-“68” Kuşağı
-Tüketim kuşağı
-Bilinçsiz bilişim kuşağı
-Vitrin kuşağı
Uzunca zamandır “68” Kuşağı hakkında sorular soran mesajlar alıyorum. Vaktimin darlığından dolayı pek çoğunu kısa yanıtlarla geçiştirmek zorunda kalıyorum. Gençler bu kuşağı gerçekten merak ediyor. Bir kısmı eleştirirken, bir kısmı adeta özeniyor. Bazıları ise “savaşma, seviş” sloganıyla ortaya çıkan ve Vietnam Savaşı’na karşı duruşu simgeleyen “Çiçek Çocukları” ile karıştırıyor.
Ben ise bu kuşağın görevini çoktandır tamamladığını düşünüyorum. Bir mit haline dönüşen “68” Kuşağı’nın tarihsel bir olgu olduğu yadsınamaz. Ancak bugün gelinen noktada, üzerinde durulması gereken çok daha önemli sorunlarımız var.
Kısaca şöyle özetleyebilirim. O dönemin gençleri dünyayı değiştirmeyi amaçlamışlardı.
“68 kuşağı başka türlü bir dünya isteğiyle sokaklara döküldü. Değiştirmek için dünyayı istiyorlardı. Hemen şimdi istiyorlardı! ...' (Milliyet, 04 Nisan 2004) Bir yazısında Tuba Akyol böyle bir tespit yapmıştı ve bana göre doğruydu.
Duygu Asena ise bir söyleşide şöyle diyordu:
“68 kuşağı bence baş kaldıran, neye baş kaldırdığını bilen, bilinçli, pek çok baskıya rağmen bir şeyleri değiştirmeye çalışan, neyi değiştirmeye çalıştığını anlayan bir kuşaktı: Ayakta durmasını daha iyi becerebilen bir kuşaktı o…” (Varlık Dergisi, Ağustos 1998)
Belirli bir birikim sonucunda Paris’te, Üniversitede başlayan bu hareket kısa zamanda diğer ülkeleri de sardı. Seslerini yükselttiler, yürüdüler, yazdılar, konuştular, protestolarını etkin bir biçimde duyurdular. Ancak bu kuşağın başı kısa sürede ezildi, zira egemen otoriteye aykırı düşüyordu. Temsilcilerinin bir kısmı işkence ve tutuklamalarla karşılaşırken, protestolarını “suç”(!) sınırlarına taşımayanlar bile sistem tarafından acımasızca cezalandırıldı. Doğal olarak gelişen tepkinin; diğer bir deyişle, bir tür korunma mekanizmasının kurbanları oldular.
Peki bu kuşağın mensupları nasıl insanlardı?
Onlar birer idealistti. Umutları, ileriye dönük planları, hayal kırıklıkları olan idealistler…Ama daha da önemlisi, DÜŞ’leri vardı onların. Yasaklar çoğalınca, düşler ağlardı oysa. Nitekim öyle de oldu. Üstelik, düşlerini kaybedenlerin kafası da karıştı. Bir bölümü, uğruna savaştıkları değişim yolunda kendilerini değiştirmeyi başarırken; diğerleri misyonunu tamamlamış düşüncelerin tozlu ağlarında tutuklu kaldılar. Kendi beyinlerinde yani. Bir anlamda takvimi durdurmayı denediler. Şimdilerde bu kuşağın başarısızlığından söz ediliyorsa eğer, ana neden budur. Ne yazık ki, zaman içinde dünyadaki gelişmelere uyum sağlayamadılar. Veya altyapısı ile “olmazsa olmaz”larını çoktan yitirmiş fikirlere inatla saplanıp kalma yanılgısına düştüler diyebiliriz. Halbuki değişimden yanaydı onlar. Yıprandıkça ve gençlik ateşlerini yitirdikçe değişim şartını da unuttular. İşte bu yüzden, o kuşağı fazla deşmemek, nostaljik duygularla kurcalamamak lazımdır diyorum. Bugünün ve o günün koşulları örtüşmüyor artık. Köprülerin altından çok sular aktı.
O sular dünya insanının yaşamına neler getirdi? Önemli olan budur işte!
“68”i izleyen dönemde, bu kuşağın başını ezmek yeterli olmayabilir düşüncesiyle, dünyayı yöneten güçler tarafından sosyo-ekonomik ve politik anlamda bilinçli ve planlanmış bir hareket başlatıldı. Sınırları mümkün olduğunca açmak; uluslararası şirketlerin top sahalarını genişletmek; dünyaya egemen olması arzulanan, oldukça sıradan bir tür tüketim ekonomisi ve popüler kültürün temellerin atmak; böylece bireylerin birbirinin kopyası olduğu ve averaj birikime sahip, de-politize edilmiş bir “tüketim kuşağı” yaratmak; adaletsizlikleri, düşünceyi, merak ve araştırmayı unutturup gençleri popüler markaların bağımlısı haline getirmek… Bunları elde edebilmek içinse, bazı değerleri yok ederek onların yerine yalnızca para ve maddesel kazanç bağımlılığı yerleştirmek.
Ve sonuçta böyle bir kuşak yaratıldı…
İkinci aşamada, dünya sathında yaygınlaştırılması gerekiyordu. İşte burada iletişim teknolojisi imdada hızır gibi yetişti. Bu alanda inanılmaz yatırımlar gerçekleştirildi. Araştırma bütçeleri devlet bütçeleriyle boy ölçüşecek düzeylere ulaştı. Dünya giderek küçülüyor ve homojen pazarlar büyüyordu. Bu süreç sonunda fazla düşünmeyen, kendine değil ama bir sürü ıvır-zıvırın yanı sıra teknolojiye şuursuzca yatırım yapan; teknoloji mezarlıkları yaratan “bilinçsiz bilişim kuşağı” doğdu.
Post-modernizm anlayışının (ki bir dostum buna 'Batı'nın Arabeski' diyor - Ahmet Say) yerleşmesi de bu dönemde olmuştur. Bir çok ülkede insanlar artık ofislerine gitmiyor, evlerinde çalışıyor, birebir sosyal ilişkilerden ve hatta kendilerinden koparak içinde yaşadıkları dünyaya yabancılaşıyorlardı. Savaşları televizyon ekranlarından; filmleri evlerden izlemek moda olmuştu. Herkesin televizyonu, bilgisayarı, telefonu, DVD Player’i, CD çalar’ı kendineydi. Ortak paylaşım, diyalog ve gerçek anlamda iletişim diye bir şey kalmamıştı. Bunu adı “başkalaşım” ve “yabancılaşma”dır (“Alienation”) . Ayrıca, “Bukalemun Sendromu” diye bir şey çıktı ortaya. İnsanlar gittikleri yerlere kolayca ayak uydurabiliyor, kılıktan kılığa, renkten renge girebiliyorlardı. Her otorite ve patron için çalışabilirlerdi artık. Yeter ki, paraları ödensin. Ama aslında hiçbir yere ait değildiler. Kendilerine bile!
Neden mi? Çünkü bilinç ve düşlerini kısıtlamış; değerlerini yitirmiş; entelektüel birikim gereksinimlerini dışlamış; düş zenginlikleri ve kimliklerini kaybetmişlerdi. Bencilliğin dalgalanan bayrağı altında şişen 'ego'ların başkalarını düşünmesi; onlar için acı çekerek çözümler bulmaya çalışması beklenemezdi artık. Toplumsal değerler ve normlar hızla değişiyordu.
Son zamanlarda, genç kesimin yine olumsuz yönde etkilendiğini tespit etmemek için kör olmak lazım. Şimdilerde bir “Rating Kuşağı” yetişiyor. Büyük çabalarla ve süratle en çok rating alanın en kıymetli olduğu sanal bir ortam yaratılıyor. Bu son ürüne “Vitrin Kuşağı” diyorum ben.Vitrinde iyi duranın rating’i de yüksek oluyor! Çocuklar, istatistiklerde yükselmek ve ön saflara geçmek için çırpınıyor; adeta kendilerini paralıyorlar.
Bir sosyologun başlıca görevi toplumu ve toplumdaki değişimi iyi okumaktır. Aynı zamanda, değişime ayak uydurmak... İşte bu yüzden, bana “68” Kuşağı sorulduğunda, “Unutun o kuşağı; misyonu bitmiştir artık” diyorum. Bazıları anlamıyor. Kendi kuşağımı küçümsediğimi, ona ihanet ettiğimi sanıyorlar. Oysa o kuşak, “60” ve “70”lere aitti. O günler için çok değerli ve işlevsel olduğu yadsınamaz. Bundan ötesi ise tarihçi ve sosyal bilimcilerin görevi ve uğraş alanıdır. Eminim çok kereler yazacaklardır bu konuda. Belki ders niteliğinde okunabilir, ancak içinde yaşadığımız dönemin gençlerine örnek olmasına gerek kalmamıştır artık. Gençler şimdi günün koşullarına dikkatlice bakmalı; tuzakları fark etmeli; bugünün dünyasını güzelleştirmeye ve daha yaşanası bir yer haline getirmeye yormalılar kafalarını. O günlerden yalnızca tek bir şey hatırlansın istiyorum:
ONLARIN DÜŞLERİ VARDI!
O halde çağın koşullarına uygun yepyeni düşler edinmek ve bu düşlere sahip çıkmayı öğrenmek zamanıdır şimdi.
Yeniden, yeniden, yeniden…
(4 Mayıs 2004) - 'Gençler İçin Denemeler' dosyasından
Naime ErlaçinKayıt Tarihi : 4.5.2004 13:06:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Naime Erlaçin](https://www.antoloji.com/i/siir/2004/05/04/yeniden-yeniden-68-kusagindan-gunumuze-duz-yazi.jpg)
her şeye rağmen 'ONLARIN DÜŞLERİ VARDI!'
güzel bir yazı okudum... tebrik ve teşekkürlerimle...
söylenecek çok söz var ama
biz artık milenyum lu olmadıkmıyahu
harikaydı
kutlarım
Araştırmacı bir sosyolog gözüyle irdelenerek sunulan tespit ve önerilere katılmamak ise mümkün değil. Herkesin okuması ve bir yerlerinden tutması gereken bir yazı bu, yaşadığı çağın sorumluluğunu taşıyan bir şair bilinci ile yazılan....
Ben kendi adıma bu didaktik çalışmanız için çok ama çok teşekkür ediyorum Naime hanım. Emeğinize ve ruhunuza sağlık. Sevgi ve saygılarımla
TÜM YORUMLAR (12)