Yed' i beyza Şiiri - İsmail Amedi

İsmail Amedi
39

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Yed' i beyza

Bir dalış yapsın dalgıçlar derinlere… Haşereler, yılanlar inlere… Dervişler hu’lara, zikirlere, ayinlere ve âşıklar iniltilere, yakarışlara, âminlere…
Göz dikin burç burc göklere, dilek takın duvak yerine gelinlere… Koçların boynuna çıngırak, bir engerek gibi zehir akıtın zihinlere…
Bir sala okuyun gönül minaresinden! Bir eli çekiçleyin örslerde, yumuşatıp verin yetimlere… Yoksulun sofrasına bir zengin serin, bir kardeşlik, bir bakış basiret tabağından verin. Bir ney’in eşliğinde gönül minderine “ene”nizi oturtuverin!
Tın… Tın… Tın… Psikopat kesil bir an! Nefsin, enaniyetin yakasından tutup yırt… Ne kılıç kalsın, ne kın… Sakın, sakın Musa’lığa kalkışma! Çünkü sendeki ene Firavun’dan da azgın! Uzak senden! Çok uzak senden Medyen kuyusu. Kuyunun başındaki iffetli kızlara sahip çıkma olgusu…
Koyunlar senin… Kuzular… Şehvete, hevaya hizmet eden ordular senin… Adını aşk koyduğun çamur, içinde debelendiğin dünya isimli toz toprak ve kir! Zulme buladığın zaman, isyana yuva haline getirdiğin devir! Ahlaktan yoksun bıraktığın şahsiyet senin… Bu pisliğin mucidi sensin ey günahların ağırlığıyla kararan böcek! Yuvarla günlük hâsılanı, çevir babam çevir…


Bir dalış yapsın dalgıçlar derinlere… Asiler isyana, insanlar nisyana, hayvanlar çimlere, şairler şiire, âşıklar aşka ve dadansın aydınlıktan kamaşan gözler gecelere… Vuslat arasın Leyla ve mecnunlar fani dünyanın koynunda… Baki yuvalarını terk edip yerleşsin fani yurda kumrular…
İsyanda kök salanlar köşklere, bir nefes alma sevdasıyla kendinden geçen Yunus’lar denizlere… Adalete dalsın hâkimler, kâğıtlara kalemler, sözcüklere dil, çıraya fitil, siyaha beyaz, karanlığa mum, belaya sabr-ı cemil…


Dönsün mescidi, havrayı, kiliseyi ve meyhaneyi aynı göğüsten emziren deveran… Kopsun kıyamet, savursun son naralarını fani meylerle ölüm yolunun kenarında kendinden geçip sızan zican! Dönsün feleğin ve yalancıların çarkı aynı melodiyle… Sabah ezanıyla başlar maraton… Gün padişahların olsa da akşamla bulur son!


Hacerulesved mi sanırsın mihenk taşını, al başını git buralardan hicretle, müşrik bir anlayışın üstüne ve onu oturt kucağına da baksın senin büstüne… Bina görmedim ki kurulmuş tek ayaküstüne…
Aynı şarkıların melodisi hala kulağımda…
Tebbet yedake nefs, Tebbet yeda!
Tebbet yedake nefs, Tebbet yeda!
Gözyaşını sal kirpik dallarının köküne. Düş üstüne… Düş üstüne… Kalana dek bir hücre kök üstüne…
Ben günahlarla sarmaş dolaşım zevk ve sefa sahilinde! Ya sen nerdesin namusu ekber!
Ben biraz daha nasipleneyim, karşılaştık mı, tabi ki Allah-u Ekber… Burası Muş’tur, yolu yokuştur… Sen bir Yed-i Beyza’yı bekle… Beni ömür sahilinde zevk-u sefa bekler.


Mevsim sonbahar, burnumda ilk yağmurun şamarıyla tanışan toprağın kokusu… Bilirsin aşkın ilk kokuşunu, ardından insanın bir yıldız gibi basiret semasından kopuşunu… Karlar üstünde başlayan kayak ve düşmemek için direnişe geçen ayak! Ah kayışın zevki ve ah aldanışın sonundaki pişmanlık! Ah bir günah daha diye inleyen nefs ve ah keşkeyle son bulan nefes! Ah bu sefer amaca varacağım diye ümide bezenen dalış ve ah son nefesi de son ümidin kucağında mevtaya döndüren aldanış! Ah ağıta dönmeye mahkûm edilmiş hayatın kapısında atılan naraya tutulan alkış ve ah bir sürgünün anatomisini anlatan mezar taşına atılan son nakış!


Bir dalış daha, son bir dalış… Nasıl olsa bitecek bu aldanış… Medyen kuyusunun başındayım! Tur’a götürür! Farklı bir yakarışın sonunda gelen davranış! Elden gitmişken namusu ekber kimin umrunda esğer! Nafile bir oruç ve nafile bir hayat… Bayat bir namazın kıyısında bir anlık piknik! Sonra da zekâtın suyunda yüzmenin verdiği serinlik! Nifakla karışık infak ve birbirine karışan cadde ve sokak… Etrafımıza ördüğümüz ağlama duvarı ve labirent…
Gel de çık işin içinden, derk et veya terk et!
Hekimlerin gözlerinden okunan illetin belirtisi… Azizlerin alnındaki zillet isi… Mazluma bakın ki, kesilmiş kan emici vampir ve zalimlerin hamisi… Gökyüzü çamurla sıvanmış. Bana biri söylesin Allah aşkına, Güneş nerde, nerde bunca ziyanın annesi? Bu ne kardeşi kardeşe kırdıran Kabili zihniyet? Bu ne Caludi naralarla meydanlarda haykırış, bu ne uğultu ve bu ne karanlık uğruna ölümüne kavga ve kaçış?
Ne taşıyor asırlardır bu tepeme dikilmiş kara bulutlar? Gözlerim murç, gözlerim burçlarına dikilmiş senelerdir ve bitmek tükenmek bilmeyen bir okuyuş!
Bir damla bile düşmüyor… Bu ne inat dolu bir susuş? Bu bilmem kaç bininci dalış? Ölümün baskınlarını gördüm artarda, bandırdığım parmaklarım erimiş, gözyaşı leğeninin içinde kalmış! Ama umutlarım bulutlardan daha dolu… Kaybolan fırsatların peşine düşmüşüm doludizgin.
Rengine, ahengine vurulduğum gerçekler yorulmak bilmeden kaçıyor dingin! Kayboluyor gözümden ve bir Firavun’un sarayında çıkıyor karşıma ve bir el istiyor benden, bir Yed! Sadece firavunların karşısında çekilen bu kılıcın adı!
Yed-i Beyza…
Hakikat âşıklarının, cesaret hamallarının, iman ve basiret yuvası yiğitlerin taşıdığı el! Sadece zalimlerin sarayında kınından çıkıp hakikati dillendirmek ve doğruyu yüreklendirmek adına, hak sözün destekçisi, batılın inkârcısı ve mazlumların hamiliği için ölümüne zalimin başında parlayan, zorbaya korku, zordakilere güven veren ilahi adalet ve cesaretin yuvası, Musa’nın taşıdığı eldi o…
Bir dalış daha… Bir dalış daha… Medyen kuyusuna… İzzetine, namusuna düşkün kızların iffetini korumak uğruna can siperane haklının yanına, haksızın karşısına dikilmeye, Musa olmaya ve ilahi namusu sahiplenmeye…
Bir dalış daha… Korkunun kol gezdiği ve karanlıkların hâkim olduğu tepelere ışık ve nur sancağını dikmeye, ölüm vadisinden dirile dirile geçip diriliş öyküsüyle tepeye sancak taşımaya… Allah’ın “bir kişilik” ordusuna… “Kıblesine”… “Beytine” ve yere göğe değil sığdığı mümin kalbindeki dala “elest” ile kurulmuş yuvasına…
Ölümüne bir dalış daha… Aşkı ilk resimleştirene, sevgiyi cisimleştirene, hakkı gürleştirene, batılı eleştirene, dargınları ve kırgınları birleştirene… Bir hakikatin ilası ve ilanı için göğsünü siperleştirip deştirene… Yalın ayaklılarla yalınayak yürüyene, açların halini bilene, ağlayanla ağlayıp gülenle gülene… Savaşı insan için olana ve muzaffer oldukça başı eğilene, ezilip büzülene… Affetmekle büyüklük taslamayıp affettiği kişinin yanına süzülene… Bir düşmanın dostluğunu kazanmadı diye üzülene ve Yed-i Beyza’ya….


Yine Yed-i Beyza’ya…
Yine Yed-i Beyza’ya…
Oysa mümin mahkûmdur bağrında böyle bir Yed taşımaya; bir kın, bir kılıç, bir cesaret, bir anlayış taşımaya… Işığa sızmaya… Nura varmaya… Tura varmaya… Yanmaya… Yangına dayanmaya… İçine haykırmaya ve içindeki yangını suya dönüştürüp komşuların ateşine kovayı göz çeşminden doldurup taşımaya ve koşmaya…

Hakikat Musa’nın Firavun’a karşı çıkardığı Yed’dir. Müminim, mücahidim, aslanım deyip kükreme! Yiğitsen onu nefsine yedir… Zira içindeki Firavun’u ezip geçemeyenin saraylardaki Firavun’a ulaşmasına imkân yoktur…

İsmail Amedi
Kayıt Tarihi : 2.10.2009 17:14:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmail Amedi