“Bülent’e, Nihal’e, Ayşe Sıla’ya”
yurdum, uzun gözlü akşamın yurdu
birlikte çıktığımız bütün yollarda sarsak adımlarımla
adımla kaldım tek yönlü gidişlerde
-yolunu yitirmiş bir kurtarıcının düşleri nedir ki? -
nedir ki bir Ukrayna boşluğunda çırpınmak
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
şiirdeki dokuz sekizlik ölçüden midir nedir, rakkaseler bu ritmi duyunca sahneden inmiyor.
bari 9-8'lik tempoyla harmandalı oynayacak bir efe görseydik...
BU ÜLKE’de sağcı-solcu yoktur, ilerici-gerici yoktur, namuslu ile namussuz vardır.. Siz namuslular safında yer alınız..
Cemil Meriç
Uzun şiirleri okumanın zorluğunu örnekli anlatım konusuna malzeme. Hele de lafı dolaştıran cinsine rastladıysanız... yandınız.
Bizi bu dertten kurtarsa kurtarsa Anka Kuşu kurtarır. Kaf dağının ardına uçacak 30 yiğit kuş, 30 tane zümrüdü anka, 30 tane yükseklerden seslenen Huma Kuşu kurtarır.
göğün göğsüne bakıp hiçbir kuş düğünü görmemiş bir şiiri de kurtarsa kurtarsa uçan halı kurtarır.
şimdi buraya yazacağım ŞİİR sayfada duran şiire yorum niteliğindedir. bence.
saygılar,
Öldü
Baştan başa hükmederdi bir zaman
Davut oğlu Sultan Süleyman d’öldü
Omuz verip Kaf Dağı’nı kaldıran
Haz(i)ret-i Hamza pehlivan d’öldü
Firavn köşküne atlı giderdi
Doğudan Batı’ya hüküm ederdi
Bin deveyi bir akçaya güderdi
Veysel Karan gibi çoban da öldü
Kalsa dünya Muhammed’e kalırdı
Can satın alınsa Nemrut alırdı
Çıkmayan canlara derman olurdu
Hekimler hekimi Lokman da öldü
Hani n’oldu “Dünya benem” diyenler
Geldi geçti milyon altın sayanlar
Görünmüyor adam eti yiyenler
Koca devler ile Şahmeran d’öldü
Felek bir değirmen kurmuş öğütür
Şahları aldatır bizi aldatır
Güzellerin efendisi beyidir
Mısırlı Yusuf-ı Kenan da öldü
Türk ulusuna Latin harfi okutan
Düşmanları uzaklardan bakıtan
Saltanat köşkünü yıkıp dağıtan
Atatürk gibi kahraman da öldü
Şu görünen dünya canlarda birgün
Hep ölüp giderler onlar da birgün
Ya bu gün ya yarın günlerden birgün
Derler ki Hüseyin Görsoy da öldü
Aşık Hüseyin Gürsoy
saygıyla
namık cem
şiir denilen şey bana göre de insanın vahiy halidir...içinde Tanrı varmış ya da yokmuş hiç önemli değil...yeter ki insan olsun içinde...
evet,gerçek yorumcular ayakta tutar siteleri...onların görüşleri,şiirin içinden el sallamaları sevindirir kalem oynatanları,şiire emek verenleri...yoksa nasıl yolunu bulur şiir denen şey...
bu bağlamda,sevgili Sinyali'ye teşekkür ediyorum yazdığı yorumlar için..çok şey öğreniyoruz biz onlarla;bilmesini isterim.lütfen devam diyerek...
şiire gelince;şiir anlayışım dışında kalan,imgelerle düğüm düğüm olmuş,uzun mu uzun bir şiir...okudum ama,okuduktan sonra aklımda kalan ne diye sorduğumda,yanıtsız kaldım açıkçası...sanırım beni aştı bu şiir...zaten ufacıktı aklım,şimdi ise hepten akılsız kaldım:)))
herkese saygılarımla...
aklımızın sınırlarındaki yolculuk
dar kapılar arasından sızacak ruhun nârâsındaki nihavent kıvranışlardır...
hadi şiir! sunaklarımızda biriken güneş susuşlarını sağalım imgelerimize...
tebrikler değerli şair...
Bu felsefe dolu mısralar bana buğün seyrettiğim-AYNA PROĞRAMINDA-NEPAL ülkesinin felsefi hayatını hatırlattı -tebrikler kaleminiz daim olsun
Evrim Beyefendi,
Bugün ne oluyor size bilmiyorum...Alınganlığınız üzerinizde..Sizin şahsınızı zerre kadar düşünmeden yazdığım bir yazıyı niçin üzerinize aldığınızı anlayamadım...Başta kendiminki olmak üzere burada yazılan yorumları şiirin düzeyine göre eksik görmek hakkımın , böyle bir fikrimin olması bana çok normal gözüküyor..Elbette bu benim şahsi düşüncem..Nitekim burada kim yazıyorsa zaten yazdığı yazılar herkesin şahsi düşüncesi...Siz de bu şiire benim yorumum tamamen mükemmeldir , hakkını veriyorum diyorsanız bu da sizin görüşünüz olur ve saygı duyarım..Ama katılmak zorunda değilim bu fikrinize..
Bakın değerli yorumcu , sözlerimin şahsınızı hedef alan bir yönü yoktur....Lütfen birbirimizi doğru anlamaya çalışalım...
Ben bu kıymetli şiire bir yorum standardından söz ediyorum...Bunu şahsım olarak yapamamanın üzüntüsünü ve bugün bunun yapılmadığına dair kanaatimi belirtiyorum..
Ve bu şiiri bir on gün kadar özümseme yönünde kendime bir mühlet biçtiğimi , bu içselleştirme ve sindirmeden sonra daha mufassal , daha tafsilatlı bir yorum yazmak konusunda bir hedefi kendime koyduğuma dair bir sesli düşünme yapmışım...
Bunun buradaki yorumcuların şahsını küçültmekle bir ilgisi bulunmamaktadır..Sadece yorumların, çok hoşlandığım bir şiir karşısında bana kifayetsiz göründüğünü söylemekten ibaret olan bir yazımın maksadını başka yerlere çekmeyin lütfen...
Saygılarımla
Şiir gibi bir yazı buyrun....
A. Ali Ural
Bana bir koyun çiz!
- Lütfen... Bana bir koyun çiz!
- Ne dedin?
- Bana bir koyun çiz...
Küçük Prens, çölde uçağı arızalanmış bir pilotla konuşuyor. Sekiz günlük suyu kalan pilot uçağını tamir edemezse ölecek. Serap değil, bir çocuk kendisinden resim çizmesini istiyor. Yerleşim merkezlerinden bin mil uzakta, her saniye tabutuna bir çivi çakarken, bu in mi cin mi olduğu belli olmayan çocuğa uçağın tamirini bırakıp koyun resmi çizecek! İyi de bu çocuğun ne işi var sahranın ortasında.
- Peki ama... Ne yapıyorsun sen burada?
En meşgul zamanında bile insan bir çocuğa beş dakikasını ayırabilir. Fakat ortada bir çocuk var mı gerçekten. Çölün yeni bir oyunu olmasın!
- Lütfen... Bana bir koyun çiz!
Exupéry, kahramanının sabrını sınıyor. Pilot pekâlâ kovabilir çocuğu yanından. 'Çocuğum senin işin gücün yok mu!' diyebilir. Hem bakalım resim çizmesini biliyor mu! Cebinden bir kâğıtla dolmakalem çıkardığına göre biliyor. Yok, yok duraksadığına göre bilmiyor. Çocukken ne zaman resim çizmeye kalksa önüne matematik problemleri koyduklarını hatırlıyor birden.
- Ziyanı yok. Sen bana bir koyun çiz.
Çocuğa 'Hayır,' demekten zor bir şey yok. Sonunda bir koyun çiziyor pilot Küçük Prens'e. Fakat mutlu değil çocuk. Çünkü hasta bir koyun bu. İstek üzerine yeni bir koyun resmi çiziyor. Fakat bu resmi de beğenmiyor çocuk. Bu bir koyun değil, boynuzlarına bakılırsa bir koç! Bir daha deneyip dönmeli artık uçağa. İşte bu resim yüzünü güldürecek çocuğun. Fakat neden suratını asıyor?
-Bu fazla yaşlı. Ömrü uzun olacak bir koyun istiyorum!
Çok oluyor çocuk. Sabrı tükeniyor pilotun. Uçağın motorunu bir an önce sökmeli. Çocuğu başından savmak için son bir hamleyle bir şeyler çiziktiriyor kâğıda. Üzerinde delikler olan bir sandık resmi bu. Koyunu göremeyince kızıp gider belki Küçük Prens. Pilot, 'İstediğin koyun bunun içinde!' diye noktayı koymak istiyor. Fakat o da ne yüzü aydınlanıyor çocuğun. Sevinçle haykırıyor:
- Ben de tam böyle bir şey istiyordum!
Görünmeyen bir koyunla mutlu oluyor çocuk. Dahası başını resme doğru eğip sandığın deliklerinden içeriye bakıyor. O da ne mışıl mışıl uyuyor koyun.
- Şuna da bak uyumuş!
***
Hayalimizde olgunlaşan meyvelere yetişmeye çalışırken hakiki yemişler; ne sunulsa biraz eksik, biraz soluk, biraz ekşi. Her manzarada hesaba katılmayan bir gölge, her aydınlıkta siyah noktalar... Kimse bir başkasının hayalindeki resmi çizemez. Modellerini saklar kalp çekerek perdeyi. Ressamı fırçasıyla, heykeltıraşı keskisiyle, yazarı kalemiyle yalnız bırakır. Faş ettikçe sureti yere çaktı pilotu Exupéry. Ta ki gizleyene kadar resmi sandıkta. Söylemedi ama biz duyduk: Bir resim ancak zihinde soluk alır. 'Natürmort' öldü. Ölü doğa resimleriyle süslenen duvarlarda çivi yaraları... Sen okura bir pencere ver, o ne göreceğini bilir. Sen okura bir çivi ver, o yapsın tablosunu.
Hayalinde olgunlaşan meyveleri kim toplayabilmiş. Kim buz gibi testiyi dikerken başına soğutabilmiş içini. Her eser derin bir pişmanlıksa bir sonraki eser için gücünü pişmanlıktan mı alıyor sanatkâr? Dünya çamuruyla yoğurduğum hayal, bu sefer de istediğim surete kavuşmadı, diyerek köpüren ruhunu yeni bir eserin hayaliyle mi yatıştırıyor? Hayal, gerçek ve sanatkâr feleğin çemberine kendi dallarını değdirmek isterken çember hepsinden kurtulup insanlığın en eski oyunu saklambacın karanlığına mı yuvarlanıyor? Sanatçı bu eski oyunda yeni bir kovuk ararken kendine bulunmak istiyor mu? Yoksa oyun bittikten sonra da yaşayacağı, fosforlu acılar yayan bir sığınağın mı peşinde?
Bana bir mağara çiz! Av resimleri yapacağım duvarlarına açlıktan ölürken. Bana bir deniz çiz! Gökyüzünü sırtlandım oksijen tüpü yerine. Bana bir at çiz! Islık çaldığımda kişnesin. Bana bir ağaç çiz! Kırsın salıncağımı. Bana bir olta çiz! Balıklar uğramasın yanıma. Bana bir kayık çiz! Gemilerimi batırsın. Bana bir kitap çiz! Kurdelesinden tırmanayım aya. Bana bir baykuş çiz! Harabelerim için define. Bana boşluk çiz! Çil çil yıldızların peşine düşeyim. Bana bir köpek çiz, kocaman bir kemik atayım önüne.
Bu dünya bize yetmez.
[email protected]
11 Aralık 2011, Pazar
Keşke bilgice değilde, bilgece yazılan bir şiirin altında bilgece sözler edebilsek...Başta kendimin ki olmak üzere bugün yapılan yorumlarımızın şiirin bilgiyle beslenmiş gönül ve irfan düzeyinin altında hem de çok altında kaldığını düşünüyorum..Ama bir on gün kadar süre verdim kendime...Şiire rezonansını tam sağlayınca yüreğim yine geleceğim buraya...
Güzel ve çok kıymetli bir şiirdi...
Bu şiir ile ilgili 19 tane yorum bulunmakta