Yazarların O Sihirli Ânı...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yazarların O Sihirli Ânı...

Bu yazı için oturduğum çalışma koltuğumda öne geriye doğru ritmik sallanışlarla gevşerken, boş ekrana bilinmeyen bir dildeki dualara benzer ‘yabancı’ sözcükler serpiştiriyorum. Yarattığım anlam karmaşasından sıkılınca onları bir yapbozun parçaları gibi dağıtıp oyunu tekrar kuruyorum. Bir yandan da yazı evreninin sınırsız, mucizevî imkânlarını düşünüyorum.

Odada çınlayan sessizlik ürpertici. Zaman havada uçuşan altın tozlu küçük anlara dönüşmüş. Kum saatinin dibine doğru akan tozlar hatıralarla beraber usulca eriyor. Vaktiyle karnımı, parmaklarımı, yüzümü jiletle kesen anlar o kadar şiddetli yaşanmamış sanki. Sadece bulanık bir tortuya karışan incecik bir sızı var. Düşüncelerim matlaşmış, onları pek umursamıyorum. Bir Rus yazarın söylediği gibi en kıymetli olanlarının saatlerce masanın başında oturarak bulunmadığının farkındayım. Uzun yürüyüşlerin yeknesak dalgınlığında, mahmur gözlerle berrak sabah göğüne bakarken, nar gibi kızarmış bir simidin iştahla ısırılışında ya da kısacık bir ürperti ânında keşfedildiğini biliyorum çünkü. “Sahip olmamak ve istemek, sahip olup da istememekten daha iyidir” diyordu o ihtiyar adam. Yaşam sevincini kışkırtan dürtülerimizden mi bahsediyordu, bilmiyorum.

Tekrarların sıradanlığı boğuyor beni. Kitap okumak, eskileri karıştırmak istemiyorum, yazmayı hiç istemiyorum. Beden gücü olmadan yazı sesinin yakalanamayacağını söyleyenler haklı galiba. Kendimden daha güçlü değilim bu gece. Masamda, yerlerde, raflarda, koltuklarda, mutfak tezgâhında, yatağımın başucumda beni sabırsızlıkla iç dünyalarına davet eden yazarlara bakıyorum. Yüz yıllardır birbirlerine dolanmış ipleriyle ebediyete kavuşmuş binlerce hikâye dolaşıyor evin içinde. “Öff, ne çok yazıyorsunuz, anlatıyorsunuz, bağırıyorsunuz, isyan ediyorsunuz. Hiç ölmeyen düşünceleriniz, duygularınız, huzursuzluğunuz, sevinciniz de iz bırakıyor aksi gibi. Yaşadıklarınızı anlatma hevesiniz, takıntınız yüzünden kendinize saklayamıyorsunuz. Sabaha karşı uluyan hayvanlar kadar vahşi olan çığlıklarınızı duyuyorum. Sizin yazmadan öylece durup benim gibi beyaz sayfanın boşluğuna bakanınız yok mudur” diye söyleniyorum arada.

Parmak izleri kadar eşsizdir

Başkalarının hikâyelerini dinlemekten biraz sıkılmışım anlaşılan. Biraz küstah bir kayıtsızlıkla itiyorum bir kenara onları. Henüz yazılmamış bir kitabın hayaliyle baş başa kalmanın simsiyah, yıldızsız, bulutlarla yüklü gökyüzüne benzer bir ruh haliyle boğuşmalarını düşünüyorum. Kendileri olmaktan vazgeçtikleri, duygularının hafızasından sıyrılarak çıplak kaldıkları ânı görmeye çalışıyorum. Düşünceyi, bilinci, hayalleri, içgüdüleri, korkuyu yazıya karıştırmadan hemen önceki o saf kristal dönüşme ânını hissettiklerinde işittikleri çıtırtıyı merak ediyorum. Edebiyatın mahkûm ettiği yalnızlığın çürütücü sınırını aşıp bilinmeyen bir coğrafyada kaybolmayı göze almak için ödedikleri bedelleri de...

Ben yazmanın hazır reçetelerle öğretilebileceğine pek inanmam doğrusu. Biliyorsunuz değil mi, ne kadar çok yazar varsa bu dünyada o kadar çok düşünme, tasarlama ve yazma biçimi var. Sözcükleri birleştirerek hikâye etme, anlatma güdüsü de ruhu bereketlendiren tohum gibi biriciktir. Onu sonradan yazma eyleminin hazzına dönüştürecek sihirli kıvranma süreci herkeste farklı olan parmak izleri kadar eşsizdir bence. Bazen yazar, bir ressam, heykeltıraş gibi parmaklarıyla hissederek dokunur yazıya. Kimi zaman da sadece bilincin karanlık gölgesine sığınarak. Kendisini hayattan daha fazla önemseme ihtiyacıyla yazanlar, varlığını hayatın sonsuzluğundaki sırlara borçlu olduğunu sezerek sözcükleri buluşturanlar, Tanrı’nın elçi kabul ettiği ‘yazarlarını’ kendi suretinde yarattığına inanarak hikâyelerini kutsayanlar ve diğerleri arasındaki duvarları düşünsenize. Ve o derin yarıkta birbirine benzemeyen ve bazen fena halde benzeyen nedenlerle yazan kalabalığı...

Henry James’in sıradan kadını...

Hikâyelerin uğultusundan bir süreliğine uzaklaşmak istediğim böyle zamanlarda yazarların eserlerini gün ışığına çıkarmak için verdikleri mücadeleyi okumak nedense daha cazip geliyor. İshak Reyna’nın derlediği Yazarın Kuramı (Eserimi Nasıl Yazdım) isimli kitapta sevdiğim yazarların o ‘siyah anlarını’ keşfe çıkma heyecanı hapsolduğum garip sıkışıklıktan kurtardı beni. Yazı sanatının kılcal damarlarına belli bir mesafeden bakarken sadece ‘o kitabı’ yazmaya karar verdikleri ânı anlatmıyorlar elbette. Bütün bir tasarım sürecinden, karşılaştıkları zorluklardan, eserlerini etkileyen tarihî olaylardan, sıradan tesadüflerden ve yaşadıkları duygu karmaşasından da bahsediyorlar. Belki hikâyelerin doğum öncesi ânını bile önlenemez hikâyeleştirme güdüsüyle yapıyorlar bunu.

Henry James, en sevdiğim romanlarından birisi olan Bir Kadının Portresi’ni yazmadan evvel ve sonraki ruh halini başka yazarlara da faydası olacak ironik bir üslupla anlatmış: “Venedik’in o bitmek tükenmek bilmeyen insan sesleri penceremden içeriye doluyordu; verimsiz yazma çabalarımın sıkıntısı içinde kıvranırken, bu sesler beni hep kendine çekiyordu; dışarıdaki mavi kanalda, işime yarar bir düşünceyi, daha iyi bir cümleyi, elimdeki konunun tutacağı bir sonraki en uygun yönü, çizdiğim resme taşıyacağım bir sonraki en doğru fırça darbesini görebilmeyi umuyor gibiydim. Ancak hatırlıyorum da, bu huzursuz arayışlarıma aldığım karşılık, çoğu zaman sert bir uyarı olmuştu: Sanatçının amacı, İtalya’nın dört bir yanında bol bol bulunan böyle romantik ve tarihsel mekânların kendilerini anlatmak için değilse eğer. Bu gibi yerler onun asıl konusu üzerinde yoğunlaşmasına pek yardım etmez.”

James’in sinemaya da aktarılan görsel yanı çok güçlü bu romanı yazarken, hayal gücünü harekete geçirmesi beklenen yerlerin, bir yazarın ihtiyacı olan ilham duygusunu vermediğini söylemesi beni eğlendiriyor. Ve sonra o malum kadının kim olduğunu merak edenlere seslenirken başlangıcın karanlığına dönüyor: “Şimdi romanımın tohumunu oluşturan düşünceleri hatırlamaya çalışırken görüyorum ki, ortada önceden tasarlanmış herhangi bir ‘olay örgüsü’ (ne kötü bir addır bu) olmadığı gibi, hayalimde birden belirmiş birtakım kişiler arası ilişkiler ya da kendine özgü bir mantıkla ilerleyerek gelişen bir olay da yoktu. Tohum yalnıza aklımdaki tek bir kişiden, sevimli genç bir kadının karakteri ile dış görünüşünden oluşuyordu..”

Kıvranmanın farklı halleri...

Bu seçkide yer alan yazarların itiraflarına baktığınızda, sınırlarını aşıp gittikleri uzak diyarlardan özlerindeki yalnızlıklarına dönerken nasıl zorlandıklarını da fark ediyorsunuz. Bazen geçmişin ağırlığı derin bir kuyu gibi onları içine çekiyor bazen de yazar kibrine rağmen mütevazı bir hafiflikle ebediyete doğru kanatlanıyorlar. Tolstoy Savaş ve Barış için hazırladığı önsöz taslağında her zamanki gibi akılcı eylemlerinden ayıramadığı hislerinin kaydını tutmuş: “Benim için gitgide anlaşılır hale gelen ve kararlı bir şekilde açık ve kesin imgelerle kâğıda dökülen 1812 yılının tarihini yazmaya defalarca başladım ve defalarca yarım bıraktım... Ama zaman ve güçlerim an be an ilerledi ve ben kimsenin hiçbir zaman benim söyleyeceklerimi söyleyemeyeceğini anladım, ama bunun nedeni benim söyleyebileceklerimin insanlık için çok önemli olması değil, yaşamın bilinen yönlerini, başkaları için önemsiz olan yönlerini sadece benim, kendi gelişmem ve karakterim nedeniyle, önemli sayıyor olmamdı.”

Yazmaya iten güçlü dürtü Yourcenar’ın anlattığı gibi tek bir cümleden ibaret olabilir. Belki sadece bir ses, imge, dokunuş, hayal ya da sıradan bir hikâye olur puslu bilincin gölgesinde saklanan ilham perisi. Balzac bir zamanlar gerçeklemesi imkânsız bir düş dediği İnsanlık Komedyası’nın fikrini insanla hayvan arasındaki karşılaştırmaları okurken bulmuştu. Nietzsche, musiki olarak kabul ettiği Zerdüşt’ü bir göl kıyısındaki kayın ormanlarında yürürken duydu. Nâzım Hikmet iri gözlü oyuncu Eliza Binemeciyan’ı sahnede görünce ak ellerinden, güzel İstanbul Türkçesinden çok etkilendiğinde ilk piyesini yazmak istediğine karar vermişti.

Ben Lawrence Durell gibi büyük romanların olaylar ve kişiler kadar mekânın ruhundan da etkilendiğine inanıyorum. Bu gecenin sonunda gözlerimi kapatıp erguvani ışıklarla yıkanan eflatun bir şehri hayal ediyorum.

Yazarın Kuramı (Eserimi Nasıl Yazdım?) Derleyen: İshak Reyna –İletişim Yayınları

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:13:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan