YAZAR MIYDIM?
Üç çocuk oynuyorlarmış anne.
Biri demiş ki diğerine; benim annem manken biliyor musun? Herkes tanır annemi.
Diğeri demiş ki; benim annem hem manken hem de şarkıcı, her gün televizyoncular gelir kapımıza.
Üçüncüsü ama benim annem beni seviyor demiş anne.
Dördüncüsü ben olsaydım ne söyleyebilirdim anne?
Bunu sana anlatsam ağlarsın biliyorum. Bunu sana anlatsam, gözlerini bir kuytuya götürür susarsın. Ben ne o dördüncü çocuk olabilirim ne de o soruyu sana sorabilirim, biliyorsun. Ağlamalarınla ördüğün duvarın etrafında yarası eskimiş, kurtlanmış bir köpek gibi dolanır dururum, biliyorsun.
Oğlum için korkuyorum diyormuşsun. Gidişatı gidişat değil. Ankara’da kendini bir izbeye kapatmış, ele âleme karışmıyor diyormuşsun. Geçimi yok herhalde diyerek tasalanıyormuşsun. Aklını kitaplarla bozmuş diyormuşsun. Resim diye tutturmuş, üç kuruş parasını boyalar için harcıyor diye üzülüyormuşsun. Çıksa, dolaşsa, ele âleme karışsa, ellerin çocukları gibi gülse oynasa deyip büyüdüğümü, yaşlandığımı unutuveriyormuşsun. Bu çocuk adam olmayacak diyormuşsun. Çoktandır uykuyu, tüneği de kaçırmış, ala şafaklarda, tatlı uykularını bölüp bir şeyler yazıyormuş diye sızlanıp, bana acıyormuşsun.
Canım anam, yüzüne karşı şehirli oldu ya inceldi dersin, kınarsın diye anne diyemediğim anam… Üzülme. Sıkma canını. İyiyim. Üstelik düşündüğün, anlattığın gibi yalnız da değilim. Otuz kişiyiz biz ana. Hele bir yumuşak g var sorma gitsin. En çok onu seviyorum. Yumuşak başlılığından değil, çokça yalnız kalışından olmalı. J pek bize karışmıyor. Onun annesi hem manken hem şarkıcı olmalı. Bir de jandarmayı, jileti, Jale’yi anımsattığından mıdır nedir bir türlü kanım ısınmadı. Seviyorum ama o bir türlü katılmak istemiyor aramıza desem… Dizinin dibine otursam, elini tutup çoğu ağarmış, yalnız saçlarıma götürsem, gözlerimi gözlerine diktiğimde, bir sever bakış, bir küçük gülümseme görsem, ağlamadan dinleyeceğinden emin
olabilsem ve bunları sana söyleyebilsem yazar mıydım?
Sana, annem diyebilsem, beni tanıyor musun diye sorabilsem… Ne olur ağlamalara karışıp beni cevaplar çukuruna gömmeden, seni kendimden korumak için binlerce neden aratmadan, bir kelimecik evet, belki de hayır diyebileceğine ihtimal verebilsem yazar mıydım?
Bütün tanıdıklarımın çocukluğundan söz ederken en çok annelerini anlattıklarını… Benimse iki babaanne ve bir dededen nasıl söz edeceğimi bilemeyip, bir anne uydurduğumu… Bu gözü, yüzü olmayan uyduruk annenin beni hep kucakladığı yalanlarını sana ama seni incitmeden ve hem ağlayıp hem beni de ağlatarak harfleri, kelimeleri geri yutturmayacağından, seninle bunları konuşabileceğimden emin olabilsem yazar mıydım?
Babamın, annesine (babaanneme) her gelişinde, ana oğul her sarılışlarında diye başladığım cümleyi sana anlatırken, ağlamadan bitirebileceğime güvenim olsa yazar mıydım?
Şu an elli iki yaşımda… Bu cümleyi bu sessiz deftere yazarken ağladığımı sana söyleyebilmeyi becerebilsem yazar mıydım?
İyiyim ana. İyiyim. Yaşayıp gidiyoruz işte. Kendine iyi bak. Ahmet Ağabey’le de iyi geçin. Babama benzemesini bekliyorsun. Kimse kimseye benzemez. Biraz alttan al.
Bu, biraz alttan al cümlesini telefonla sana söylerken neler hissettiğimi bırak başkalarına, sana, kendime anlatabilmeyi deneyebilsem yazar mıydım?
Seni telefonla her aradığımda kuzum deyişinin tam elli bir yıl, yedi ay, yirmi dört gün uzaktan geldiğini, seni gücendirmeden anlatabilmenin yolu olsa yazar mıydım?
Hani sana geldiğim bir gün, konuşamadıklarımdan kaçmak, saklanmak için havadan, sudan, çiçeklerden, arada Ahmet Ağabey’den ve babamdan konuşurken, kimsenin kalbini kırma kuzum, kalp kırmak iyi değildir demiştin. O an öyle kabarmıştı ki içimde kire dönüşmüş acılarımı sana anlatma ihtiyacım… Yok, öfke değildi içimde çürüyen tortular. Öfkelerim saçak buzlarınca düştü, kırıldı, eridi. Acıydı ana… Sana kıyamadığımdan bir hatayı görünmez kılmak için kırılır kalp demiş, susmuştum. Sen tuhaf bulup bakmıştın. Ve ihaneti diye bitirmiştim cümlemi.
