O sancılı kopuş ânına hazırlanan yazar, “varlıktan" varlığın uçucu belirsizliğine doğru sonsuz bir yolculuğa hazırlanırken hissettiklerini kelimelerin diline tercüme edebilse kimbilir geride neler bırakırdı. İpeksi sicimlerle hayatın sihirli anlarını dokuyan kumaşın arka yüzündeki düğümlü resmi görebilir miydik mesela?
Bir trenin camında yorgun suretiyle karşılaşan yazar, o kımıltısız anda ya bütün hayallerinin, dualarının, dileklerinin toplamından daha yoğun, farklı bir aydınlanmayla ürperdiyse ve o masmavi şimşek çakımını kavrayacak, ifade edebilecek kudreti kalmamışsa, o hâlde çemberi tamamlayacak duygunun yok oluşu insanın hikâyeyle tekâmül macerasını da eksik kılmaz mı?
Stefan Zweig’ın Son Günleri ’ni iştahla kurcaladığım mandalina bahçelerinde, yıldızların sonsuzluğunu “Binbir Gece Masalları”nın baharatlı anlatımıyla fısıldadığı ıssız teraslarda, Laurent Seksık gibi onu “son yolculuğa” hazırlayan sızının acısını tahayyül etmeye çalışıyordum. Onun denemelerini, hikâyelerini, kendi kaderini oyunu bozup yeniden kurar gibi yazdığı biyografileri okuyan hemen herkes, o karanlığın muhtemel sebeplerini az çok tahmin edebilir. Eleştirmenlerce en çok yazılan neden, savaşın şiddetinden, bir ırkın yok edilmesinden, ölümlerden duyduğu tiksinti ve yorgunluktur. “Kültür Avrupa’sı” hayalinin çöküşü, aidiyet hissinin tükenişi de onu büyük boşluğun korkunç girdabına doğru hızla çekmiştir elbet.
Peki, Zweig gibi yazının dönüştürücü gücüne yaslanarak yazan biri, kelimelerin büyüsüne olan inancını hangi dönemeçte terk etmişti? Bu sorunun cevabı muhtemelen kendisi için de fevkalade pusluydu. Gök gürültüsünün uzaklardan yankılanarak gelen o ilk uğultusunu duyduğu anda neredeydi? Durgun bir gölün kenarında “kaçak” bir hayat sürmenin vicdan azabıyla karışık “ölümcül bir hiçliğin” dinginliğine mi kavuşmuştu? Duygu dünyasını parçalayan zehirli düşünceler birer birer zihninin kuytusuna yerleşirken çocukluk, gençlik hayallerinden hangileri onu usulca okşuyordu? Unutulmuş Düşler ’de anlattığı hayaller, hayatın ve yazının buluştuğu o “mucizevî bahçenin” gölgesinde ağırlamaya neden yetmiyordu artık? Oysa hafiften esen rüzgârın portakal ağaçlarının dallarıyla oynaşmasını, dağların karanlık yamaçlarından göz kırpan evlerin gece göğünün altında pırlanta tozları gibi parıldayışını anlatmayı ne çok seviyordu. Onu masallarından uzaklaştıran, hikâye yazmaktan alıkoyan, tabiatı, insanı kelimelerle keşfederken yazıdan aldığı hazzı giderek çürüten “gerçeklik” algısı ne türden bir sancıyla katılaşıp koyuşlaşmıştı içinde?
Asıl mesleği doktorluğa ara verip dergilerde editörlük ve edebiyat eleştirmenliği yapan Seksik’in romanını okurken, cevapsız kalmaya mahkûm sorularla, çoktandır arayıp bulamadıklarımı harika bir kitapta buluştuğunu görünce sevindim. Daha evvel başka bir Zweig yazısında, “Kimse onu Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Balzac’ı, Montaigne’i, Stendhal’i ve diğerlerini şefkatle ve yazının şehvetiyle anlatamayacak korkarım” demiştim. Bu küçük etkili roman, korkumu nispeten azalttı.
Artık birbirimize iki yabancıyız.
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi evet, her şeyi unutmalıyız.
Her kederin tesellisi bulunur, üzülme.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta