geri dönüyordum iç hesaplaşmalarımdan sonra. görenler toprak kokuyor diyorlardı. Varsın desinlerdi ölüyken dirilmenin ne denli bir şey olduğunu bilmeyenler... ölüydüm. siyahtı ölüm ben ise mavi. siyah kötüydü yine de yalnızken iyi geçiniyorduk. tarafsızdı, öylede olmalıydı, ölümdü çünkü; sonla başlangıç köprüsünün başındaki deli dumrul’ du. siyahla arkadaşlığımda bağdaşmayan bir şeyler vardı belki de bundan dönüyordum hayata. sarı beni bekliyordu yeşilde, siyah döneceğimden emindi ve ben maviydim iki arada kalmış... tüm tonlarından geliyordum mavinin; düşlerin koyuluğundan gökyüzünün açıklığına kadar. tüm renklere karışmaya onları kışkırtmaya çalışıyordum. bir provokatör oluyordum sonunda kendim için. buna mecbur bıraktılar beni. kargaşa çıkarmak benim işimdi maviye uymasa da. maviydim ben, uysal diyorlardı, bilmiyorlardı içimdeki ateşin nasıl yakıp erittiğini. adına doğa denilen tuvalde benimde yerim vardı kuşkusuz ama ben yerimi beğenmiyordum. çünkü ben maviydim. pastanın büyük dilimi benim olmalıydı. sarıyla buluştuğumuz kaçamak günlerde yeşil oluyordu dünya, adına bahar diyorlardı bilmiyorlardı, mutluyduk. sinirleniyordum bazen. kafam atıyordu kırmızıya dalaşıyordum. kırmızıydı ateş, kandı. maviydim ben, suydum. hiç suyla ateş bir arada yaşar mıydı, ben aşık olmasam bu sözler ağzımdan taşar mıydı. kırmızı beni yakıyordu duman oluyordu, sis oluyordu. göz gözü görmüyordu. yaralanıyordum. insanlar sisi sevmiyordu. gözleri görmek istiyorlardı, göz gördü gönül sevdi demek istiyorlardı. oysa bu siste göz gözü görmüyordu. sarı bile gelemiyordu. her gün kavga ediyorduk. sarı bana acıyordu her sabah kan ağlayarak geliyordu. onu kırmızıyla sanıyorlardı, tan diyorlardı, bilmiyorlardı. biz üzülüyorduk kaçamıyorduk. kırmızının işine geliyordu, gülüyordu. gidip kırmızıya sataşıyordum korkup siyahı çağırıyordu. tüm renkler bir olup saldırıyordu bana; bir kavga bir kaos başlıyordu. ta ki müziğin ve huzurun tanrıçası beyaz gelene kadar. o zaman rahat bırakıyorlardı beni. beyaza saygı duyuyorduk. ortalıkta dolandığı müddetçe huzurluydu herkes köşesine çekilmiş bir halde. o zaman kış diyorlardı, bilmiyorlardı, yaralanıyordum. beni kıskanıyorlardı biliyordum. o yüzden dışlıyorlardı. kabullenemiyorlardı farklılığımı. Sadece beyazı yakıştırıyorlardı bana. o zaman gökyüzü oluyordum, deniz oluyordum, aşk oluyordum. sarıyı esirgiyorlardı benden kırmızıya layık görüyorlardı. kıskanıyordum... susuyordum. bize susarak konuşmayı öğretmişlerdi. susarak konuşmanın nesi zevkliydi? inançlarımı sözcük olup kusamadıktan sonra ne diye yaşasaydım. susmanın mantığını anlamıyordum ve mantıklı bir açıklama yapılana kadar susmaya niyetim yoktu. sarımı çalıyorlardı benden kırmızıya veriyorlardı. namusum gidiyordu; sus diyorlardı. susmuyordum. öldüresiye dövüyorlardı. inadına diriliyordum. siyahta sıkılmıştı benimle karşılaşmaktan. ben istemedikçe nasıl ölebilirdim ki. ben aşktım. beni aşk yaşatırdı. dünyada sevgisiz tek bir insan kalınca ölecektim anca. evet yaralıydım ve iltihabım gün geçtikçe büyüyordu. niyeyse savaşı seviyorlardı. ne de olsa kırmızı ve siyahın dostlarıydılar. insanlar sevgiyi unuttukça kanadım... maviydim, yaralıydım, kanıyordum. aşktım ben; öldüm. siyahla yalnızken iyi anlaşıyorduk o yüzden ölümüm sorun olmadı. kimse fark etmedi bile öldüğümü. sadece maviyi unuttular adım yarım kaldı... söylemek istediğim ne çok şey vardı aslında. aşkı öğretmek istedim en çok. çok zordu kelimeleri toplamak ve dünyanın en pahalı söz koleksiyonunu yapmaya kalkıştım. önüme ne engeller çıktı. en güzel sözlerim hep noktalama işaretlerine kurban gitti: “bugün ne oldu bilemezsin” virgüllere; “şimdi işim var yarın söz” noktalı virgüllere; “...demiş ki” iki nokta üst üstelere; “bunu da nereden çıkardın” ünlemlere; “konuşmak istemediğimi anlamadın mı” soru işaretlerine ve en acısı “defol git” noktalara. halbuki ben seninle hiçbir noktalama işaretiyle kirletilmemiş bir sevda romanı yazmak istedim. yepyeni bir yaprak aldım yüreğimden ve kanımı mürekkep yapıp, ki mavi benim kanım saf aşk yani, türkçe’ nin bütün güzelliğine sığınarak bastırılmaz bir sevda ihtilaline dönüştüm. bu ihtilalde ne kanın kırmızısı ne de ölümün siyahı var. düşlerin koyuluğu kadar mavi kokan bir aşk var özümseyebildiğin kadarıyla. en güzel yazımla ve en içten duygularımı noktalama işaretlerinden, yasaklı kitap kaçırır gibi sıkıyönetim zamanlarında, sakınarak sundum sana. umarım kirlenmiş ve yağlanmış balık kokan bir kesekağıdı gibi buruşturup atmazsın içini sömürüp. bir gazete kupürü değerinde ve sana özel olduğunu anlayıp hiç incitmemek üzere saklarsın o kalbinin benim için ulaşılmaz büyüklükteki bir hücresinde...
24.11.1999-13.01.2000 S!
* Bu yazının çeşitli yerlerinde çeşitli yazarlar ve şairlerden esinlenmeler olmuştur.
*Yazı 'neden mavi? ' sorusuna cevap olarak kaleme alınmıştı.
Bu halk içinde bize gülen var.
Ko gülen gülsün, Hak bizim olsun,
Gaafil ne bilsin,Hakk'ı seven var.