Yazarlarla Gitmek... Şiiri - A. Esra Yal ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yazarlarla Gitmek...

Ne hayatı kutsamak, ne onu kuşatan doğal güzellikleri kalple görebilme çabası, iyimserlikle tazelenmiş bir sabaha uyanmaya pek müsaade ediyor buralarda. Bu coğrafyanın sıkıntılarıyla büyüyen herkes, lafı hiç dolandırmadan neden bahsettiğimi sezebilir. Modern dünyanın haber alma araçlarından herhangi birisiyle güne başladığınızda ister istemez kirleniyorsunuz. Kan, iftira, riya, incelikten, zekâdan yoksun bir tartışma dili, hafızasızlık, bir türlü iyileşmeyen yaraların sızısı, geçmişinizi, geleceğinizi ele geçirip sizi de içeriden çürütmeye başlıyor. Hayır, niyetim güneşin, ensenizi, parmak uçlarınızı, sözcüklerinizi ısıttığı berrak bir yaz günü hayatın karanlık yanını göstermek değil. Bu tuzağa ben de sıkça düşüyorum. Tam tersine “zorunlu çekip gitmelerin” beyhudeliği ve hareketin, ona eşlik eden duygu dünyasının derinliği üzerine sevdiğim yazarlarla düşünebilmek.

Zihnim sabit ve net düşüncelere sadık kalamayacak kadar dağınık bu aralar. Nedense hep bir gitmek, daha da uzaklara, tanıdığımı sandığım insanlara, bildiğim hayata yabancı topraklara hatta mümkünse olmayan bir ülkeye gitmek arzusuyla kıvranıyorum. Biliyorum bu uzaklaşma dürtüsüyle hepimiz bazen cebelleşiyoruz. Bu ülkenin insanı nasıl yorduğunu öğrenmeye yetecek kadar yaşadım buralarda. Peki, gidebilmek her zaman “gitmek midir” gerçekten? Tek başına çıktığımız ıssız yolculuklarımıza eşlik eden “iç yolculuklarımız” hafızamıza, nicedir kabuk tutmuş hislerimize ayna tutabiliyor mu?


Hareketin içindeki sessizlik

Gezi denemelerini çok sevdiğim Hollandalı yazar Cees Nooteboom, Zamanda ve Mekânda Yolculuklar başlığıyla derlediği seyahat kitabı Gezginin Oteli’ne, İbn Arabi’nin yolculuk hakkındaki risalesiyle başlıyor: “Varlığın kökeni harekettir. Hareketsizlik varlığın içinde yer alamaz, çünkü varlık hareketsiz olursa kaynağına, Hiçliğe geri döner. İşte bu yüzden, bu dünyada da, ahrette de yolculuk hiç durmaz.” Yazar bu kitabı dinî göndermelerinden öte sunuş kısmında rastladığı gezginler hakkındaki derin düşüncelerden etkilendiği için almış. “Sonrasında her türü metafizik iddialar bana yabancıydı ve bu tür şeyler ancak daha sonra, Tibetlilerin dua tekerleklerinin çalışması gibi hareketin düşünceye öncülük etmesi şeklinde geldi” diyor. Öyle ya, bir trene, arabaya atlayıp uzun yola çıktığımızda içinden geçip gittiğimiz hatıralarımızın kabuğunu hafızamıza üşüşen anı parçacıklarıyla usulca soyarız. Yolumuzun üzerindeki elektrik direklerini, acıma duygusu uyandıran bodur ağaçları, asfalt çizgilerini, tek gözlü evleri, kargaları, çobansız koyunları, mavi arabaları, dünyayı uzaktan seyreden takıntılı bir meczup gibi sayarken “şimdiki hâlimizden” yavaşça uzaklaşırız. Arkadaşları kadar yetenekli olmadığını düşünen öğrenciye, babasına kızgın büyüyen o hırçın çocuğa, her geçen gün karısına biraz daha yabancılaşan kocaya, utangaçlığını gamzelerinde saklayan kadına, aşk acısıyla kıvranan o gence biraz daha yaklaşırız.

Yıllarca gizleyip çoktan terk ettiğimiz “öteki” benliğimizi çağıran sadece “yalnızlığımız” değildir. Yolumuza çıkan her şey, bütün varlıklar insana ve yaşama dair algılarımızı esnetir, bize kim olduğumuzu hatırlatır. Garda karşılaştığımız o gizemli adam, karşı koltukta uyuyan oğlanın kederli yüzü, kır kahvesinde cıvıldaşan genç kızlar, kasabanın tenha sokaklarında yürüyüşe çıkmış bıçkın delikanlılar, aynı zamanda geride bıraktıklarımızın, hayallerimizin üzerine düşen gölgelerin, pişmanlıklarımızın birer yansımasıdır aslında. Nooteboom gibi ihtiyacımız olan dramatik sessizliği hareketin içinde aramalıyız belki, böylece tamamlanmamış, dibe çökmüş iç hayatlarımız da gün ışığına çıkar.


