Yazık Ki! Şiiri - Mecit Aktürk

Mecit Aktürk
593

ŞİİR


34

TAKİPÇİ

Yazık Ki!

Erbabı; ahdinden, dinden cayınca
Âlimin tâcını cühela almış
Çağların çarkında kurt kocayınca
Meydanlar sansara, çakala kalmış

Şahittir sözüme sert esen ayaz
Nefsin her arzusu cahile cevaz
İlimi emreden İslam’ı, vaaz;
Sarığa, cübbeye, sakala kalmış

Ruh, insan ararken sînede özde
İtikat nüvesi kül olmuş közde
Îmanın delili iğreti sözde
İsbatı seccade, şekile kalmış

Mahlûkun âlîsi nefsin kölesi
İblis’e yem olma an meselesi
Beyinler beşerin şer’î kıblesi
Tanrılık taslamak akıla kalmış

Nifak sofrasında öfke çorbası
Görene, "bal yiyor" der intibası
Haramlar helalin öz akrabası
Mide bulandırmak bir kıla kalmış

Ya gönlüm gurbette ya vatan uzak
Zifir baş ucumda, yine tan uzak
İlimi, irfanı okutan uzak
Yas tutmak hocasız okula kalmış

Kul isyan ettikçe Ulu Hünkâr’a
Musibet yağmuru vermiyor ara
Kan kusan kaleme küsmüş şuara
Ahvali arz etmek bu kula kalmış.

Mecit Aktürk
Kayıt Tarihi : 5.1.2021 19:31:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Metin Bey şaşkın, bir o kadar da mutluydu. Böyle bir sonuç kesinlikle beklemiyordu. Teşekkür edip, odadan ayrılırken süre bitimine kadar kalacağı sözünü çoktan vermişti bile. … Gülümseyen güneşe inat kahır kokuyordu gün... Zülbiye Hanım o gün olacaklardan habersiz tatlı bir telaş ile balkona çıkmış, Bursa'dan gelecek kardeşlerinin yolunu gözlüyordu. Kız kardeşlerinin Yalova'da yanında kaldığı dönemde verdiği rahatsızlığı çoktan unutmuştu. Fazla geçmeden, yeşillikler arasında kıvrım kıvrım uzanan yolun sonunda beklenen misafirler görünmüştü. Araba bahçe kapısının önünde durana kadar, o da çoktan aşağıya inmişti. Neşesine diyecek yoktu. Birlikte içeriye geçip hasret giderirlerken büyük oğlu İbrahim Bey verdiği kararın derin üzüntüsü içinde yapılması gereken son işleri halletmekle meşguldü. Bütün katların kapıları kontrol edilmiş, kilitlenmiş, bir tek binanın elektrik ve suyunun kapanması kalmıştı. Zülbiye Hanım fark etmesin diye de üç-beş giysi ve zaruri eşyalar önceden bir valize yerleştirilip arabanın bagajına koyulmuştu. Lütfü Beyin yıllarca hayâlini kurup, büyük emek vererek kurduğu yuva, vefatından yıllar sonra hayat arkadaşına dar gelmiş gibi, az sonra büyük bir yalnızlığa, koyu bir karanlığa gömülecekti. Rukiye Hanım ve Celal Beyin verilen karardan haberleri vardı. -Belki de son kez- birlikte yedikleri yemekten zerrece tat alamamışlar, zoraki tebessümlerinin ardından gelen gözyaşlarına engel olamamışlardı. Oysa ne vardı ki sanki üzülecek... Ağlayacak? Şunun şurasında "az sonra oğlu ile birlikte doktora muayeneye gidecek, fazla kalmayıp geri döneceklerdi" sanıyordu Zülbiye Hanım. Ne Alzheimer olduğunun, ne de nereye götürüldüğünün farkındaydı. Takvimler Temmuz ayının on yedisini gösteriyordu. Suyun vanaları kapatılmış, elektrik şalterleri indirilmişti. Bu bina hiç bu kadar ıssız kalmamış, bu bahçe hiç bu kadar hüzün kokmamıştı. Şayet yeterince hassas olabilseydi, gözler bahçedeki ağaçların ve çiçeklerin hıçkırıklarını duyarlardı kesin. İçi kan ağlıyordu herkesin. Bir vedâ bu kadar mı zor olurdu... Kollar sevgiyle omuzlarda kenetleniyor, zor ayrılıyordu. Giden ablalarıydı... Gidiş, dönüşü olmayan bir gidişti! Celal Bey sözünü esirgemeyen bir mizaca sahipti. "Senin annense, bizim de ablamız, götürme, biz bakarız" Derken kalbindeki hüzün kadar kırgınlık da fark ediliyordu. Lakin ne kadar gayret etse de ikna edememişti. Gerçi İbrahim Beyin kardeşlerinin sevgilerinden ve niyetlerinden zerre kadar kuşkusu yoktu. Ancak bu normal bir hasta bakımı değildi, üstesinden gelemezler ve annesi için durum daha da kötüleşir diye düşünüyordu muhtemelen. Hatta bundan o denli emindi ki, dayısının; "Birgün seni de evlatların bakımevine götürünce anlarsın ne demek olduğunu" Serzenişine aldırmıyordu bile... Dış kapı kilitlendikten sonra kardeşler Bursa'ya geri dönerken, İbrahim Bey ve annesi de Ankara'ya doğru hareket etmişlerdi. Uzun bir yolculuğun ardından akşama doğru ömrünün son ikametgâhına gelmişti Zülbiye Hanım. Ankara'nın gözde bir semtinde, daracık sokaklar arasında beş katlı bir binaydı bu "Huzurevi(!)". Önünde tabelası olmasa sıradan bir binadan hiç farkı yoktu. Bahçe kapısından içeriye üç dört adım atınca binanın dış kapısına varılıyordu. İki üç basamak çıktıktan sonra bir başka kapıdan geçerek sağ tarafta bulunan müdür Muzaffer Beyin odasına girdiler. Muzaffer Bey İbrahim Beyin Silahlı Kuvvetlerden devre arkadaşıydı. Emekli olduktan sonra, böyle bir iş ile vaktini değerlendirmeyi tercih etmişti. Rutin işlemler zaten önceden hallolduğundan, kısa süren bir sohbet faslından sonra İbrahim Bey annesini birinci kattaki odasına götürdü. Bu oda üç kişilikti ve içinde ayrı bir bölümde banyo ve tuvaleti de mevcuttu. İlk bakışta az sayıdaki eşyaların eskiliği dikkati çekiyordu. Oturunca ortası çöken üç yatak, zaruri ihtiyaçlar için birer ufak gardrop, yatakların başucunda kenarları dökülmüş, suntaları gözüken birer kanepe bir de koltuk vardı. Hayatının geri kalan süresi artık bu oda ile koridorun diğer ucundaki oturma salonu arasında geçecek gibiydi. Oturma salonu, dört duvar kenarına koyulan tekli ve bir adet üçlü koltuk ile döşenmişti. Hastalar arasında rahatlıkla yürüyüp, hareket edebilen, düzgün konuşup kendi işlerini görebilen, fizikî açıdan en iyi durumda olan Zülbiye Hanımdı. Diğerleri ya yatalak, ya koltuğa mahkûm, ya da hafızasını tamamen yitirmiş hastalardı. Zülbiye Hanım hayli şaşkın, huzursuz ve oldukça da endişeliydi. Tahmin ettiği gibi "muayene olup hemen yuvasına geri dönecek" gibi gözükmüyordu. Gözlerinde kara bulutlar kümelenmiş, hassas yüreğine yağmur çiselemeye başlamıştı bile. Bu andan itibaren yapılması gereken en önemli şey, getirildiği bu "hastanede(!), tetkikler yapılıp sonuçlar belli olana kadar" sabretmesi gerektiğine inandırmaktı. Ardı arkası gelmeyen kâbus dolu günler, geceler başlamıştı Zülbiye Hanım için. İbrahim Bey için de kolay değildi tabi. Annesinin her sorusuna makul bir cevap, her endişesini giderecek birkaç cümle bulmak her zaman kolay olmuyordu. İlk günlerde sık sık ziyarete gelip yalnız bırakmamaya gayret etse de, yetkililerin "Bulunduğu yere alışmasını zorlaştırmayın" İkazlarını dikkate alarak, zamanla bu gelişlerini iki-üç günde hatta haftada bire indirmişti. Oysa Zülbiye Hanım henüz hafızasını tamamen yitirmemişti. Yanında "en güzel arkadaşım, dostum" dediği Kur'an'ı, -kim bilir kaç kazak, kaç kilim dokuduğu- cağları, tığları, örgüsü bile yoktu ki oyalansın. Beyninde bir sürü şey silinmiş olsa da, çok şeyin farkındaydı ve acı çekiyordu Zülbiye Hanım... Hem de ne acı! Bu arada Metin Beyin -Almanya'dan malulen emeklilik için- yaptığı müracaat, klinik şefinin söylediği gibi, müsbet sonuçlanmış, lakin ağabeyini bakımevi kararından vazgeçirmekte gecikmişti. Buruk bir sevinçle hemen Türkiye'ye gelerek, soluğu Yalova'da almıştı. Kimse olmasa da, sanki bir el o tarafa çekiyor gibiydi. Öyle ya, ne de olsa baba ocağı, baba yadigârıydı. Nice güzel anılara, mutlu günlere tanık olmuştu bu koca bina! Minibüsten inip iki yüz metre kadar ötedeki evin yolunu tuttuğunda müthiş bir üzüntü hissetmişti yüreğinin derinliklerinde. Tarifi imkânsız bir acıydı bu. Eve yaklaştığında ne balkonda yolunu gözleyen, ne de sevinçle kapıya koşarken telaştan bahçe kapısının anahtarını unutan anneciği vardı. Her taraf hüzün kokuyordu. Eve vardığında bahçe kapısını açarak içeriye girdi. Bakımsızlıktan meyvelerin çoğu, ağaçların dallarında kurumuş, çiçekler solmuş, otlar her tarafı sarmıştı. Su vanalarını açarken ve elektrik şalterlerini indirirken göze çarpan tek şey örümcek ağlarıydı. Dış kapıyı açıp içeri girdiğinde hüzün artık dayanılır gibi değildi. Sıcak havaya rağmen buz gibi duvarlar üzerine üzerine geliyor, mâzinin o güzel anıları gözlerinin önünden geçiyordu. Artık ağlıyordu Metin Bey... Hıçkırıkları duvarlarda yankılanırken, vanası bozuk musluklardan akan sular gibi sele dönüşmüştü. Dinmek bilmiyordu. Bir süre sonra yorgunluktan yığıldığı kanepede uyuyakalmıştı. Uyandığında sabah ezanı okunuyordu. Abdestini alarak namazını kıldıktan sonra ilk minibüsle otogara doğru yola koyuldu. Bir an önce Ankara'ya varmalıydı. Annesini kollarının arasına alıp, yanaklarından öpmeli, moral vermeliydi. Hasret gidermeliydi... Otobüsün geride bıraktığı her kilometrede heyecanı artıyordu. Kafasında sayısız soru işareti ve "acaba"lar vardı. En önemlisi de "Acaba annem beni hemen tanıyabilecek mi?" sorusunun meçhul cevabıydı. Ağabeyi, Ankara'ya geldiğinde annesine gitmeden önce konuşmalarının doğru olacağını belirttiğinden, çok arzu etmesine rağmen huzurevine hemen gitmemişti. Bir otele yerleşerek ağabeyini aradığında çok geçmeden belirtilen adrese gelmişti. "Valizini al, bize gidelim!" ısrarlarına rağmen otelde kalmayı tercih edeceğini belirtmiş, anlayış göstermesini istemişti. Yengesinin annesine gereken ilgi ve sevgiyi göstermediğine inanıyordu. Çok kırgındı. Evinde kalmak ağrına giderdi. Kardeşinin kararlılığını fark edince ağabeyinin de kabulden başka çaresi kalmamıştı. Birlikte huzurevinin yakınındaki bir pastaneye giderek uzun uzadıya konuştular. Daha doğrusu İbrahim Bey konuşuyor, Metin Bey kimseye fark ettirmemeye gayret ederek sürekli ağlıyordu. Elinde değildi. O süre içinde kim bilir kaç kâğıt mendil ve peçete sırılsıklam olmuştu. Arada bir lavaboya gidip yüzünü yıkamanın da faydası olmuyordu. Ağabeyi anlattıkça Metin Bey bu görüşmenin neden çok önemli olduğunu kavramıştı. Dikkat etmesi, edilmesi gereken kurallar vardı. Yöneticilerin belirttiğine göre Yalova'dan asla bahsedilmeyecekti. Bahsettiğinde ise üzerine söz getirilecek, geçiştirilecekti. Hesabı ödeyip pastaneden ayrılırken Metin Beyin gözleri kızarmış, şişmişti. Huzurevine varana kadar tam bir sessizlik hâkimdi. Birlikte birinci kata çıktıklarında Zülbiye Hanım oturma salonunda bir köşede oturmaktaydı. Çocuklarını görür görmez büyük bir sevinçle yerinden kalkıp kucaklaştılar. Metin Beye sarılmış âdeta bırakmak istemiyordu. İbrahim Bey müdürü ziyarete gidince ana oğul baş başa kalmışlar, hasret gideriyorlardı. Zülbiye Hanımın gözlerinin içi gülüyor, sevincinden tekrar tekrar oğluna sarılıyordu. Hasta bağırtıları ve gürültü arasında sohbet etme imkânları yoktu. Birlikte Zülbiye Hanımın odasına gittiler. Yatağın üzerinde üç boy küçük bohça duruyordu. Her gün giysileri valize doldurup oğlunun yolunu gözlediğinden İbrahim Bey çareyi valizi evine götürmekte bulmuştu. Bu çözüm işe yaramamış, en büyük giysi ya da havlularının içine diğer giysi ve özel eşyalarını üç bohça şeklinde hazırlayıp düğümlüyor yine oğlunun yolunu bekliyordu. Zülbiye Hanım yatağının bir kenarına çökerken oğlunu da yanına oturtmuş, elini avcunda sımsıkı tutuyordu. Boynunu hafifçe yana bükerek; --- Oğlum, abin beni buraya attı, gitti. Ne olursun beni Yalova'ya, evime götür! Ne olursun... Birilerinin duymasından endişe edercesine fısıldayarak konuşuyor, âdeta yalvarıyordu. Yüzündeki derin çizgilerden ve mimiklerinden çok mutsuz olduğu ve acı çektiği anlaşılıyordu. Kolay değildi tabi. Hafızasını kaybetmiş, bağıran, yatalak hastaların arasında kalmak sağlıklı bir insanı bile bir süre sonra hasta edebilirdi. Annesine düşkün bir evlat için acı veren zor bir durumdu. Önceden kendisine tembihlendiği gibi her "Yalova" bahsi açıldığında konuyu değiştiriyor, unutturmaya çalışıyordu. Çok geçmeden bakıcı odaya daldı; --- Hoş geldiniz Metin Bey, annenize banyo yaptıramıyoruz. Yaklaşık iki haftadır inat etti. Yapmam diyor. İkna eder misiniz lütfen! Zülbiye Hanım şikâyetten rahatsız olduğunu hemen belli etmiş, yüzü asılmıştı; --- Oğlum, ben Yalova'ya gidince banyo yapacağım. Bakıcı odadan çıkarken havlu ve giysileri yatağa bırakmıştı. Banyosuz geçen iki hafta! Olacak gibi değildi. Bir çaresi bulunmalıydı. Metin Bey hafifçe kulağına eğilerek; --- Anneciğim, Yalova'ya gitmene müsaade etmeleri için banyo yapman gerekliymiş, hemen yapıver de gidelim. Ben bu arada eşyalarını arabaya götüreyim. Zülbiye Hanımın boynu önce yana yatmış, uzun bir sessizlikten sonra "peki" demişti. Banyo için hazırdı. Metin Bey bakıcıyı yardım için çağırdığındaki yüz ifadesi ve şaşkınlığı görülmeye değerdi. Zülbiye Hanım banyosunu yaparken Metin Bey de müdür Beyin odasının yolunu tutmuştu. Durumdan onları da haberdar ettiğinde pek memnun olmamışlardı. İbrahim Bey; --- Yalova konusunu seninle konuşmamış mıydık, neden annemi boş yere ümitlendiriyorsun? Diye serzenişte bulundu. Oysa az sonra bakıcı gelmiş, banyodan sonra Zülbiye Hanımın uyuduğunu haber vermişti. Zülbiye Hanım çocuklarının geldiğini de, verilen "Yalova" sözünü de çoktan unutmuştu bile... Metin Bey Ankara'da kaldığı bir aylık süre içinde her gün otelden huzurevine gidiyor; "Annenizin buraya alışabilmesi için bu kadar sık gelmeseniz iyi olur" İkazına hiç aldırış etmiyordu. Gezdirmek için her defasında izin kâğıdı imzalamak ağrına gitse de, her geldiğinde annesi ile birlikte uzun yürüyüşler yapıyor, yakınlarda bulunan bir parkta sohbet ediyor, kuruyemiş ve meyve yiyorlardı. Henüz havaların soğumamış olması, birlikte mutlu günler geçirmesine imkân vermişti. Her "Yalova" bahsi açıldığında illâ ki araya bir başka konu giriyor, binanın tamir edildiği, biter bitmez götürüleceği bahanesi ile zaman kazanılmasına çalışılıyordu. Lakin Yalova hasreti bitecek gibi değildi. Bir çare bulunmalıydı. Bulunduğu yerde bu şekilde bir süre daha kalması sağlığını tamamen bozacaktı. İştahtan da kesilmişti. Metin Bey üzüntüsünden uyuyamıyor, gece geç vakitlerde otelden huzurevine gelerek annesinin bulunduğu binanın etrafında tur atıyordu. Her gün ağlamaktan gözleri kızarmış ve şişmiş şekilde otele geri dönüyordu. Hüznün tavan yaptığı böyle günlerde tek sırdaşı kalemiydi. Ne zaman bunalsa, boğulur gibi olsa, yüreğindeki duygular fırtınaya dönüşse kalemine sarılır, kalemiyle nefes alırdı. Bugün de öyle olmuş, duyguları kâğıtta dize dize acı izler bırakmıştı... Yine güneşli bir gündü. Annesine gerekli bir kaç giysi almak için Kızılaya giden Metin Bey dönerken bir internetcafeye girmiş, üyesi olduğu bir Edebiyat Sitesi'ne son yazdığı şiiri de kaydedecekti. Cafe tıklım tıklım dolu, sadece köşedeki iki internet boştu. Elindeki alışveriş poşetlerini duvar kenarına bırakarak sandalyeye oturdu. İnternet açılır açılmaz cebinden çıkardığı buruşmuş birkaç kâğıtta biriken dizeleri yazmaya başladı; Daha ilk dizelerde gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı bile. İlk anlarda kimse fark etmesin diye gayret göstermesine rağmen, hıçkırıklara engel olamamış, herkes farkına varmıştı. Gözyaşlarından klavye sırılsıklam, gözler yine kıpkırmızı olmuştu. Oysa henüz şiirin kaydı bile bitmemişti. Bu esnada burnundan kan boşalmaya başlamış, kâğıt mendillerinde temiz yer kalmamıştı. Hayatında ilk kez böyle bir durumla karşılaşıyordu. Yan taraftan kendisine uzatılan peçeteler de yetersiz kalınca, iki parmağıyla burnunu sıkarak lavaboya koşmuş, kanı durdurmaya çalışıyordu. İlk kez ağlamıyordu, ama ilk kez bu kadar üzüntülüydü. Ancak uzun uğraşlardan sonra kanı durdurabilmiş, yüzünü soğuk suyla yıkayarak geri dönmüştü. On, on beş dakika kadar sonra nihayet kayıt ve paylaşım tamamdı; SESSİZ HIÇKIRIK Bir başka alevli, yakıcı bu har Keder ile dolmuş gönül küfesi Pılı-pırtısını toplamış bahar Vakit; vakt-i hazan; "son" arefesi... Mutluluk yerine gözde yaş mukim Huzurevlerine(!) yalnızlık hakim. Kırılmış bahara kurulu çarkı Cem olmuş cemreler en namert kışta Kalmamış ölümle yaşamın farkı Ecele çağrı var her yakarışta... Böyle takdir etmiş "kimsesize Kim" Huzurevlerine(!) yalnızlık hakim. Sükûtun ardına saklanmış sitem Nesneler önemsiz, özneler "ben"siz Lokmalar ağudan, katıklar matem İnsan: Canlı ceset! Tek fark; kefensiz... Kan dahi damarda donmuş nitekim Huzurevlerine(!) yalnızlık hakim. Soğuk duvarlarda hüzün lekesi Hayaller harâbe, umutlar kırık Dumura uğramış us melekesi Elde kalan bir tek "sessiz hıçkırık"... Nefes almak dahi, zor; ağır-çekim Huzurevlerine(!) yalnızlık hakim. Can bedene külfet, her adım dize Fersiz kalmış serde yaslı didesi İlaç kâr etmiyor yanan genize Elem ile dolmuş bahtın badesi Bağrını açmış sin, neylesin hekim Huzurevlerine(!) yalnızlık hakim. Muhatap ararken her "niçin?", "neden?" Gözlerde "özlem"in son dilekçesi Güneşi buz tutmuş sayısız beden Sanki "Aşiyan’ın" arka bahçesi... Kim bilir, belki de son Eylül, Ekim Huzur Evlerine(!) yalnızlık hakim. Cafe'den dışarıya çıktı. Derin derin nefes aldı. Az da olsa rahatlamıştı. Yolunun güzergâhı yine annesi, Huzureviydi... Kan karışımı gözyaşları içinde yazılan şiir asıldığı sitede iz bırakmış, o gün yüzlerce paylaşım arasından güne düşmüştü. Herkesi bir şekilde etkilediği, hüzünlendirdiği anlaşılıyordu. Hassas bir konuydu. Acı ve üzüntüsünü paylaşan, empati yapabilen çok sayıda okuyucunun yanı sıra; "Her kim tüm şartlara rağmen anasını babasını huzur evine götürüp bırakıyorsa… Allah kimseyi sahipsiz bırakmasın..." Şeklinde ağır bir de eleştiri vardı. Hani haksız da sayılmazdı. Böyle bir imtihana tabi tutulmasa, bu tarz bir şiirin altına muhtemelen Metin Bey de benzer bir yorum bırakabilirdi. Şaşırmadı... Kızmadı. Anlayışla karşılayarak, yorumun altına şu cevabı yazdı; --- Bu dizeleri yazan siz, okuyan ben olsaydım şayet, sizin yazdığınız gibi yazmasam da, sizden farklı düşünmezdim muhtemelen. Kınardım, kızardım... Ayıplardım... Anlamakta zorlanırdım... Muhtemelen. Şayet anneniz hayatta ise Allah sağlıklı uzun ömürler versin. Anne sevginizi sonsuz-sınırsız- tarifsiz sevgi ile çarpın... Sayısız kereler! Çıkan o sevgiyi samimiyetle, en yüce duygularla harmanlayın. Sonucu anne sevginizle kıyasladığınızda anneme olan sevgimin büyüklüğünü görüp; uzaktan, olan biteni bilmeden, muhatabınızı tanımadan yaptığınız yorum ve ettiğiniz imadan üzüntü duyardınız... Muhtemelen. İnsanlar vardır talihsiz, Acılar vardır, tarifsiz, Yangınlar vardır... Dumansız, issiz! Yaptığınız yorumu anlayışla karşılıyor, anne sevginizin tezahürü olan düşüncenizden dolayı tebrik ediyorum. Takdir ediyorum. Keşke annemi bakabilmem, hizmetini yapabilmem mümkün olabilseydi. Ne kadar arzu ederdim bilemezsiniz. Ne kadar mutlu olurdum tahmin dahi edemezsiniz. Neden mümkün ol(a)madığını bilebilmek, anlayabilmek için Alzheimer denen hastalıkla ilgili doktorlardan, nörologlardan, psikologlardan, kısacası uzmanlardan bilgi almanızı tavsiye ederim. Gün geçtikçe kötüleşen, gün gelip yutkunmayı dahi unutturan, temizlik, tedavi ve bakımı profesyonel, tecrübeli bakım elemanı gerektiren bir hastalıktan söz ediyoruz. Bu gerekliliğe rağmen yine de annemi "oraya" ben götüremezdim kesinlikle. Yapım ve yufka yüreğim elvermezdi kesinlikle. Niyetin iyi olması yetmiyor. Doğru olanı da yapmak gerekiyor. Annem için en doğru ve gerekli kararın bu olduğuna ikna edildim. Hiç de kolay olmadı tabi. Henüz bu gerçeği kabullenebilmiş de değilim. Bu dizeler de içimdeki yangının sayfaya iz düşümü. Böylesine bir acıyı birkaç basit dize ile tarif mümkün değil elbet. Hayat merdiveninin hangi basamağında insan nelerle karşılaşacak belli olmaz, olmuyor. Yakını bu illete yakalanmış, varsa bakımını yapan insanlarla konuşursanız çok şey öğrenirsiniz. Büyük konuşmamak gerekmiş. Hayat bana bunu öğretti. Öğrenmenize gerek kalmaz inşallah. Selam ve saygılarr...’’ Keşke paylaşımlar mutluluk verici ya da hüzünler hayal ürünü olabilseydi hep... O gün de yine ana-oğul güzel bir gün geçirmişler, huzur içindeydiler. Huzuru bozan tek şey her günkü ayrılıklardı. İşleri gereği Berlin'e gitmek zorunda kalsa da, fazla durmuyor, çok geçmeden annesinin yanına dönüyordu Metin Bey. Berlin Ankara arası iyiden iyiye kısalmıştı. Yine kısa bir aranın ardından bir sabah soluğu Ankara'da, annesinin yanında almıştı. Odaya girdiğinde yine boy boy dizilmiş üç küçük bohçası her günkü gibi yatağının üzerinde duruyordu. Kendisi de bir kenara oturmuş, boynu bükük vaziyette kapıya doğru bakıyordu. Manzara dayanılır gibi değildi. Metin Beyi görmüş fakat fazla sevinmemişti. Belli ki artık mutluluğunun yanı sıra umudu da tükenmişti. Yine birlikte dışarıya "hava almaya" çıkacakları zaman Zülbiye Hanım; "Oğlum ayakkabılarım yok ki" Diyerek boynunu yeniden yana bükmüştü. Metin Bey dolapları kontrol edince gerçekten de ayakkabılarının olmadığını gördü. Üzgün, bir o kadar da kızgındı. Hemen bakıcının yanına giderek bunun sebebini sordu. Bakıcı; "Metin Bey, anneniz her gün ayakkabılarını ve pardesüsünü giyip yolunuzu gözlediği için abiniz onları eve götürdü" Dedi. Her şeyin olmasa da henüz hâlâ çok şeyin farkında olan bir insana, bir anneye bu kadar eziyet olamazdı. Olmamalıydı. Odanın kasvetli havası boğucu nitelikteydi. Her ne pahasına olursa olsun buradan çıkarılmalıydı. Aceleyle pardesü yerine bir atkıyı annesinin omuzlarına atarak, ev terliklerini ayaklarına geçirdi. Koluna girip izin kâğıdı dahi imzalamadan sokağa çıkmışlardı. Gözlerinden süzülen yaşları annesine belli etmeden silmeye çalışıyordu. Süratle bir pastanenin yolunu tuttular. Varlıklı ve modern insanların yaşadığı bu muhitte, terlik ve atkı ile yürüyen Zülbiye Hanım dikkati çekse de Metin Beyin umurunda değildi. Pastanede birlikte çay içip kurabiye yedikten, biraz da gezindikten sonra ancak sakinleşebilmişti Metin Bey. Huzurevine geri döndüklerinde herkeste bir telaş vardı. Zülbiye Hanım her tarafta aranmış, bulunamamıştı. Durumdan haberdar edilen İbrahim Bey de hemen huzurevine gelmiş polise müracaat etmek üzereydiler. Hayli kızgındı. Muzaffer Beye karşı mahcubiyet de hissediyordu. Bakışlarıyla sorgular gibiydi. Metin Bey, geldiğinde gördüğü manzaranın kendisini çok üzdüğünü, boğulur gibi olduğunu, nefes almak için bir an önce dışarıya çıkma ihtiyacı hissettiğini söyledi. Konu kapanmış gibiydi. Ancak bu şekilde devam edemeyeceği anlaşılmıştı. Bir şeyler yapılmalıydı... Ama nasıl? Birlikte annelerinin odasına gidip "sohbet" ettiler, dükkândan aldıkları meyve ve kuru yemişlerden yedirdiler. Vakit hayli ilerlemişti. İbrahim Bey kardeşine -annesinin göremeyeceği şekilde "Hadi gidelim" şeklinde işaret etti. Annelerinin boynuna sarılıp, yanaklarından öptüler. Henüz üç dört adım gitmişlerdi ki, tam odadan çıkarken ardına baktığında, Metin Bey annesi ile göz göze gelmişti. Yüreğindeki acılarla şekillenen çehresindeki ifade; "Oğlum beni bırakıp nereye gidiyorsun? Ne olur beni burada bırakma," diye yalvarıyordu. Kulakları sağır edercesine bir çığlık. Sessiz! Bir tek Metin Beyin duyabildiği... Fark ettiği! O bakışlar yüreğine ok gibi işlemiş, asla unutulacak gibi değildi. O günden ve o bakışlardan sonra Metin Bey de her geçen gün annesi ile birlikte eriyordu. Çaresizliğine hayıflanıyor, kendisini asla affedemiyordu. Hiç bir zaman da affetmeyecekti... ... Zülbiye Hanımın sağlığı kısa sürede dikkat çekici şekilde bozulmuştu. Mimikler kaybolmuş, bakışlar donuk, tebessüm dahi etmez olmuştu. Artık yürüyüşler iki büklüm ve kısa mesafelerle mümkündü. Araştırınca, verilen sakinleştiricinin dozunun yükseltildiğini öğrenmişti Metin Bey. Doktor; "İsterseniz dozu yeniden eski haline getirelim" dediğinde hayli bozulmuş, yine de kızgınlığını hissettirmemeye çalışmıştı. Zülbiye Hanım denek gibi kullanılmaya başlanmıştı. O gün kararını verdi. Buradan götürecekti. Metin Bey bu düşüncesini ağabeyine söyleyince ikna seanslarına başlamış, lakin bu kez başaramamıştı. "Yer değiştirmek Alzheimer hastaları için doğru değildi", ancak burada kalmaya devam etmesi durumunda çok geçmeden yatalak olacağı belliydi. Konuyu daha sonra teferruatıyla, tekrar konuşmak üzere anlaşarak ayrıldılar. Metin Beyin Ankara'da bulunmasını fırsat bilen ağabeyi ertelediği ziyaretler için bir haftalığına Ankara dışına çıkmış, Metin Bey otelde yalnız ve düşünceliydi. Sürekli bir çare arıyor, bulamıyordu. Bunaldığı anlarda her zaman yaptığı gibi kendisini dışarıya attı. Yanına sırdaşını almayı da ihmal etmemişti. Nitekim yol boyunca duygularını yine kaleme almış, kâğıda dökmüştü. Yaklaşık iki saat sonra otele döndüğünde ucu yanık bir şiir daha sitede paylaşım için hazırdı; HÜZÜN ÇEŞMESİ Öyle anlar olur ki, insan esirdir hüzne Ne kalpte gam eksiktir, ne de gözde bir an nem... Ar âdap töresinde tâbi olsa da izne Ağlamak ayıp değil sebep sen isen annem... *** Gam düştü sînemde kristal cama Fırtına esmekte us'ta bu sıra Her derdin hakkından gelirdim ama Kader inletmekte usta bu sıra Bir başka yüksekti bu dalga boyu Girdaplar pek yaman; dipsiz bir kuyu! Kasvetin karası koyudan koyu Çare dağ ardında pusta bu sıra Ağuydu her lokma yediğim aşta Ağır yara aldım en son savaşta Dertler arapatı, dizginler boşta Dilim karar kıldı susta bu sıra Ne üçü beşi de ne dokuz onu Cem oldu gönlümde hüznün her tonu Vardığım son durak sabrımın sonu Talihin ibresi küste bu sıra Feleğin hükmüne dedikçe "peki" Yüklendi habire, dedi "bu ne ki!" Çileler kördüğüm; hatta öyle ki Kalbim paramparça, yasta bu sıra Bahtımdan payıma düşünce gurur Açıp da ağzımı diyemedim "dur!" Teselli umduğum ya ehl-i kubur Ya gözden uzakta; "hasta!" bu sıra! Bağrımı delerken amansız sızı Nerede kaldın ey Şimal Yıldızı? Hüzün çeşmesinden akan kırmızı Kan dolu içtiğim tasta bu sıra Hayat her adımda kurunca pusu Bozuldu çehremin gülen dokusu Aldığım tek koku toprak kokusu Kulağım, gelecek seste bu sıra. Telefonun sesi ile kendine geldi. Arayan Bursa'dan Celal dayısıydı; --- Merhaba Metin. Nasılsın, nerelerdesin? --- Merhaba dayı. Ankara'da annemin yanındayım. Allah'a şükürler olsun, bugünlerimizi aratmasın. Lakin iyiyim desem yalan olur. Bu gelişimde annemi hiç iyi görmedim. Belki de kendisini yalnız ve çaresiz hissetmenin acısıyla, hiç bir şeyi saklamadan izlenimlerini teferruatıyla, olanca açıklığıyla anlatmış, içini dökmüştü. Ardından da; "Dayıcığım, annemi size getirsem bakabilir misiniz?" Diye de sorma gereği duymuştu. Metin Bey, değil akrabası, çocuklarından dahi kolay kolay bir istekte bulunmazdı. Söz konusu annesiydi ve çaresiz kalmıştı. Celal Bey de dokuz kardeş içinde ablasına en düşkün olanıydı. İnce ve derinlemesine hesap yapmayı bilmezdi. Bu hastalığın özelliklerini de, bakım zorluğunu da bilmiyordu. Ablasının durumu onu da çok üzüyordu. Metin Beyin sorusunu cevaplarken tereddüt etmemiş, düşünmeye gerek dahi görmemişti. Kendinden ve karısından emin şekilde kesin bir ifadeyle; --- Tabi, ne demek. Yeter ki sen emret. İstersen hemen bugün gelip alırız, bakarız be yav! Çaresizliğin son raddesinde acı ile kıvranan Metin Bey için bu cümleler paha biçilemez değerdeydi. Son aylarda duyduğu en güzel cümlelerdi. Yürek yarasına ilaç gibi gelmişti. Mutluluktan içi içine sığmıyordu. Lakin bu tür hastaların bakımı çok zordu. Üstesinden gelmek kolay değildi. "Yengem" dedi, "Yengem ne der bu konuda?" Celal Bey yine kendinden emin bir şekilde; "O da burada be yav. Yanımda. İstersen telefonu vereyim kendin sor, öğren." Diyerek telefonu hanımına uzatmıştı. Yengesi, daha önceden annesine de kendisinin baktığını, Zülbiye Hanıma da Allah rızası için ve seve seve bakabileceğini söylemiş, endişeye gerek olmadığını belirtmişti. Zifirin en kesif olduğu anda tünelin ucu görünmüş, şafak sökmüş gibiydi. Tekrar tekrar teşekkür ederek gerektiğinde yeniden arayacağını belirterek telefonu kapatmıştı. Tarifi imkânsız bir mutluluk ve huzur içindeydi. Ağabeyi geldiğinde hemen bu konuyu görüşecek, ikna edemese dahi tüm sorumluluğu üzerine alarak annesini buradan çıkaracaktı. Bu duygular içinde, yengesini görmek için İstanbul'dan gelen amcasının oğlu Hamit Beyi karşılamak için randevulaştıkları yere gittiğinde o da yeni gelmiş, bekliyordu. Birlikte bir börekçide bir iki lokma atıştırırken gelişmelerden Hamit Bey de etraflıca bilgi sahibi olmuştu. Huzurevine gittiklerinde Zülbiye Hanım yatağında hareketsiz bir şekilde yatıyordu. Gözleri açık, fakat tavana dikili bakışlar donuktu. Oğlunun ve Hamit Beyin gelişleri kendisini hiç etkilememişti. Belki de farkında bile değildi. Annesini ilk kez böyle görüyordu. Yengesinin durumu Hamit Beyi de derinden sarsmıştı. Bu kadarını tahmin etmemişti. Soğuğa rağmen -faydası olur ümidiyle- giyindirerek her zamanki parka götürdüler. Metin Bey annesinin yanına oturup başını omuzuna dayayarak sessizce ağlamaya başlamıştı. O ana kadar ses vermeyen Zülbiye Hanım bir eliyle oğlunun gözyaşlarını silerken ağzından iki anlamlı kelime dökülmüştü; "Oğlum... Ağlama!" Yine gafil avlanmıştı. Gözyaşlarını silecek bir mendili yoktu. Süratle en yakın bakkala giderken Hamit Bey de gördüğü manzaranın etkisiyle yanağından süzülen gözyaşlarını siliyordu. Metin Bey iki paket mendil ile geri döndüğünde Zülbiye Hanım Hamit Beyin yanında, aynı şekilde hareketsiz oturuyordu. Hamit Beyin de telkini ve tavsiyesini dikkate alarak, o an gözünü karartmış, kararını vermişti. Beklemeye gerek yoktu. Bekleyecek vakit de kalmamıştı. Dayısından aldığı güçle, hemen ağabeyini arayarak annesini bugün ve hemen götürmek istediğini söyledi. İbrahim Bey hem çok şaşırmış, hem de hayli kızgındı; --- Bu kadar kolay mı? --- Nereye götüreceksin? Soruları peş peşe sıralandığında artık Metin Beyin cevabı vardı. --- Bursa'ya... Dayımlara! Dedi, biraz da gururla. Ardından dayısı ve yengesiyle aralarında geçen konuşmayı detaylarıyla anlattı. İbrahim Beyin cevabı sert bir o kadar da yaralayıcıydı; --- Yoruldum... Çok yoruldum. Anneme bakmaktan değil, sana laf anlatamamaktan. Nasıl biliyorsan öyle yap! Beklediği cevap bu olmamasına rağmen şaşırmamıştı Metin Bey ve kararlıydı. Hiç bir alternatifin mevcut durumdan daha kötü olamayacağına inanmış, hedefe kenetlenmişti. Hemen dayısını telefonla arayarak; "Dayıcığım, annemi götürmeye hazırız" Dedi. Celal Bey hafriyat işleriyle meşgul, yoğun çalışan biriydi. O gün de şantiyede işinin ve işçilerin başındaydı. Bu haberi alır almaz işleri bırakıp, eşini ve kardeşini de alarak, aynen söylediği gibi süratle Ankara'ya yola çıkmışlardı. Herkes gibi muhtemelen Celal Bey de birçok eksiği, kusuru olan bir insandı. Derinlemesine düşünecek bilgi ve birikimi de yoktu... Muhtemelen. Lakin eğitim, bilgi ve tecrübenin çaresiz kaldığı bir anda , saflığı ve samimiyeti karanlığı aydınlatmış, umudun çırasını yakmıştı. Hakkını teslim etmek gerekirdi. Bu ani gelişmeler üzerine, o gün akşama kadar kalmayı planlayan Hamit Bey de dönüş biletini almış, Bursa’dan yola çıkanlar Ankara'ya varmadan Metin Beyle vedalaşmış, Ankara'dan ayrılmıştı. Metin Bey yaprağın dahi tesadüfen kıpırdamadığı kâinatta, Hamit Beyin gelişinin de tesadüf olmadığına inanıyordu. Tükendiği bir anda böyle önemli bir kararın alınması Hamit Beyin tavsiye ve manevi desteğiyle olmuştu. Eksik olan cesareti o tamamlamıştı. Kaderin açtığı yeni sayfada Hamit Beyin iradesinden de iz vardı... ... İbrahim Bey, vasi olarak telefonla Muzaffer Beyi aramış, gelişmelerden haberdar etmiş, gerekli işlemleri başlatmıştı. Metin Bey için uzun zamandır özlemle hayalini kurduğu an gelmişti. Çok gecikmekle beraber artık annesini buradan çıkarabilecekti. "Anacığım, hazırlan, Yalova'ya gidiyoruz" diyebilecek, derken de doğru söylemenin mutluluğunu yaşayacaktı. Zira Bursa'da kalacak olsa dahi arada bir evine gelebilecek, o çok sevdiği evinin geniş balkonlarında yeniden gezebilecekti. Annesinin valizi İbrahim Beyde olduğundan Metin Bey aceleyle bir dükkândan kocaman bir poşet bularak annesinin yanına gitti. Zülbiye Hanım az sayıdaki giysi ve eşyasını poşetin içine atarken Metin Bey dikkatle ve mutluluk içinde annesini izliyordu. Aldığı ilaçlardan mimikleri kaybolan Zülbiye Hanım muhtemelen ne olduğunun farkında değildi. Her şey hazır olduğunda Celal Beyin arabası da Ankara'ya varmıştı. Eşi Şahide Hanım ve kız kardeşi Rukiye Hanımla birlikte gelmişti. Zülbiye Hanım aracın ön kısmında Celal Beyin yanındaki koltuğa oturduğunda müdür bey de kapıda gözüktü. Saygı ile Zülbiye Hanımın elini öptü ve iyi yolculuklar temennisinde bulundu. Araba hareket ettiğinde istikamet Bursa olsa da hedef Yalova'ydı. Çıkabilecek problemlere rağmen uzun zamandan beri ilk kez bu kadar huzurluydu Metin Bey. Zaman ilerledikçe Zülbiye Hanımın yüz ifadesi değişmiş, tebessüm etmeye başlamıştı. Güzel bir şeyler olduğunu hissettiği açıktı. Metin Beyin arada bir; "Anneciğim mutlu musun?" Sorusuna her defasında; "Evet" Cevabı veriyor, bir yandan da arada bir uzatılan kuruyemişlerden atıştırıyordu. Beş saat kadar süren bir yolculuğun ardından Bursa'ya Celal Beyin evine varmışlardı. Birlikte asansörle dördüncü kata çıkıp eşyaları dolaplara yerleştirdiler. Uzun zaman sonra ilk kez Zülbiye Hanım bir ev sofrasında yemek yiyecekti. Metin Beyin mutluluğuna diyecek yoktu. Tatlı bir rüya âleminde gibiydi. Sevgi içten, ilgi samimi, ortam çok rahat ve güzeldi. Zülbiye Hanım geceleri uyuyamadığından, kardeşi Rukiye Hanım da onunla aynı odada kalarak bir nevi bekçilik yapıyordu. Sabah olduğunda kahvaltı sofrasında herkes hazırdı. Mutluluk içinde güzel bir kahvaltı yapıldıktan sonra Metin Bey Yalova'ya gitmek üzere evdekilerle vedalaştı. Annesinin evini temizleyerek hazır hâle getirecek ve Zülbiye Hanımı Yalova'ya götüreceklerdi. Evinden "bir daha dönmemek üzere" çıkmış olmasını asla kabullenememişti. ... Bursa'dan dönüşünde Metin Bey vakit geçirmeden işe koyulmuştu. Büyük bir gayretle ve komşuların da yardımı ile bina çatıdan bahçe kapısına kadar yıkanıp, temizlenmiş, vakit gece yarısını bulmuştu. Hayli yorgun olmasına rağmen bir türlü uyuyamıyor, heyecandan gözüne uyku girmiyordu. Uyumaktan vazgeçip balkona çıktı. Etraf tam bir sessizlik içindeydi. Tatlı bir meltem esintisi güzel ve güneşli bir günün habercisiydi. Karanlığı yırtan sokak lambalarına üşüşen sinekleri bir süre izledikten sonra hızlı adımlarla çatıya çıktı. En üst kattan başlayarak binanın tüm lambalarını yaktı. Rahmetli babası bina ilk yapıldığı sene oğlunu karşılayacağı gün böyle yapmıştı. Anılar gözlerinin önünde canlandı. Son zamanlarda yaşadığı stresli günlerin gönül yorgunluğu ve psikolojisindeki tahribat duygularını yine alt üst etmiş, ruh haletini derinden etkilemişti. Gözlerinden yine yaşlar süzülüyordu. Annesinin huzurevine götürüldüğü o günden sonra daha bir hassaslaşmıştı. Dokunsalar ağlayacak hâle gelmişti. Koca bina ışıklar içinde pırıl pırıl parlıyordu. Muhteşem bir görüntü vardı. Fotoğraf makinasını alarak bahçe kapısından dışarıya çıktı. Değişik açılardan fotoğraflar çekerek bu anlamlı geceyi ölümsüzleştirdi. Geriye döndü, tüm lambaları yeniden kapattı. Uyku iyiden iyiye bastırmıştı. Tam yatmaya hazırlanırken ezan okunmaya başladı. Artık uyumanın anlamı kalmamıştı. Hemen abdestini alarak huşu içinde namazını kıldıktan sonra uzun uzun dua etti. Seccadesini toplayıp mutluluk içinde kahvaltı sofrasını donatmaya başladı. Bir gün önceden her şey düşünülmüş, eksikler giderilmişti. Az sonra gelecek olan yeryüzündeki en değerli varlığı, annesiydi... Çay demini alırken kapı zili çaldı. Metin Bey koşar adımlarla bahçeye çıkarak kapıyı açtı. Kardeşi Rukiye Hanım ve Celal Beyin kolları arasında Zülbiye Hanım bahçe kapısından içeriye girdi. Hemen arkalarında eşi Şahide Hanım geliyordu. Metin Bey evin anahtarını annesine uzatarak; "Anacığım, buyur, kapını aç içeriye girelim" Dediğinde Zülbiye Hanımın çehresindeki tebessüm belirgin şekilde heyecana dönüşmüştü. Hissettiği fark ediliyordu. Lakin neyi ne kadar hissettiği bir muammaydı. Bilmek mümkün değildi. O kapıyı açarken Metin Bey de bu mutlu ânı ölümsüzleştirmekle meşguldü. Bir kaç tane daha fotoğraf çektikten sonra birlikte sofraya oturdular. Bina uzun zaman sonra sımsıcaktı ve huzur veriyordu. Rüya âleminde mevsim bahardı sanki. Kahvaltının ardından Zülbiye Hanımın koluna girerek birlikte binanın terasına çıktılar. Geçen zamanın her ânı Metin Bey için çok değerliydi. İsraf etmeden değerlendirmek, özlemini duyup hayalini kurduğu anları doya doya yaşamak istiyordu. Yaşıyordu da. Dinlenmesi için yatağına yatırıyor, ayaklarına masaj yapıyor, okşayıp öpüyordu. Gözlerindeki pırıltıdan Zülbiye Hanımın da bu mutluluğu hissettiği fark ediliyordu. Bir ömrün üç nefeslik olduğu bir âlemde, bir günün lafı mı olur. Su gibi akıp gitmiş, hava kararmaya yüz tutmuştu. Keşke Metin Beyin bakabilecek imkânı olabilse, yanından ayırmasa, annesi evinde kalabilseydi. Yazık ki, bu illete yakalanan insanlara ancak çok kişiyle ve yardımlaşarak bakmak mümkündü. Bu durumda bile herkesin üstesinden gelebileceği bir iş değildi. Herkes hazırlanmış, araca binerken anlamlı her kelimesi olağandışı olup dikkat çeken Zülbiye Hanımın ağzından çıkan iki cümle Metin Beyin yüreğini kanatmıştı; --- Beni gönderiyor... Beni gönderiyor. Zülbiye Hanımın dudaklarından sessizce dökülen bu iki kelimeyi veda seremonisinin hengâmesi sırasında bir tek Metin Bey duymuştu. Mutlu olduğu bir ortamdan ayrıldığının farkına varmış gibiydi. Lakin yapacak bir şey yoktu. Arada bir uğranılan bu bina sağlıklı bir insan için bile uygun değildi. Henüz doğalgaz bağlanmamış dairede, hele de böyle serin ve soğuk günlerde odaları bir tek sobayla ısıtmak da mümkün değildi. Gündüzleri hava sıcak olsa da, geceleri ayaza çeviriyordu. Hasta olma ihtimali büyüktü. Metin Bey nihayet otellerde gecelemekten kurtulmuştu. Annesini gezdirebilmek için birinden izin almak zorunda da değildi. Zülbiye Hanım artık özenle hazırlanmış mükellef sofralarda kendisini seven kardeşleri ile bir arada yemek yiyebiliyordu. İlk günlerde yeni yerini yadırgasa da Zülbiye Hanım mutlu görünüyordu. İbrahim Beyin telkinlerine rağmen, eklemler için gerekli olan hapın haricinde tüm ilaçlar rafa kaldırılmıştı. Belki de bunun etkisiyle kaybolan mimikler yerine gelmiş, Zülbiye Hanım kısa cümlelerle konuşmaya başlamış, tebessüm eder olmuştu. Gündüz Şahide Hanım ev işlerinin yanı sıra Zülbiye Hanımla ilgileniyor, akşama doğru birer gün aralıklarla gelen iki kız kardeşi ise vardiya usulü gece yanında yatıyorlardı. Hâl ve hareketlerinden lavabo ihtiyacı geldiğini fark ettiklerinde hemen yardıma koşup gereğini yapıyorlardı. Kolay değildi tabi. Buna rağmen kimse hâlinden şikâyet etmiyor, aksine, Rabbin rızasını gözettiklerinden hayırlı ve güzel bir iş yapmanın huzurunu yaşıyorlardı. Celal Bey her akşam şantiyeden yorgun argın eve dönmesine rağmen, ablası ile şakalaşmadan duramıyor, espiriler yapıyordu. Kollarını yukarı aşağı seri şekilde hareket ettiriyor, eklemlerine iyi geleceğini düşünüyordu. Samimi ve içten sevgi tüm zorlukları unutturuyordu. Zülbiye Hanım günden güne açılmış, gülebilir, gülümseyebilir hâle gelmişti. İlaç alımı sonlandıktan ve etkileri azaldıktan sonra Zülbiye Hanımın çehresi değişmişti. Söylenenlerin bir kısmını anladığından şüphe yoktu. Lakin konuşmak istediğinde kelimeler kördüğüm oluyor, ortaya anlamsız cümleler çıkıyordu. Böyle durumlarda Zülbiye Hanım hayli üzgün, biraz kızgın; "Ey gidi günler" Diyor, susuyor, başı hafifçe yana düşüyordu. Aradan bir hafta kadar süre geçtikten sonra önemli ve büyük bir iş başarmanın huzuru içinde Metin Bey yeniden Berlin'e, çocuklarının yanına dönmüştü. Her iki üç günde bir telefon ederek gelişmeler hakkında bilgi alıyordu. Anlatılanlara göre, annesi kısa sürede aldığı kilolarla kendisini toparlamış, yüzüne kan gelmişti. Devam eden ve çözümü zor tek problem kalmıştı. Uykusuzluk! Uyuma düzeni hayli bozuktu. Gece iyi uyusun diye gündüz uyutmamaya çalışsalar da işe yaramamıştı. Asabiyete sebep olduğunu görünce de bu yöntemde ısrar etmemişlerdi. Celal Beylerin ilaçlara karşı özel bir karşı duruşları olduğundan, çok mecbur kalmadıkça uyku ilacı da vermek istemiyorlardı. Zaman süratle akıp gidiyor, hafıza kaybı günden güne daha da ilerliyordu. Geçmişe dair neredeyse tüm anılar silinmiş, yok olmuştu. Hatırlayabildiği iki üç tane ilahi, bir kaç türkü ile babasının askerlik yaparken yazdığı şiirdi. Metin Bey ne zaman annesinin hafızasını yoklamak istese özellikle bu ilahileri ve şiiri okutturmaya çalışırdı. En son telefon görüşmesinde de yine bunu denemiş, hatasız okumasına çok sevinmişti; “Medine'ye varamadım Gül kokusu alamadım... Ben resule doyamadım Yaralıyım... Yaralıyım... Yaralıyım ben" ... Zülbiye Hanım Bursa'da iken de Metin Bey iki ayda bir Türkiye'ye gelişini aksatmamıştı. İkinci gidişinin ardından Berlin'e döneli üç hafta olmamıştı ki gelen telefonla yüzü asılmış, neşesi kaçmıştı. Yengesi Şahide Hanım, dizlerindeki ağrılar yüzünden annesine bakmakta zorlanıyordu. Üstelik kardeşlerinin de kronik rahatsızlıklarının artması sebebiyle artık geceleri Zülbiye Hanımın yanında kalamıyorlardı. Alzheimer’li bir hastaya bakımın zorluğunu hayatın pratik dersinde tatbikatli olarak öğrenmişlerdi. Bakım zorlaştıkça ağrılar artıyor gibiydi. Şahide Hanımın omuzlarına binen yük gücünün ötesindeydi. Sessiz çığlıklar feryada dönüşmeden bir çare bulunması gerekiyordu. Metin bey; "Peki, abimle bir konuşayım, bir çaresine bakarız" Dese de, o çareyi bulmanın zorluğunu biliyor, zaman kazanmaya çalışıyordu. Metin Bey ne yapacağını bilemez haldeydi. Her gün moralsiz bir şekilde kendisini sokağa atıyor, uzun düşüncelere dalıyordu. Nihayet ağabeyine danışmaya karar verdi. Telefonda konuyu enine boyuna konuştular. Yapılacak tek iş kalmıştı. Zülbiye Hanım Ankara'da iken müracaat ettikleri Yalova'daki Huzur Evi'ne nakil işlemleri hızlandırılacaktı. Aradan geçen bir seneye rağmen henüz sıra gelmemişti. Ortaya çıkan bu yeni durum vesilesiyle Kurumu aradıklarında Zülbiye Hanımın üçüncü sıraya geldiğini, muhtemelen iki üç ay içinde naklin mümkün olabileceğini öğrendiler. Yapılması gereken bu iki-üç aylık sürede Bursa'daki bakımın devamını sağlayabilmekti. Metin Bey Bursa'ya giderek önce durumu teyzesi Rukiye Hanımla, ardından da yengesi ile görüştü. Her ikisi de iki üç ay daha idare edebileceklerinin sözünü verince derin bir oh çekmişti. Aradan bir ay geçmeden Kurum'dan gelen telefonla müjdeli haberi almışlardı. Sıra gelmişti ve işlemler için bekleniyordu. İbrahim Bey de hiç vakit geçirmeden kardeşini bilgilendirmişti. Metin Bey haberi vermek için Bursa'ya gittiğinde yüzlerde yorgunluk ve biraz da bezginlik hemen belli oluyordu. Celal Beyin çocukları da artık eskisi gibi candan hareket etmez olmuşlardı. Gönülsüz bir "Hoş geldin" ardından, sohbete dahi gerek duymadan herkes köşesine çekiliyordu. Üzücü olsa da Metin Bey bu tavrı yadırgamıyor, anlayışla karşılıyordu. Arzular ile hayatın gerçekleri her zaman örtüşmüyordu. "Endişe etme, biz ömrünün sonuna kadar bakarız" derken, vazifelerinin bu denli zor, teferruatın çok yorucu olduğunu tahmin edememişlerdi. Profesyonel organize gerektiren bu türden hastaların evde bakımının, belli bir aşamadan sonra, sadece bakan için değil, hasta için de dayanılmaz zorlukları vardı. Nitekim aynı dertten muzdarip bir kardeşleri evde bakım sırasında yanlışlıkla içtiği çamaşır suyu sebebiyle komaya girmiş, yapılan tüm müdahelelere rağmen, komada kaldığı dokuz günün ardından hayatını kaybetmişti. Pişmanlık olduğu söylenemezdi, ama güçlerinin sınırına geldikleri rahatlıkla seziliyordu. Nakil için sıranın geldiğini öğrendiklerinde bir rahatlama olsa da, özellikle Şahide Hanım için "Fındığım" diye hitap edip aylarca hizmetini gördüğü Zülbiye Hanımdan ayrılmak zor geliyordu. Kardeşi Celal Bey de Metin Bey kadar duygulu biriydi. Gönlünden geçenler gözlerini zorluyor, kapaklar yaşları zor tutuyordu... Metin Bey o gece yine orada sabahladı. Kimse lüzumundan fazla konuşmuyor, konuşamıyordu. Zoraki yapılan kahvaltıda lokmalar zehir, çaylar şekersizdi sanki. "Hicret" devam ediyordu. Koca dünya küçük bir bedene dar gelmiş, müsait ve uygun bir sığınak arar gibiydiler. Giysiler alel acele bir valiz, birkaç torbaya yerleştirildikten sonra Metin Bey annesinin yanına oturarak; "Anacığım, Yalova'ya, evimize gidiyoruz" Dedi, gerisini getiremedi. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyordu. Pardesüsü giydirilerek asansörle aşağıya indirildi. Celal Bey direksiyonun başına geçmiş başı öne eğilmişti. Az sonra Metin Bey, annesi ve Rukiye Hanım da arabada yerlerini aldılar. Şahide Hanımın yüreği birlikte gelmeye elvermemişti. Vedalaştılar. Araba hareket ettiğinde Zülbiye Hanım anbean yıllarca özlemini çektiği Yalova'ya yaklaşmaktaydı. Ne yazık ki artık Yalova anlamını yitirmiş, özlem ve anılar tümden silinmişti. İbrahim Bey Ankara'dan Çınarcık’daki huzurevine gelmiş, gerekli işlemleri yapmakla meşguldü. Bir yandan da annesinin getirilmesini bekliyordu. Oysa Metin Beyin arzusu bu vesileyle bir kerecik daha annesini evine götürmek, ikramda bulunmaktı. Kurumda öğlen paydosu sebebiyle ziyaret saatlerinin 13:30 da başlamasını da fırsat bilerek direksiyonu Eski Termal Yolu'na kırdılar. Her iki tarafı sıra sıra çınar ağaçları ile uzanıp giden yoldan geçerek evin önünde durdular. Komşunun köpeği Aktüy mutluluktan kuyruğunu sağa sola sallayarak Metin Beyin ayağını dibinde bitmişti. Ardından Fatma Hanım da komşusunun geldiğini görünce bahçe işini öylece bırakıp hızlı adımlarla karşılamaya gelmişti. Zülbiye Hanım dizleri az bükülmüş, kardeşlerinin kolları arasında arabadan eve doğru ilerlerken Fatma Hanımın şaşkınlık İçindeydi Üzüntüsünü tarif etmek imkânsızdı. Zülbiye Hanım, yıllarca nice mutlu günlerini paylaştığı komşusuyla göz göze gelmiş, tanımamıştı. Fatma Hanım bir Zülbiye Hanıma bir de Metin Beye bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Belli ki bu kadarını beklemiyordu. Misafirler eve girerken Fatma Hanım da üzgün ve hayal kırıklığına uğramış şekilde ağır adımlarla bahçesine, işinin başına dönüyordu. Misafirlere balkonda yer gösterip annesini de başköşeye oturttuktan sonra süratle mutfağa koştu Metin Bey. Bu sıcak havada karpuz iyi giderdi. Dolaptan koca bir karpuz çıkarıp dilimledikten sonra yanına yiyecek başka şeyler de ilave ederek masayı güzelce hazırladı. Zülbiye Hanım yine huzurlu ve neşeli görünüyordu. Öğlen namazları kılındıktan sonra artık huzurevine gitme vakti gelmişti. Biraz daha gecikseler işlemler bir gün sonraya sarkabilir, İbrahim Beyin morali bozulabilirdi. Kışlık giysilerin bir kısmı evde bırakılarak birlikte yirmi beş dakikalık mesafedeki huzurevine vardıklarında ikindi ezanı okunuyordu. Girişte kimlik gösterip içeri girdiler. İbrahim Bey de onlara doğru geliyordu. Annesine sarılıp yanaklarından öptükten sonra koluna girerek birlikte birinci kattaki odasına doğru ilerlediler. Bu huzurevi inşa edileli henüz iki yıl olmuştu. Geniş bir arazi üzerine kurulu, etrafı açık ve yemyeşil ormanlıktı. Uzaktan deniz, ötesinde de açık havalarda İstanbul kıyıları görülebiliyordu. Her yer pırıl pırıl, temiz ve bakımlıydı. Yemekler her gün farklı ve lezzetliydi. Hatta her gün saat 15:00'te ara öğün bile vardı. Ankara'daki huzurevi ile kıyaslanamayacak nitelikte rahat, konforlu, güzel ve farklıydı. Personel güler yüzlü ve gayretliydi. Binanın ikinci katı kendi ihtiyaçlarını karşılayabilen, nisbeten iyi durumda olan yaşlı hanımlar için, üçüncü katı ise yaşlı erkekler için tahsis edilmişti. Bina dışında çiçekler arasındaki kamelyalarda ve geniş salıncaklarda dinlenme, görüşme imkânı mevcuttu. Arzu edenler için her daim sessiz ve sakin yerler vardı. Metin Bey Celal Beyle kurumun mescidinde ikindiyi eda ederken Rukiye Hanım ile İbrahim Bey Zülbiye Hanımın eşyalarını dolaplara yerleştirmekle meşguldü. Oda ferah ve geniş pencereliydi. Her odanın içinde banyosu ve bir de balkonu vardı. Fazla eşya olmadığından dolaba yerleştirme işi çabuk tamamlanmış, hep birlikte kamelyaya geçmişlerdi. Yanlarında getirdikleri meyve, kuruyemiş ve diğer yiyecekleri afiyetle yedikten sonra Zülbiye Hanım odasına çıkarıldı. Getirildiği yerin yine hastane, sebebin de diz ağrıları olduğu söylendiğinden fazla tedirgin değildi. Zaten çok şeyin farkında da değildi. Bazen tanımadığı insanlara dahi gülücükler atabiliyordu. Bakıcılarla dikkat edilmesi gereken bazı hususlar etraflıca konuşulduktan sonra Zülbiye Hanımı önce Allah'a sonra da sorumlulara emanet ederek ayrıldılar. Celal Bey kız kardeşi Rukiye Hanımla Bursa'ya dönerken Metin Bey de ağabeyi ile baba ocağına, evlerine döndüler. Zülbiye Hanımın yeni bir ortama girmeyi garipseyebileceği de dikkate alınarak bir ay kadar her gün ziyaretine gidiyorlardı. Birlikte bir çanta ayarlamışlar, her gün mevsimlik bir meyve, biraz kuruyemiş, meyve tabağı, bıçak, mendil ve bir şişe su götürüyorlar, saatlerce birlikte kalarak alışmasına, gariplik çekmemesine yardımcı oluyorlardı. Aynı katta bulunan Dr. Kader Hanım ve bir alt kattaki Müdür Mehmet Bey ile tekrar tekrar görüşerek, özellikle ilaçlar konusu bir neticeye bağlanmıştı. İbrahim Bey yıllar önce geçirdiği ağır bir ameliyattan sonra fizik tedavisi görmek zorunda kalmış, belli aralıklarla buna devam ediyordu. Gitmesi gerekiyordu. Annesini öpüp okşadıktan sonra yanından ayrıldı. Metin Bey kendisine otobüs garına kadar refakat edip, otobüs hareket ettikten sonra evin yolunu tuttu. Koca binada tek başınaydı. Burada geçen her gün yalnızlığın ne demek olduğunu daha iyi anlıyordu. Eşinin vefatından sonra Zülbiye Hanım bu binada yaklaşık on sekiz sene yalnız yaşamıştı. Dile kolay; tam on sekiz koca sene! Yoğun ve yorucu geçen son günlere rağmen nedense bu gece uykusu gelmemişti Metin Beyin. Balkona geçerek mehtapla aydınlanan gökyüzünün ışıltısında bir süre yıldızları izledi. Her gün bu vakitlerde cıvıldayan kuşlar yerini az ötedeki derede sahne alan kurbağaların müzik korosuna bırakmıştı. Odaya geri döndü. Cep telefonundan yapılan paylaşımlara bakarken gözü bir videoya takılmıştı. Mülteci kamplarında yaşayan Suriyeli yetim çocuklarla yapılan bir söyleşinin videosuydu. "Babana bir mesaj vermek istesen, ne söylerdin?" Sorusunun cevabı aranıyordu. Beş altı yaşındaki minik bir kız tam cevap vermeye hazırlanırken, başı hüzünle önüne eğilmiş, tatlı çehresini süsleyen simsiyah gözleri buğulanmış, dudakları acıyla bükülmüştü. Kilitlemişti dudaklarını... Kirpiklerini zorlayan acı suyu salmamak için kendini zorluyor, gözyaşlarına direniyordu adeta. Sadece mahzun değil, mahcuptu da aynı zamanda. Utanması gereken utanmazların yerine utanır gibiydi. Keşke mümkün olabilseydi... Duyabilseydi keşke... Uzatılan mikrofon cevap bekliyordu. Zor da olsa kaldırdı başını. Cevap verecekti... Olmadı! İlk deneme başarısız olmuş, hüznün ağırlığı boynunu yeniden yana eğmişti. Uzun bir aradan sonra ancak üçüncü denemede özlemini heceleyebilmişti; “Babasını çok sevdiğini, çok özlediğini, gelip kendilerini bu kamptan almasını, evlerine götürmesini” İstiyor, arzu ediyordu. Son kelimeler boğazında düğümlenmiş, gözyaşlarını saklayacak gücü kalmamıştı artık. Hıçkırıklara boğulduğunda yapabildiği tek şey, sağ elinin tersiyle yanaklarından süzülen selin yönünü değiştirmekti. Diğer yetimlerin hal ve tavırları, bakışları, ifadeleri de farklı değildi. Cevabını bakışlarıyla verenler de vardı elbette. Bakışlar... Sitem dolu... Öfkeli! Acının, elemin ırkı yoktu. Lisanı, lehçesi aynıydı, evrenseldi. Tekrar tekrar izlediği bu video çok etkilemişti Metin Beyi. Minik bedenlerin hassas yüreklerindeki koca yüklerden çok etkilenmiş, çok üzülmüştü. Ağlıyordu... Sözde erkekler ağlamazmış! Ne kadar da saçma bir söz. Ağlamak da bir nimetti. Şefkatin, vicdanın tezahürüydü gözyaşı. Bazen mutluluğun, bazen de acının. Şimdiki gibi yani! Gece yarısı uykusu iyice kaçmış, içinde fırtınalar kopuyordu. Bu acı ancak paylaşılarak azalabilecek türden bir acıydı. Paylaşmalıydı, ama kiminle? Kimsecikler yoktu ki yanında... Kaleminden başka! Kadim dostu mürekkebi salarken, gözyaşı da şahidiydi acının! Bir... iki... üç derken, kalem hızını alamamış, ilham ayrılamamış, kâğıda damlayan dizeler sabah ezanı okunurken tam on beş kıtalık bir ağıta dönüşmüştü. "Söz!" diyordu Metin Bey; SÖZ ÇOCUK! Biliyorum kırgınsın, kızmanın sebebi var Zaten bakışlarında ayan olmuş giz çocuk Belli ki mümkün değil kırık kalbini imar En ağır sitemleri sıra sıra diz çocuk. Bu nasıl kıştı böyle her kar’ı kahra şölen O ne bakıştı öyle değdiği yeri delen Ey alevi yükselen boynu bükük kardelen! Siteme ne yüklesen, ne desen caiz çocuk Sen ki herkesten daha muhtaçken ihtimama Yüreğinde onca yük sayısız kanlı yama Dünya nice zulümler, kıyımlar gördü ama Bu asrın mezalimi tarihte eşsiz çocuk Daha yeni gelmişken şu hayat mektebine Bizdik bin derdi koyan düşlerinin cebine Zor sorular ardından girip yerin dibine Utanması gereken sen değilsin; biz çocuk! Yazık ki haz umarken umudun ocağına Bir tuhaf demde doğdun dünyanın kucağına Yanağından süzülen lavların sıcağına Mendil olurdum amma, her teselli az çocuk Sevgiyle yaklaşırken yamacına, yanına Yakışmadı ağlatmak bu asırın şanına Neşenin gömüldüğü o çukurun yanına İnsanız diyenlere dipsiz kuyu kaz çocuk Biz ki her gün es geçip mücadele kısmını Kader koyduk zulümün, haksızlığın ismini; Keskin bir bıçak ile öksüzlüğün resmini Canımızı yakarak kalbimize çiz çocuk Şakiliğe şahitken nice yetimhaneler Sığınak oldu bize arsızca bahaneler Talan, zulüm, cinayet... Ve Cennet? Daha neler! İnsan bu! İnsaf yoksa hayli edepsiz! Çocuk. Gafletle savrulurken bir uçtan öbür uca İzzet, ikram bekledik açtığımız avuca Hakkındır kahrımıza Hakk’tan ettiğin rica Bunca bela, musibet azdır bize, az! Çocuk! Şikâyet dilekçene Filistin ile başla Ne Arakanı unut ne İdlib’i telaşla Koy hedef tahtasına vicdanımızı taşla Akıl olmayan başla yaşanmaz aziz, çocuk Şayet dinerse bir gün içindeki fırtına Yükle günahımızı bir tartının sırtına Kaldıysa onurumuz al ayaklar altına Yalvarsak da acıma! İnsaf etme; ez çocuk! Hayasızca bozarak ahkâmını ayetin Din ettik sebebini her türlü cinayetin Başım gözüm üstüne sitemin, şikâyetin Dâr kurmaksa niyetin, hakkındır infaz çocuk. Hani, insafa gelip affettim desen de sen Silinmesi zor leke zulme dair her desen Rüzgâr demek ne mümkün; kasırgaydı sert esen Yıkılan onurumuz; kalkmaz bu enkaz çocuk Ahsen-i takvim üzre bezese de yaratan Bizdik her çağ açtıkça öncekini aratan Tarihin dimağına bir mızrak gibi batan Aynamızda sırıtan tükrülecek yüz çocuk Sanma ki geçen her an ızdırabımı gemler Bağrına düşen korsa kalemim acı demler Ağıdını yazmayı unutsa da kalemler Hatırlatmak farz bana; yemin sana! Söz çocuk! Utanması gereken sen değilsin; biz çocuk! Utanması gereken bizdik! Sen, ben, biz! Hatırlatmalıydı bunu! Her zaman... Her fırsatta! … Saba makamında semaya yükselen sadasıyla, minarelerden okunan ezan ölüm denen yalın gerçeği, namazın uykudan hayırlı olduğunu hatırlatıyordu. “ESSELATU HAYRUN MİNEN NEVM”

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mecit Aktürk