Yaz ikindilerinin loş odalarında okumak isterim ben onu. Henüz kırışmamış taze çarşaflarda, beyaz uykuların sonunda, saçlarını toprağa bırakan salkım söğütlerinin dibinde, seslerin duvarlarda çatladığı tenha avlularda, dağların serinliğini içine çeken geniş teraslarda, kameriyelerin gölgesindeki alçak sedirlerde, tıpırtılı yağmur saçaklarının altında...
Onun incecik dokunuşlarından çıkan en dingin mısra bile görünmez dikeniyle orasını burasını çizer insanın. İçerden yanan şair, bu ‘dünyanın katı huyundan’ intikamını kelimelerle alınca okurunu da haliyle ta içerden yakıyor. Ağrıttığı yerin ağulu acısı geçmiyor öyle kolayına. Şimdiki zamanın tasasız kıpırtısıyla avunurken siz, onun kanatlı mısraları usul usul dönmeye devam ediyor içinizde. Sonsuzluk hissinin kıyısında geçici bir varlık olmanın kederli, lirik bazen de sert sesini işitiyorsunuz. Öylece durup dağlara, göğe, ağaçlara, kuşlara, denize, sonra yine durup kendi karanlık uçurumunuzdan aşağı bakıyorsunuz o vakit. Başınız dönüyor, durduğunuz yerin altında tersine akan nehirler uğulduyor. Karanlıkla aydınlığı ayıran silik bir çizgide hayatı kalbiyle yoklayan uyurgezerler misali sallanıyorsunuz.
Yeryüzünün acılarla yarılan kalın kabuğuna, insanın kusuruna, uçucu zamana, parçası olduğun tabiatın yüzüne bakışlarını kaçırmadan bak, diyor size sanki. Korkmadan bak, derdinin biriktiği yerdeyim, burada, dünyanın ucunda seni bekliyorum, diyor. Biraz korkuyorsunuz haliyle. Böyle hakiki bir ‘çıplaklığa’ dokununca ürperiyorsunuz çünkü. Olduğunuz yere yığılıverecekmişsiniz gibi sendelerken hayatın tekinsiz boşluğunda yine onun dizelerine tutunuyorsunuz. ‘Kederlerini yol yapıp önüne gidenlerin’ peşine takılıyorsunuz. Sarsarken okşayarak iyileştirebilen şairlerin hasıdır o. Düşüncelerin tutarlı ikliminden sıyrılıp ılık hisler âleminde soluklanmak isteyenlere kapısını cömertçe açar ama duyguların içini boşaltan gevşeklikten, manayı çürüten ağırlıktan hoşlanmaz onun zarif şiiri.
‘Baktığım varlıkta kendimi bulmayı öğrendim’
Şairler şiirleriyle aynı dili konuşmaz pek ama Birhan’ın şiiri hakikaten kendisine benziyor. Onun insan haline dokununca çok eskilerden bir dostla karşılaşmış gibi hissetmem ve hiç şaşırmamam bundandır belki. Şiirlerinin önüne koyduğu notu ilk kez okuduğumda, insan denen varlığa içerden teslim olan yumuşaklığını sevmiştim. İyi şair keşfeden ‘delik kalplilerin’ hissettiği o çıtırtılı ürperme ânını hâlâ hatırlıyorum: “İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki? Geçmiş: Her gece üstümüzü onunla örttüğümüz... Uykuların derininde kor yankılarına düşer gibi olduğumuz ve sonra unuttuğumuz. Dağın doruğu ile dağın derini arasındaki mesafeden başka nedir ki insan: derininde kor tutmuş haller, doruğunda ıssızlık bilgisi... Güne ait sesler çoğaldığında hatıranın kendisi de kokusu da bilgisi de silikleşecek... Ve, insan sabahın nemi kadar ıssız olmayı isteyecek.”
Zaman bilincine böylesine zarif tutunabilen bir şairi hayatın içinde tanımak, onun şiirle arasında kurduğu kırılgan ilişkiyi de görmek anlamına geliyor elbet. Bugünlerde okurla buluşan yeni kitabı Soğuk Kazı vesilesiyle “televizyon dizisinde şiirinizin kullanılması onun değerini etkiler mi” diye soranlara, “rızamı aldılar kullanmak için, kaldı ki şiirlerimi de turşusunu kurmak için yazmıyorum “ deyivermiş. Dürüst cevabını okuyunca kesik bir kahkaha fırladı içimden. Birhan, sadece şiirine değil kendisine de çok benziyor çünkü. Hal böyle olunca, arkadaşı Figen Şakacı’ya şiir bilgisine nasıl sahip olduğunu şair olmanın gizli kibriyle değil derin sezgileriyle anlatıyor: “Yeryüzü varlıklarına, sonra da sokaklara bakmakla, çok bakmakla ama, uzun uzun bakmakla bir yeryüzü ve şiir bilgisi edindim ben. Bunu tam olarak nasıl yaptığımı izah edemem ama böyle. Kendimden çıkıp baktığım varlık olmayı ama aynı zamanda baktığım varlıkta kendimi bulmayı öğrendim. Yeryüzü varlıklarına saygıyı böyle idrak ettim. Tamamen baka baka. Baka baka.”
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak...
Birhan’ın şeffaf cevabını okuyunca geçen seneki ‘şiir ve hakikat’ yazısını hatırladım ve kendimden biraz kopya çekmeyi göze alarak kısa bir bölümünü onun için burada tekrar etmek istedim: İçinde bulundukları ânın rengini, kokusunu, tadını, ruhunu kendilerinin bile sezemedikleri telaşsız bir iyimserlikle ‘sonsuzlaştırabilen’ hayaletlerdir onlar. Dünyayı tedirgin ve dalgın bakışlarıyla süzmeye başladıklarında, gelecekte bizi benliklerimizden büsbütün uzaklaştıracak mısraları doğurmaya hazırladıklarını anlarsınız.
Onlara göre hayat iyilikleri, kötülükleri, sürprizleri ve bilinmeyenleriyle tam da olduğu gibidir. Doğaldır. Sadece sıralamasında genellikle bir yanlışlık vardır. Zamanı hep ileriye doğru akan bir nehir gibi algılamazlar çünkü. Belki de insanın gündelik yaşamını çok ciddiye almadıkları için zaman onların istediği biçimde akar. Usulca, kendiliğinden, çoğunlukla tersine... Duyguları, bildiğiniz bütün gerçekleri değiştiren mısralarla hayatı size her seferinde başka türlü gösterdiklerinde, binlerce yıldır yeryüzüne kazınan işaretleri ahenkle birleştirip yeni bir kelam edercesine söylediklerinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına inanırsınız nedense... Birhan’ın sakin ama yatağının dışına taştığında çığlık atan şiirini keşfettiğimde gerçekten dünyayı artık bildiğim haliyle algılamayacağımı kavramıştım. Sanırım o da her yolculuğunun başlangıcında kendi şiiriyle ilgili yeni bir kapının eşiğine geldiğini fark ediyor.
İnsanın değişmeyen oluşu...
Soğuk Kazı’nın yazılış hikâyesini anlatırken, içindeki ateşin söndüğünden, dünyanın katılaştığından bahsediyor: “İki kanaldan ilerliyormuş gibi duran kitap aslında tek kitaptı. Çünkü içeriyi de dışarıyı da yazsa aynı yere takılıyordu. İnsanın binlerce yıldır hiç değişmeyen oluşuna takılıyordu. Körlüğüne, kötücüllüğüne, çıkarcılığına, tüccarlığına, bencilliğine, ihanetine...”
Onun ‘dışarısı’ diye andığı bölümde şiirine değen vahşeti hissetmemek mümkün değil. Gazze, Bağdat, Vicdan, Tinerci, hepsinde kelimelerle hayatın sert uyumuna irkilerek bakıp, zulmün, ihanetin, alçaklığın ulaşabileceği o son noktayı tekrar düşünüyorsunuz. Ama dünyanın karanlık çukurunda fokurdayan onca ‘kötülüğe’ rağmen gücünü insanın hazin eksikliğinden alan mısralarla o hem kendini hem de okurunu usulca sağaltıyor:
Uzun uzun, karıştırarak, onu bunu, bilirsiniz/ Zaman sıkıntılılar için hiç geçmeyen şeydir./ Bana uzak diyarların taşlarını topladığınızda/ Teşekkür edemedim size bir ara bağışlayın./ Ben o topladığınız taşlar kadar baş ağrısıyım./ Çok eskimiş bendeki, ve bir okkadar katı/ Uzun uzun oturdum dediğime bugün bakmayın/ Siz bana yine de güzel bir şeyler anlatın./ Benim bir kalmışlığım durmuşluğum vardır zaten/ Bir taş nasıl ağrır katılıkta,/ Bu dünyada isteyip verememek nedir, benden anlayın.
Aşka yeminli kuğu...
Ben onun şiirlerini okurken şairler gibi zamanı, dizeleri alt üst ediyorum. Tersine akan bir nehrin içinde yosunlu kayalara vura vura akıntıda sürüklenmeyi seviyorum. Şairin sonu başı karışan hayatında onunla birlikte kayboluyorum: Gitmek mi yitmektir kalmak mı artık bilmiyorum/ Yerini yadırgayan eşyalar gibiydim ya ben hep/ Ve inançlı, gitmenin bir şeyi değiştirmediğine./ Bilemem belki bu yüzden/ Ben sana yanlış bir yerden edilmiş/ bir büyük yemin gibiydim./ Beni hep aynı yerimden yaralayan o eve/ Yine de döneyim döneyim istedim.
Sonra ortak ‘cinayetlerimizin soğuk kışına’ dönüyorum; Bir kereye mahsus yaşanan her an, kendi hatasını bir daha düzeltilemeyecek biçimde içinde barındırır, diye başlayan şiirin önünde uzun uzun duruyorum. Geçmiş ağır bir yorgan gibi çöküyor omuzlarıma; kelimelerin arasını kendi hatıralarımla dolduruyorum. Sayfaları çevirip sonun başlangıcına geliyorum: İnsan ölüyorsa acıdan ölür bir gün/ kendine bir daha uğrayamadığından,/ koyduğu yerde durmayışındandır hayatın/ hatanın dönüşsüz oluşundandır./ Hiçbir aşk titremez sonsuza değin,/ bütünlüğünü yitirişinden ölür bir mum/ ve insan kanatlarından/ ayrılır bir gün...
Artık bugünün içindeyim. Doğduğum şehre bakıyorum. Kuğuların sedefli kanatlarıyla oynaşan cilveli bahar güneşine yüzümü tutmuşum. Saçlarım nar gibi kızarmış. Ne mutluyum, ne de mutsuz. Upuzun, öylesine bir hikâyeyim işte. Ama karnımın altında yine Birhan’ın tılsımlı mısraları kanatlanıyor: Öğrendiğim; bir kuğu yeminliyse aşka ömrü gibi/ Göldür bütün dünya,/ bitmez boynun eğriliği.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:36:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!