Sözcüklerle öğrenemeyeceğimiz türden şeyler...

Yalnızlığa mahkûm edilen insanın kendi arzularını tanımayışı üzerine düşünen ve seyahat ederek yazan Lawrence Durell, vaktiyle yaşadığı Korfu’ya dönüşünü anlatıyordu. Onu sözcükleriyle düşünmek, kımıltısız denizin aynasında suretine bakmak, gölgeli bir çardak altında hayallere dalmak gibidir. İnsanın çok mutlu ya da mutsuz olduğu yerlere geri dönmenin iyi bir fikir olmadığını hatırlattıktan sonra hissettiklerini anlatıyor: “Buraların insanlarının yüzü daha yaşlı ve kırışık, gülüşler daha sessiz, yüz ifadeleri daha filozofça, daha etkileyiciydi. Evet, ben işte bu doğa görünümü içinde pek çok şey öğrendim: Sözcüklerle dile getiremeyeceğimiz türden şeyler. Burada, kuzeyde hayat savaş demekti, haz düşkünlüğü değil... Ama biz bu sessiz ağaçlıklardan yaprakları çatırdatarak kaplumbağa hızıyla geçerken ben zaten alıp başımı bambaşka yerlere gitmiştim... İşte yine heyecanlı konuşmalar sırasında yükselen, anılara başka anılar ekleyen, o yirmi yıllık kilimin eksik parçalarını tamamlamaya çalışan sesler. Ben dünyanın yarısını dolaştım, onlarsa buralarda kalmış, savaşlara su baskınlarına, ölümlere göğüs germişlerdi, saçları ağarmıştı.”

Hareketin o ‘tek ve tenha’ hali geride kalanları acımasızca unutmanın koyu bencilliğini ve ağırlığını da taşıtıyor insana. Bize yabancı olan, binlerce kilometre ötede olan her kayada, taşta, insanda, ağaçta, kuşta, anıtta, harabede, Tanrı’nın evlerinde ‘ötekine’ ulaşarak çözebileceğimiz dilin şifrelerini bu yüzden arıyoruz muhtemelen. Nooteboom’un hatırlattığı gibi, aynı şeylere neden uzaklarda bambaşka isimler verildiğinin pek ikna edici bir açıklaması yok. O diyor ki, “İnsanların size bakıp da, tek kelimesini anlamadığınız halde size bir şeyler söylemesinde daima çok dokunaklı bir şeyler vardır”. Yolculuklar, bu türden iç seslerle, büyük bir muamma olan dilin değişkenliği sayesinde başkasının hayatına olan merakımızı da kışkırtıyor. Ve hayatı tomurcuklandıran o merak, kendimizi de daha derinden kavrayabilmemizin, anlayarak kabullenmenin yolunu da gösteriyor.


“Ego bir deniz anası gibi yayılır’

Peki ya suskunluğuyla hayatımıza hükmeden mağrur dağlar, sonsuz bir ufuk çizgisine doğru açılıp ruhumuza hükmeden geniş denizler, dingiliğimizi hediye eden göller, içinden geçtiği her ülkede, kültürde coğrafyada iz bırakan nehirler... Nerede başlayıp nerede bittiği meçhul, eksik kalmaya yeminli bir ömür gibi uzayıp giden nehirler boyunca adım adım yürüyebilsek kimbilir neler görürdük? Vaktiyle onların kıyısında yaşayan yazarların, şairlerin, sanatçıların bıraktığı izleri takip etsek, gayrı resmî tarih kulağımıza neler fısıldarlardı acaba?

Claudio Magris, en prestijli edebiyat ödüllerini topladığı Tuna Boyunca isimli çok katmanlı gezi kitabında, geçtiği ülkelerin kültür tarihine çok geniş bir açıdan bakıyor ve hemen başında okura yolculukla hareket etmenin insanı nasıl dönüştürdüğünü fısıldıyordu: “..Duyulmamış olanı aramak için yola koyulan ve bu esnada gemilerinin batmasına razı olan Baudelaire’in gezginleri, karşılaştıkları tüm beklenmedik felaketlere rağmen evde bıraktıkları sıkıntının aynısını bilinmeyende de bulmuşlardı. Ama, yine de, hareket etmek hiç yoktan iyidir; insan kırsala doğru hızla yol alan trenin penceresinden dışarı bakar, yüzünü ağaçlardan yola inen serinliğe doğru uzatır; vücudun içinden bir şeyler geçer, giysilerinin arasına hava girer. Ego bir denizanası gibi yayılır ve büzüşür, hokkadan biraz mürekkep taşar ve renkli bir denizin içine dağılır.”


İsfahan’da bir akşam...

Hem çölde yaşayanın vaha hayaliyle, akağaçların gölgesinde şırıldayan bir derenin dibine çökenin huzurlu dalgınlığı bir olur mu hiç? Varlığın çok ötesine geçip, insanı bedeniyle değil de hayal gücüyle yücelten görkemli bir cami kubbesini gördüğümüzde kendimizden kolayca vazgeçmiyor muyuz? Bir kilisenin rengarenk vitraylarının arasından süzülen kırık huzmeler ibadet edenlerin yüzünü aydınlattığında, dünyanın başka bir yerinde o ânın nasıl genişlediğini düşünmüyor muyuz? Ah o uzaklara, en uzaklara, sonun başlangıcına duyulan özlem! Nooteboom, İsfahan’da bir akşamı anlattığı yazısında, ansızın kanat çırpan güvercin kanatlarının mat sesinden kalan duygu kırıntılarıyla karşılaşınca yoluculukların gizli şifasını da görüyorsunuz: “ Elimi bir sütunun kaymaktaşı üzerinde gezdirerek inceliyorum. Bin yıl önce yapılmış küçük oyuklar benim dokunuşuma duyarlı bir ses veriyor. Daha önce bir taşta hiç yaşamadığım bir şey bu. Her yerde ışık var, akıyor, doluyor, dalıyor, süzülüyor; taşlar onunla nakışlanmış, güvercinler onun içine girip çıkıyor.”

Tarih, birazda çağların içinden kelimelerle geçen yazarların biriktirdiği anılarla oluşmuyor mu? Nasıl ki hikâye büyücüsü Marguerite Yourcenar, kendisinden asırlar evvel Karadeniz’den, Ege’den, Akdeniz’den geçip giden Hadrianus’un dünyanın sonsuzluğuna bakışını, düşsel seyahatlerle çoğaltıyorsa, biz de onun yazdıklarını okuyarak bir Roma İmparatorluğu’nun bakakaldığı mozaikte, yeşim taşı rengi denizin derinliklerinde bir ânın, arzunun, “son”lu oluşa itiraz etmenin izlerini takip edip iç hayatımızın haritasını keşfedeceğiz: “Benden önce az sayıda insan dünyayı gezmişti; Pythagon, Platon, birkaç düzine düşünür ve birkaç serüvenci. İlk kez bin insan, görmek, reformlar gerçekleştirmek ya da yeni şeyler yaratmak özgürlüğünü hem bir gezgin hem de bir efendi olarak gerçekleştirmiş oluyordu. Fırsat bana düşmüştü; yetki, yaratılış ve dünya arasında böyle bir uyumun bir kez daha sağlanabilmesi için yüzyıllar gerekebileceğini düşünüyordum.” Yourcenar’ın som bilgiyle sezgiyi ustalıkla harmanladığı romanında söylediği gibi, aradan yüzyıllar geçti o uyum defalarca yeniden yaratıldı. Yolculukların şifası her yeni bakışla, üslupla, hareketle, yazıyla hem geleceğe hem de geçmişe doğru akıyor.

Biraz gitsem, kendimden uzaklaşırken yine kendime varabilsem ne iyi olurdu. Rüyalarıma giren mavi yelkenlinin, bulutların, yıldızların, güneşin arasından tebessüm edişini görsem... Benimle birlikte aynı gök kubbeye bakan insanların içlerinde biriktirdiği sıkıntıları, akşamüstleri gümüşi salınmalarla dalgalanan ihtiyar zeytin ağaçlarına anlatabilsem. Gecenin saçlarıma serptiği ay tozlarının ışıltısıyla uzun yürüyüşlere çıksam. Hareketin içindeki o sessizliği yıldızlarda görebilsem iç yolculuğun büyüsünü de hissedebilir miyim? .. Sonra nasılsa yine “bir rüyadan arta kalmanın hüznüyle” dutların toprağa tıpır tıpır döküldüğü acı ot kokan tekinsiz ve müşfik “bahçeme” ılık esintili bir yaz ikindisi daha geçirmek için elbet dönerim.

(Gezginin Oteli, Cees Nooteboom, Sel Yayıncılık, Çev. Süha Sertabiboğlu)
(Mekân Ruhu, Lawrence Durell, Can Yayınları, Çev. Ülker İnce)
(Tuna Boyunca, Claudio Magris, Turkuvaz Yayınları, Çev. Leyla Tonguç Basmacı)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 14:53:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan