Şu güzel ülkemizi, Türkiye'mizi bir odaya benzetirsek; 
Üçünü de bir odaya toplamıştı biri, ama kim?
Sağırdı birinin adı, dedi ki: Siz beni duyabiliyorsunuz ama ben sizi duyamam. Nedir bu başımıza gelen. Yukarıdan mı geldi aşağıdan mı, sağdan mı, soldan mı? Kuldan mı geldi, Allah'tan mı? Bu odada ne işimiz var, söyleyin... Ama ben sizi duyamam. Duyamazdı, istese de duyamazdı!
Kör olan da dedi ki: Siz beni görüyorsunuz, lakin ben sizi göremem. Bir derde müstahak olduk kesin. Şimdi ben konuşuyorum ama beni bu odada bir duyan var mı bunu bile bilmiyorum... Siz benim halimi görüyorsunuz lakin ben sizi göremem... Göremezdi evet! Yani istese de göremezdi!
Dilsiz ikisinin de meramını anlıyordu. Ama konuşamıyordu işte... Meğer konuşamamak ne büyük sıkıntıymış. İçindekileri diyemiyordu işte... O hem görmüştü, hem duymuştu. Keşke hiç olmasa yazabilseydi gördüklerini, duyduklarını... Konuşamıyordu evet! Biraz zorlasa belki de şakır şakır da konuşurdu Allah bilir ya!
 
Aşkta yarın yoktur sevgili. Zaman ileri doğru değil, içeri, yüreklere, derinlere doğru işlemeye başlar, bilgeleşir. Hiç bilmediği sezgileriyle buluşur. Yükü çok ağırdır, kendiyle buluşmuştur. Hem dışındadır dünyanın, hem de ortasında.
Hindistan'da Ganj Nehri'nin kıyısında yakılan yoksul adamın hissettikleri de onunladır, yitirdikleri de... Newyork'ta, bir sokakta, o kartondan kulübesinde yaşayan kadının çıplak yalnızlığı da. Her şey onunladır, ona emanettir sanki, ama o, çıldırtıcı bir yalnızlık içindedir yine de...
Aşkın kültürlü olmakla, bilgili olmakla da ilgisi yoktur sevgili, kanımıza karışan ilkel acı, o yaban ağrıyla hiçbir kitabın yazmadığı hakikatlere daha yakınızdır, inan...
Kim demişti hatırlamıyorum, aşk varlığın değil, yokluğun acısıdır diye. Belki de bu yüzden ilk gençliğimde, o yoğun aşık olduğum yıllarda, gözüme uyku girmez, dudağımda bir ıslıkla bütün gece şehri, o karanlık, o hüzünlü sokakları dolaşır, insanları uykularından uyandırmak isterdim. Uyanıp, içimde derin bir sızıyla uyanan o derin sancının acısına ortak olsunlar diye...
Aşk çok eski bir şeydir sevgili. Onun içinden o çileli çocukluğumuz geçer. Sevdiğimiz insanların çocuklukları da... Oradan üvey anneler, eksik babalar, parasız yatılılar geçer. Ve sonra aşk bütün bunları alır, daha da eskilere gider, hep o ilkel acıya, o yaban ağrıya...