Bu cümlenin açılımını, acılarımın içimin kiri olduğunu, içimi kirletenin sen olduğunu, bunun ihanet olduğunu haykırabilsem, ya da yok sayabilsem… Yeniden çocuk oluversem, yanına gelip sana sürtünüversem, hadi ana beni çimdir, içimi yıka, ov, sürt deyiversem yazar mıydım?
Bu çocuk, her gün neden sabah namazından önce kalkar da tatlı uykularını böler diye tasalanıyormuşsun.
Karım ve kızlarım her gün söylenirler. Okuyup yazmak için değil, kahve sigara içmek için erken kalkıyormuşum. Hayır desem, aslında kesin olmasa da sebebini buldum desem. Önce korkularımı anlatmam gerekir de korkular anlatılabildiği gibi midir desem…
Babaannemin “markut” adlı, şeklini, şemalını bir türlü belirleyemediğim, her gece gaz lambası sönünce, isli kara bacadan girip, isli kara geceye dönüşerek bana geldi, gelecek oluşunu, yorganın içinde tortop toplanışımı, çöğdürmeye kalkamayıp sıkışmamı, arada bir yatağımı bu yüzden ıslattığımı, sidikli diye aşağılandığımı, bunun benim küçücüklüğümü nasıl ezdiğini anlatabilsem…
Beş yaşıma geldiğimde, her gün şimdi kalktığım saatlerde beni uyandırıp toklu gütmeye gönderişini… Bana hazırladığın sadeyağlı, mayalı ekmeği, sırf uzaktan da olsa sesiyle bana yoldaş olması için Aybaş’ın Ramazan’a verişimi, yine de alaca gecelerde her çalının, her taşın birer markuta, birer kanlıya dönüşmesini, tir tir titreyerek dişlerimin birlerine çarpmasıyla çıkardığı seslerin korkulaşmasını anlatmayı becerebilsem yazar mıydım?
Erkek adam korkmaz sözünü kanıma işlediğiniz için korkuyor olmakla kendimi suçladığımı… ben kız mıyım yoksa diye tuhaf çelişkilere gömüldüğümü… sorduğunda kabara kabara korkulur mu, erkeğim ben diyerek sana ve kendime yalan söyleyişimi, yalanın ağırlığının beni sürekli eziyor oluşunu anlatabilsem yazar mıydım?
Hani, sol göğsün alınmadan önce seni Numune Hastanesi’ne götürmek için geldiğimde, arabama bakıp neden hep beyaz araba aldığımı sormuştun. Ben de seni tuhaf bulmuştum o zaman, senin beni her zaman tuhaf bulduğunca. Öyle denk geldi deyip geçiştirmiştim. Sen, sezdiğin için mi sormuştun mavi sevgili rengim olmasına karşın neden hep beyaz arabalara bindiğimi?
Yine beş yaşımda, ilk azık taşıyıcısı yaptığınızda, azık heybelerini ve beni üzerine bindirdiğiniz ak eşeğimizi hatırlıyorsun değil mi ana? Ak eşek akıllıdır canım, bulur deyip yaya iki buçuk saat süren Toros Koyakları’na saldığınızda, eşek yolu şaşırırsa uşaklar aç kalır deyip beni hesaba katmadığınızı apaçık anladığımı… Ak eşeğimizi ana, baba, dede, Hızır sayışımı, o volkanik kayalıkların arasında, koyaklarda, kurtlar bacaklarımı yemesin diye eşeğin üstünde tortop toplanışımı… Ve bu yüzden arabamın beyaz oluşunu anlatsam bir şakacı öykü çıkar değil mi ana? O anlarda yaşadıklarımın, hissettiklerimin şaka olmadığını anlatabilsem ya da yaşananları şaka sayabilsem yazar mıydım?
İyiyim ana. Mutsuz değilim inan bana. İçimde yılan ıslığınca ince bir hüzün de olsa iyiyim. İyiyim de içimdeki şu dağları, Torosları bir söküp, dökebilsem…
O çocuk yaşlarımdaki, içinde insan sesi olmayan dağlarımın yalnızlığım olduğunu, şimdi bu kocaman, insanı yutan, içinde hiç dağ sesi olmayan kentin yalnızlığıma dönüştüğünü anlatabilip, içinden bir çıkabilsem yazar mıydım?
Akranlarım ilkokula kayıtlarını babalarıyla yaptırırken duvar diplerine saklanışımı… Okul müdürünün ensemden yakalayıp odasına götürüşünü anlatmak kolay da senin anan, baban yok mu sorusuna cevap verebilmenin sıkıntısını anlatabilmek… Üstelik on bir yaşımda yatılı okul kayıtlarında da yinelenmesini anlayamayıp, kader diyebilmek… Bu nasıl kader? Böyle kader mi olur dediğimde sus, boyunca günaha giriyorsun diyerek azarladığınızda Allah’la ilk çelişkilerimi yaşamaya başladığımı sana ve kendime açıklamanın bir çıkar yolunu bulabilsem yazar mıydım?
Parasız yatılı sınavına gidebilmek için sizden kaçarak, Kuddis’in kamyonunun önüne yatışımın… Kamyondakilere yalvarmamın bir meslek seçme bilinciyle hiç alakası olmadığını… Tek nedenin sizlerden nefret etmem ve bu yüzden Allah’ın anaya, ataya saygısızlıktan beni cayır cayır yakacağını düşünmem… Boyuma, posuma bakmadan, yakacaksan yak diyerek hem kafa tutup, hem tazıdan kaçan tavşanlarca korktuğumu kimselere anlatamayışımın verdiği çaresizliğin bir yolu olsa yazar mıydım?
İlk berberi ve ilk tıraş makinesini on bir yaşımda mülakat dedikleri ikinci sınava öğretmenim götürdüğünde gördüğümü… Makinenin saçlarımda ilerlemeyişine sinirlenen berber kalfasının samanları ve koyunlarda sürüyle bulunan bir yavsıyı göstererek öğretmenimin yanında bir bit gibi beni ezişine duyduğum öfkenin ve adı susmak, yere bakmak olan aşağılık çaresizliğimin içinde hala tortop durduğumu, birine anlatarak döküp kurtulabileceğimi bilsem yazar mıydım?
Ekin tarlasına hiç uğramayan dedemin, elinde bir çeyrek teksir kâğıdıyla gelişini, bunun benim bildiğim, gördüğüm ilk mektup oluşunu,-ikincisi tayin emrimdi- mektuptaki sınavı kazanmış olduğum haberine değil de dört Frenk gömleği ve bir iskarpin alınacak cümlesine sevincimi kurtlara, kuşlara, dağlara, taşlara nasıl anlatabileceğimi bilsem yazar mıydım?
Parasız yatılının ilk yılında babamın verdiği yüz on lira harçlığın kırk lirasını harcamayıp geri verişimin nedenini hiç düşünmemenizi, hiç anlamamanızı anlayamadığımı, olmayan babama ve sana anlatabilmenin bir yolunu söyleyen birini bulabilsem yazar mıydım?
Yedi yılda babamın tahmini beden ölçülerini vererek, yedi lacivert takım elbise, iki lacivert palto getirerek ve içimden ne olur baba, öpmesen de olur bir kez sarıl diye haykırmama karşın duyuramadığımı, bunun içimi pullukla sürülmüş tarlaya çevirdiğini anlatabilsem yazar mıydım?
Hatırlar mısın İvriz Öğretmen Okulu’nun ilk tatilinde köyümüze geldiğimde, ana okulun açılış töreninde bir adam gördüm, okuldaki bütün ağabeyler o adamı seğirerek seviyorlardı ama okul idaresi o adamı konuşturmadı. Adam mikrofonsuz,
“Taş var köpek yok
Köpek var taş yok
Taş var köpek de var
Ama köpek kralın taş ne yapsın”
dediğinde ağabeyler yeri, göğü inletti. İşte ben karar verdim o adam gibi olacağım demiştim de sen, kimmiş o gidi, diye sormuştun ve azarlamıştın. Suçlu suçlu adı Mahmut Makal’mış dediğimde hayırlı bir gidi olsa hocaların neden konuşturmasın diye ağzına geleni sayıp dökmüştün. O an susmayıp, sana olmasa bile dağlara, taşlara, ağaçlara, kuşlara öfkemi haykırabilseydim yazar mıydım?
Bunu sana, yine kızar köpürürsün diye hiç anlatmadım. Karaman, Ereğli yolculuğumda trende bir adam gördüm. Adam öyle kocaman ve öyle yakışıklıydı ki… Biraz da tanıyormuşum gibi gelmişti bana. Elimde tuttuğum kitaba bakıp, seviyor musun okumayı diye sordu. Şaşırdım. Bilmiyordum ki okumayı sevip sevmediğimi. Öğretmenlerimin çoğu herhalde şımarmayayım diye ya da kafaları çok meşgul olduğundan günaydınlarıma cevap vermiyorlardı. Sadece kütüphaneci Naci Ağabey hiçbir günaydınımı cevapsız bırakmazdı. Bu yüzden öyle çok kitabı öyle çabuk okurdum ki… Bilmiyorum dedim kafası çok kocaman adama. Gel, otur yanıma bakalım dedi gülümsemesi ışıklı olan adam. Kafamı okşadı. Bak ikimizin de kafası kocaman dedi aklımdan geçeni bilmişçesine. İnsan bilmez mi okumayı sevip sevmediğini diye sordu. Sordu da sordu. O sordukça anlattım Naci Ağabeyi, okulu, hocalarımı, hele Hükümet İsmet’in demir çubukla çelik dolaba vuruşunu, çıkan sesin beynimden hiç gitmediğini.
Karaman İstasyonu’nda indiğimde, elini -ki kocamandı- omzuma koyup, çok oku koca kafalı adam ama sevdiğin için oku. Eğer severek okursan sen de yazabilirsin çünkü koca kafalısın benim gibi dedi. İşte ana senin, babamın, ineklere verilecek bir tutam ot, bir kalbur saman, bir örme, bir örk, bir topal toklu kadar benimle ilgilenmiyorsunuz şeklinde katılaşmış bir inanca dönüştürdüğüm duygularımın yanında… Bu kocaman hem de bembeyaz gömleği, takım elbisesi, kravatı, pırıl pırıl tıraşlı, güler yüzüyle bizden olmayan bu adamın saçlarımı okşaması, benimle uzunca konuşması, koca kafalı demesini saman kafa olarak (siz çoğu zaman kafan saman dolu diyordunuz) algılasam da beni adam yerine koyması anlatılabilir mi?
O adamı bir tanrı kadar sevişimi… Onu severken, anan banan dururken elin adamını mı seviyorsun sorusunun verdiği huzursuzluğa rağmen, böyle bir adam olabilsem deyişimi… Amcamlarda yine erkenden uyanıp kitabımı çıkardığımda kitabın arka kapağındaki fotoğrafın o olduğunu… Elimdeki kitabın İnce Memed olduğunu… İnce Memed’in satırlarını gözlerimi kaplayan Yaşar Kemal yüzünden doğru dürüst göremediğimi hangi kelimelerle, hangi cümlelerle anlatabileceğimi soracak birini bulabilsem bile o an içimden sık sık kafa tutmama karşın Allah’ım ne olur beni Yaşar Kemal yap diye dualar ettiğimi, hissettiklerimi anlatabilmenin bir yolu olsa yazar mıydım?
İyiyim ana. Üç kuruş parasını boyalara, tuvallere, kitaplara harcıyor diye kızma bana. Tasalanıp, üzülme. Ne çocuk-çoluğumu ne de kendimi muhannete muhtaç etmiyorum. Ucu ucuna denk getiriyor, yuvarlanıp gidiyorum işte. Bundan sonra göverip de bostan olacak değiliz ya senin deyişinle.
Resmi, resim yapmayı neden bu kadar çok sevdiğimi anlatıp, seni ikna edebilsem belki de hiç resim yapmazdım. Şimdi benim sabah uykularımı çaldığını, el âlemden kopardığını üstelik gözlerimi bozacağını düşündüğün kitaplar var ya ana… İşte o kızdığın kitapları okurken çoğunda o tanımadığım insanların, o satırları yazanların görünmezlik elbiseleri giyinip benim yanı başımda olduklarını, köyümüzün, dağlarımızın adlarına rastlamasam da hep bizimle olduklarını düşünüyorum. Çoğunda şöyle yazıyor; yazılanlar değil asıl anlatılmak istenenler… Satır aralarında, sözcük aralarında hatta harf aralarındaki boşluklarda saklı olan anlatılamayanlardır diyor. Ben de böyle düşünüyorum. Hangisinde benim de yaptığım, herkesin saçma bulduğu bir davranış yakalasam, bir cümle hatta bir tek kelime bile bulsam çocuklar gibi seviniyorum diyeceğim ama diyemiyorum. Bazı çocuklar gibi seviniyorum.
Resmi ne zaman, niçin, nasıl sevmeye başladığımı hiç anlatmadım. Hiç insan sesi çıkmayan, birkaç kısrak, bir iki eşekle ya da koyun, kuzuyla, çocuk başıma olduğum ve adına yalnızlık dediğim –şimdi olsa demem- zamanlarda geceleri Allah’ın her şeyi siyaha boyadığını düşünürdüm. Hatta güneş doğarken boyamaya başladığını, akşama doğru diğer boyalarının bittiğini, elinde kalan siyahı resminin her yerine sürdüğünü düşünürdüm. Çalıların karaltıya, karaltıların canavarlara dönüştüğü dolunay akşamlarında, gözlerimle çalıları silmeyi, gölgelerinden gözleri ve yüzleri olmayan binlerce anne boyamayı denedim.
Yıldızları yıldız gibi hiç bilmezdim o zamanlar. Hep Allah’ın gözleri sayardım onları. Kendime, başka türlü nasıl görecek oğlum her şeyi diye açıklamalar da yapardım. Bir çobanaldatan ıslığını… Kendini hiç görmediğim domuz ıslığı çalan başka bir komşu canlının çığlığını… Otların arasından geçerken çıkardığı hışıltı ve tıslamalarından hemen yanı başımda hissettiğim, senin evran dediğin hayali ejderhayı… Yüzümü yalayıp geçen, uçan köpekler dediğim yarasaları… Birken birden binlerce oluveren ve hepsinin ağzında kocaman bir kuş olan küt kuyruklu kır yılanlarını… Çok uzaklarda derin kuyulara düşmüş uluyan kurtları, çakalları gördüğümde üstüme örttüğüm kara çulun altında tortop toplanır ama gözlerimi hiç kapatmazdım.
Yıldızlara bakardım yani Allah’ın gözlerine. Sen onların üstüne siyah sürdün değil mi? Onlara sürdüğün siyah benim üstümdeki kara çul gibi değil mi? Onlar senin kara çulunu delip bana gelemezler değil mi diye yıldız gözlere bakar ve ne olur bak, ne kadar çok gözün var bir tanesiyle bari benim küçücük gözlerimi gör diye yalvarırdım.
Allah, bak şu gözüme bakmadın der ve gücenir diye bütün yıldızlara tek tek bakmaya çalışırdım. Bu anlattıklarım anlattığım gibi olsa niye yazayım?
Güneş gelmeden önce, -doğmazdı ben çocukken güneş, gelirdi- Allah’ın resme hazırlandığı zamandı. Güneşi gördüğüm ilk anda Allah tek gözlü olurdu. Geceki bütün gözlerini toplar bir tek gözde birleştirirdi. Güneş olurdu bu gözün adı. O saatler Allah’ın da benim de en mutlu saatlerimizdi. Önce gözünün üstüne, bazen altına bir çizgi çizerdi Allah. Ben hep sabahleyin ve akşamüzeri sürmelendiğini düşünürdüm. Bu yüzden Allah hep anne olmuştu benim için.
O tek gözüyle, dağları, ağaçları, çayırları, kuşları, yanı başımda akşamki hışıltısını, tıslamasını ejderhaya benzettiğim kaplumbağayı, doru atı, deli beygiri, yeşil tayı sırayla boyardı, çabucak. Ben yine sırtüstü yatar, gökyüzüne değil Allah’ın gözüne bakar, topladığı gözlerinin yerinde neler olup bittiğini görmeye çalışırdım.
Uçsuz maviyi izleye izleye Allah’ın yüzünün mavi olduğuna karar verdim. Sonra bulutlar girerdi araya, duruyormuş gibi yaparak beni kandırmaya çalışan bulutlar… Siz, birbirinize bazen yüzün gölgelendi derdiniz ya ben de bulutları görünce Allah neye sinirlendi ki diye düşünürdüm. Bulutların çokluğu ve koyuluğu Allah’ın öfkesinin ölçüsüydü.
Allah’ın fazla öfkelenmediği zamanlarda süt gibi resim bulutları doluşurdu yıldızların yerine. Öyle çok yüzler çizerdim ki o bulutlardan… Hep kadın yüzü… Hemen hemen hepsinin gözleri kapalı olur, uyumazlardı da uyur gibi yaparlardı ben utanıp boyamaktan vazgeçmeyeyim diye…
Hatırlar mısın ana, birinde babam da vardı sekide. Ben yine dedemlerden gelmiş misafir çocuktum. Bak ana Allah’ın resmini görüyor musun demiştim bulutu gösterip. Sen, babama dönüp bu çocuğun aklında bir tuhaflık var, hayra alamet değil deyip gülüşmüştünüz. İçimden, Allah’ım onlar senin suretçi olduğunu bilmiyorlar affet onları demiştim. Renk, resim, ressam kelimelerini duymamıştım o zamanlar. O zamanlar ve şimdi de Allah’ın gözü olan güneşin suretçi olduğuna karar vermiş ve ah ben de suretçi olabilsem diye dualar etmiştim.
Şimdi ana, bu adam sürekli okuyor, yazıyor, boyuyor diye kızma bana. Sana, neden resimlerimin su içinde bulutlara benzediğini… Neden hemen hemen hepsinin mavi olduğunu… Neden hepsinde gözleri kapalı kadınlar bulunduğunu… Neden hepsinde yıldız renginde noktalar bulunduğunu… Neden tam bilmesem de tek aşkımın Ereğli Genelevi’ndeki bir kez gördüğüm, memeleri süt dolu, tek gözlü kadın olduğunu… Senin anlayamayacağından değil benim anlatmayı asla beceremeyeceğim için resimler yaptığımı sana, kendime, herkese açıklayabilmenin bir yolu olsa çizer, boyar, yazar mıydım?
Başka bir şey daha itiraf edeyim sana. Babaannemin anlattığı Allah’a hiç inanmazdım. Dünyayı boynuzunda taşıyan sarı öküze, maazallah, kuyruğunu bile sallasa, bir silkinse her yer, yer ile yeksan olur sözlerine hiç inanmazdım. Mavi olan yüzünü, geceleri çoğalan yıldız gözlerini, gündüzleri bir tek olan güneşten gözünü keşfetmiştim. Yüzünü ve gözünü, gözlerini sürekli seyrettiğim Allah’ın kimseyi yakmayacağını öğrenmiştim o zaman ama
söylememiştim.
Şimdi, bizim ülkemiz cennet, dünyanın en güzel ülkesi denmesine, bizim insanımız bir başka ya da hain denmesine, bütün memleket isimlerine, olmayan, görünmeyen, çelikten soğuk ve sağlam olan harita çizgilerine, haritalara, paraya, mevkie, pasaporta, vizeye çok kızıyorum.
Neden kızıyorum biliyor musun? Gökyüzünün yani mavinin Allah’ın yüzü, yıldızların ve güneşin Allah’ın gözü olduğu düşüncem onca okula ve onca okumama rağmen hiç değişmedi. Bu düşüncemi birazcık genişletmemi sağladı sadece. İçinde, benim, senin, herkesin, dünyanın, yıldızların yani her şeyin bulunduğu sonsuzluğu Allah’ın vücudu olarak düşünüyorum. Yine, delirmiş bu çocuk diyeceksin bana biliyorum. Kimselere söyleme olur mu? Allah, bu adı sonsuzluk olan, kendi vücuduna resimler yapan ressamdır diyorum. Beni de seni de bir fırçada, bir yerine boyayıvermiş diyorum. Ya da yine adı sonsuzluk olan bir alfabedir Allah diyorum. Sen de ben de tanrının harflerinden, noktalamalarından biriyiz diyorum. Allah kendindeki seni, beni, onca yıldızı, dağları bazen unutup, kendini benim gibi yapayalnız hissettiği bir anda beni, sen de yalnız ol bakayım deyip bir yalnız harf olarak boyamış diyorum.
Bu evrenin ya da sonsuzluğun kendisi olan tanrının hücreleri… Hücrelerden de küçük zerreleri olan insanları kendi bedenine yazarken ya da boyarken… Kendisini acıtmak istediğini ve bu nedenle dağları, ovaları, kentleri, insanları hatta yeni boyadığı, boyaları bile kurumamış çocukları, bebekleri öldürenleri de bazen birer harf, bazen adı devlet olan birer sözcük olarak yazdığını ya da renkler olarak boyadığını düşünüyorum.
Kendisini acıtırken yazdığı, boyadığı diğer insanların da yüreklerini acıttığını, kendi acısının şiddetinden insanlığın acısını hissedemediğini düşünüyorum.
Yüzümü çimdikliyor, parmağımı kanırtıyor, parmağımı gözüme sokmaya çalışıyor, kendimi tanrı yerine koyup acıtıyorum. Yüzümdeki, gözümdeki diğer zerreciklerin neler çektiğini, tırnağımın, parmağımın, kendimin tamamının vicdanında neler olduğunu bilmediğimi fark ediyorum.
Yüzerken nasıl yüzdüğümü, nasıl hiç hesaplamadan ve aksatmadan nefes aldığımı, bir dizimi kırmamı, bir kolumu başıma koymamı, kalbimin çalışmasını, yani vücudumu düşündüğümde bu mekanizmanın kavranılamaz, çözülemez olduğu çaresizliğine düşüyorum.
Başka ülkelere, kentlere, insanlara bombalar yağdıranların kendi zerrecikleri olduğunu bilen tanrının, kendini tam olarak tanıyıp, her zerresine egemen olup olmama konusunda sorunları, çaresizlikleri olduğunu düşünüyorum.
Tersiyse diyorum kendime. Kendini tam olarak tanıyorsa ve egemense neden olanlara göz yumuyor diye benim büyük parçama, sonsuzluk tanrıma kızıyorum.
Bu çıkmazlarımı, bu çözümsüz çaresizliklerimi çözebilmeyi bırak, dile çevirebilsem, dile getirebilsem, boyar ya da yazar mıydım?
Sana çocukçadan da çocukça gelebilecek bir şey daha anlatayım istersen ana. Hani ilkokula, müdürün beni yakalamasıyla başladığım Güldere Köyü İlkokulu’ndaki ilk günlerimde, öğretmenimin her çocuklar deyişinde “çocuklar” diye birisinin olduğunu ve öğretmenimin en çok onunla ilgilendiğini düşünürdüm. İçimden hepimizi kastettiğini bilirdim ama yine de kıskanırdım içinde kendimin de olduğu bu çocuklar yaratığını, bir de Mehmet Ali Çavuş’un Ramazan’ı. Öğretmenim onun adını biliyor ve sık sık başını okşuyordu. Çok kıskanıyordum ama çok…
Okulun ilk ya da ikinci haftasıydı. Bir dik, bir de yatık çizgi çizebilmeyi öğreniyorduk. Öğretmenimiz bizi yani çocuklar adlı yaratığı dışarı çıkardı. Okulun resmini yapmamızı istedi. Ne görüyorsanız onu yapın, uydurmayın diye de tembih etti. Okulun neresine baksam yatık ve dik çizgiler görüyordum, sınıfta çizdiklerimiz gibi. Hasan Amcam, çok çalış len kerata, öğretmenin gözüne gir demişti. Bu gözüne girmeyi dümdüz düşününce, içimden amcama manyak diyordum bir şey demek istiyordu da neden böyle söylüyordu? -
Resim defterime büyük L şeklindeki çizgilerle çizdim okulu. Kurnazca düşünmüştüm. Sınıfta çizdiğimiz, yatık ve dik çizgileri kolayca çizebilmemiz için yaptırıyordun bunu, hadi hadi akıllı öğretmenim benim. Anlamadım sanma…
Herkesin defterine baktı öğretmenim. Benimkine bakarken gözleri açıldı. Defterimi eline aldı. Yüzü değişti. Eyvah, yine yanlış bir şey yaptım herhalde diye düşündüm. Çünkü aklım erdi ereli sizin dedikleriniz dışında kendi kendime ne yaparsam örneğin, dedemin toplu tabancasını merak edip, incelerken patlattığımda… Amcamın fişek sıkılarken yandığını söylediği kara barutun nasıl yandığını araştırırken, bir parça közü koyar koymaz fos diye yanmasıyla elimi yaktığımda… Doru atın, -yeşil dediğiniz ama benim ya yaprakların ya da beygirin tüylerinde bir yanlışlık olmalı dediğim- kısrağın sırtına binişini, bacaklarının arasından çıkardığı kocaman şeyini yeşil beygirin arkasına sokmasını iyice yaklaşarak izlediğimde… Kara, kancık eşeğin kuyruğunu kaldırıp beygirinkine benzeyip benzemediğine baktığımda… Firdevs Abla’ya, seninkini bir gösterir misin diye sorduğumda… Atlarımızın, eşeklerimizin, ineklerimizin akşam neler yaptıklarını seyretmek için ahırın bir bucağına saklanıp, beni saatlerce bulamadığınızda, el birliğiyle ne çok kızmıştınız…
Öyle çok şeyime kızıyordunuz ki ben tahtalık dediğimiz dedemlerin balkonundaki ardıç direği olmak istemiştim. Yine kızarsınız diye sizlere söylememiştim. Ta ki dedemin dizini çarpıp, sövüp, sayması ve tekmelemesine kadar. O an vazgeçtim direk olmaktan ve cami olsam dedim içimden, kızmazlar o zaman ya da Allah…
Öğretmenim resmime, ilk resmime –köstebek tepelerini yayıp, çizdiklerimi saymazsam- iyice baktı. Kızdı, kızacak diyordum ki adımı sordu. Söyledim. Gelin çocuklar diyerek herkesi topladı. Saçımı okşadı. Yüzümü tutu. Yanağımı okşadı. Çok güzel şeyler söyledi.. O an vazgeçtim cami ya da Allah olmayı istemekten. Ressam sözünü bilmediğim için büyüyünce kesinlikle resimci olacaktım. Hem cami olsam Fethi Bey Amca – bir tek ona bey derlerdi, sebebini aynı saatli maarif takvimini yıllarca okumasındandır diye açıklıyordum kendime- kokmuş, yağır çoraplarıyla namaz kılacaktı.
Evet ana, öğretmenimin o ilk resmime bakarkenki yüzünü, saçımı, yanağımı okşayan elini… Arkadaşlarımın bana bakarkenki hayranlık ve kıskançlıklarını… Kara Kadiriye’nin, Seyrekdiş’in Aysel’in mildir mildir gözlerime bakışlarını… Kara Kadiriye’nin, defterine çiçek çizmem karşılığında saçına ve olmayan memelerine dokunmama ve babasının kanattığı kenger sakızından birazını vermesine neden olan resmi, o an ve her zaman, dünyadaki her şeyden çok sevdiğimi, kızmayacağına inanıp, güvenebilsem ve bir bir anlatabilsem yazar mıydım?
Resimci olmanın her zaman iyi olduğu, resimciye kimsenin kızmayacağı düşüncem de uzun sürmemişti. Kara Kadiriye de ben de daha yedi yaşındaydık. Kara Kadiriye’yi kurdeleli, önlüklü çizmiştim oysa. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama kocaman kocaman içi süt dolu memeler de çizmiştim ve altına Kadiriye yazmıştım. Öğretmenime gösterdiğim de o dünyanın en iyisi öğretmenim de çok kızmıştı bana.
Padişahları, kralları öğrenmeye başladığımda da hepiniz çok kızmıştınız. Dedemi kral, babamı ve amcalarımı vezirler, babaannemi sultan, üvey babaannemi ırgatbaşı, seni elinde yılan olan bir cadı kadın, hastalık bulaşır diye bir odada hapis olan üvey halam Rukiye’yi çıplak -ki ona gizlice su verirdim, her zaman çıplaktı ve saçımı okşardı- çizdim diye hepiniz ayrı ayrı kızmıştınız. Dedemi kral olarak çizdiğim halde olmayan sağ kolunu çizmedim diye o da kızmıştı.
İşte o gün, Hasan Amca’mın Mushaf torbasındaki resim defterimi zorla alıp herkese gösterdiği ve beni sırayla azarladığınız o gün, çok, çok ağladım. Çok kızdım. Çok sövdüm. O resme o gün kendimi de çizdim, en yukarıya ve en uzağa, kartal olarak… İçimden at, aslan, dev, markut, ejderha da geçti ama onları kendim olarak çizmedim. İçimden, ne güzel kuşların hiç kralı yok diye geçiriyordum.
İşte ana, sizleri, yani benden büyük herkesi, öğretmenimi de astığı astık, kestiği kestik bir kral olarak düşündüğüm o günlerde hepinize inat sürekli resimler çizdim. Samanlığa samanların içine sakladım. Hepinizi, bilerek ve isteyerek çirkin ve kötü çizdim. Sonra, beni çok döveceğinizden korkup, yaktım o defteri.
Bu kinin, bu acının, bu aşağılanmanın, bu yenilginin bana uyan bir dilini bulabilsem çizer, boyar, yazar mıydım?
Gizli gizli kafa tuttum dedeme ve onu sürekli onaylayan babaanneme. Kimse görmeden, çizdiğim resimleri namaz kılınan odaya inadına asıp asıp kaldırdım. Suretin bulunduğu odada namaz kılınmaz, kılınsa da o namaz bozulur, mundar olur diyordu dedem ve babaannem. Namazlarının hepsinin mundar olmasını istiyordum.
Kim suret çizerse, Allah onu çağıracak ve hadi bakalım can kat bunlara diye buyuracak diyordu dedem. Bundan ödüm kopuyordu. Sureti surat anlıyor ve Allah’a gizli gizli yalvarıyordum. Allah’ım görüyorsun, çizdiklerim surat değil ki onlar şaka. Ben nasıl can katayım onlara? Şakaların canı mı olur? Okuldaki bütün kızlar, oğlanlar başıma toplanıyorlar, resim defterlerine resim yaparken bana bakıyorlar, yanıma oturuyorlar, beni oyunlarına alıyorlar, sırf bu yüzden çiziyorum. Bunun neresi kötü Allah’ım diyerek sık sık konuşuyordum Allah’la. Dedemin sık sık söylediği tövbelerden ediyor vallahi billahi bir daha çizip, boyamayacağım Allah’ım diyor ama sözümü hiç tutamıyordum.
Bu gelgitlerimi, bu çelişkilerimi, korkularımı giderebilecek, beni dinleyip, hak verebilecek birini bulabilsem çizer, boyar, yazar mıydım?
Sana bir şeyi hatırlatmak, bir itirafta daha bulunmak istiyorum ana. Anlatmıştım ya sana, yatılı okulda “parası gelen öğrenciler panosunu”. Haftada iki kez, altın yaldız çerçeveli, bordo renkli bez panoya kütüphaneci Naci Ağabey kendi el yazısıyla isimler yazar, asardı. Salı ve perşembe günleri değişirdi listeler. Hesapladım. Listeler, yedi yüz yirmi sekiz kez değişmiş. Ben daha çok baktım. Baktığımı bildiğim listeye başkalarına belli etmeden yeniden, yeniden baktım. Adımı orada görebilmek, beni çok sevdiğini bildiğim Naci Ağabey’e param geldiği için değil, benim de param geldi Naci Ağabey diyebilmek için…
Salı ve Perşembe günleri kitap alma günlerimdi. Naci Ağabey’in başı hep kalabalık olurdu. Parası gelen öğrenciler kuyruğuna geçer, ya yazar isimlerine ya da kitap isimlerine göre düzenlenmiş kartlara bilerek değil, sırf bir isim söyleyebilmek için bakar, küçük bir kâğıda yazar ve verirdim Naci Ağabey’e. Naci Ağabey, ilk yıl biraz söylenerek kalkmıştı para kasasının yanından. Sonraki yıllarda beni hiç kuyrukta bekletmedi. Gel bakalım kitap kurdu diye severek, seçtiğim kitapları verdi. Her defasında harçlığın var mı diye sordu. Var deyişim yalan oluyordu ve hızla yanından kaçıp tuvalete giderek ağlıyordum.
Neyi anlatmaya çalıştım ki bunu sana anımsatmakla? Tam şudur diyemiyorum. O panodaki herhangi bir listede, herhangi bir salı ya da perşembe günü ben ya da herhangi birisi adımı görebilse yakarısı mıydı? Sırf o kuyruğa girebilmek için aldığım kitapları salıya veya perşembeye yetiştirebilmek için sevsem de sevmesem de bitirme zorunluluğu hissederek onca kitabı okuyuşum muydu?
Birinde, Şuayip’in Naci Ağabey’in yazısını taklit ederek adımı listeye yazması… Sınıf arkadaşlarımın çoğunun gerçekten inanıp bana müjdelemeleri… İlk kez kitap ismi uzatmadan kabara kabara param gelmiş Naci Ağabey deyişim… Naci Ağabey’in acıyan ve şaşıran bakışlarıyla, yok kitap faresi, dur sana kitap vereyim deyip kitap vermesi… Kitabı alamayarak, kızlar gibi öfkeden mi, acınacak biriymişim gibi bakmalarından mı, bilmiyorum neden, hüngür hüngür ağlayarak, kitabı almadan kaçarak tuvalete saklanışım mı?
Ben oradan kaçınca Naci Ağabey’in çok üzülüp, tuh ya, düşünemedim keşke belli etmeden cebimden para verseydim demesiyle –bir arkadaşım söyledi- içimin iyice incelmesi miydi?
Tam parası gelenler panosunun hizasındaki “haftanın, ayın en güzel resimleri panosundan” resmimi, daha doğrusu resmimdeki adımı hiç indirmemeyi bir yemini yerine getirircesine resimle uğraşarak gerçekleştirebilmem miydi?
Birçok arkadaşın, ağabeyin resim ödevlerini yaparak, âşık oldukları kızlara verilmek üzere şiirler yazarak, birazcık harçlık ya da bir paket birinci sigarası kazanıp, bunu senden sır olarak saklamam mıydı?
Yine resim öğretmenimin diğer arkadaşlara yaptığım resimleri bir bir seçerek, onları epeyce dövüp, bana da yumruk yaptığı elinin orta parmağını sivriltip anlıma vurmasına hiç üzülmeyip, -beni bilmiyor ama resimlerimi tanıyor diye- harçlığımın kesilmesi biraz üzse de çılgınca sevinmem miydi? Bu resim öğretmenim çok ünlü bir ressam oldu ana.
İyiyim ana. Sen beni merak etme. Bakma sen bu söylediklerime. Hala kendimi çocuk bulur, çocuk bilirim ama büyüdüm hatta yaşlanıyorum. Çok karmaşık gibi görünen hayatın çok sade, dupduru olduğuna dair düşüncelerim var. Dünyadan bir ödünç nefes alıp, ona bir ödünç nefes vermek kadar yalın buluyorum yaşamı.
Senin eşine dostuna anlatıp, dertlendiğin gibi yalnız da değilim. Bunu yine tuhaf bulacaksın ama çok arkadaşım var. Kitaplar. Kitapları yazanlar. Kitaplarda yazılı olanlar arkadaşlarım benim. Adlarını bir bir yazmaya kalksam sayfalara sığmaz. Adlarını hem çok oldukları hem de ya birini unutursam alınır, kırılır kaygısıyla yazmaya kalkışmıyorum. Arkadaşlarımla sabahın, hemen hemen herkesin uyuduğu dingin saatlerinde buluşuruz. Muhabbetimizin güzelliğini anlatamam sana.
Birbirlerimize anlattıklarımız daha doğrusu bana anlattıkları çok ve karmaşık görünebilir ilk bakışta. Hiç de öyle değil. Üç soru, üç küçük sorucuk…
Neydik? Ne olduk? Ne olacağız? Bana göre hepsi bu üç soruya yanıt aramakla geçirmişler, geçiriyorlar ömürlerini.
Bin yaşında, beş yüz, yüz, elli,kırk yaşında arkadaşlarım var. Hatta yeniyetmeler bile var. Hepsi çocuk… Hepsinin kendilerine göre acıları, sevinçleri, tasaları var. Üstelik yaşça çok büyük olanlar yenileri pek tanımasalar da diğerleri birbirlerini yakından tanıyorlar. Ben de henüz tanışmadıklarımla tanışmaktan, ortak tanıdıklarımızdan söz etmekten çok hoşlanıyorum.
Şu bizim diye başlıyoruz çoğu zaman konuşmaya, bazen sıfatlarıyla, bazen adlarıyla devem edip ne demişti bu konuda diye soruyoruz birbirimize. İnanmayacaksın, çoğu yıllar önce benim yaşadıklarımı, hissettiklerimi yaşamış, hissetmiş. Bazen kendim yazmışım gibi okuyorum onların yazdıklarını. Çok mutluluk verici… Aynı konuyu öyle farklı yazanlar var ki sallıyor, sarsıyor insanı. O zaman, işte böyle yazılır bu diyorsun. İçten içe kıskanıyorsun da…
Her sabah buluştuğum arkadaşlarımla, onların muhabbetleriyle yaşadığım hazzı, sevinci, mutluluğu, hüznü sana nasıl anlatabilirim?
Öyle çok şey öğreniyorum ki onlardan. Öğrendiklerime, kendi yaşadıklarımı, hissettiklerimi, sezdiklerimi, düşüncelerimi ekliyorum. Bu anı, bu yeni biçimlenme anını sana nasıl anlatabilirim?
Hayat ya da yaşam bu iki hecelik, beş harflik kelime öyle çok şey barındırıyor ki içinde. Bunu sana anlatabilsem, harflerle bunca cebelleşip yazmaya kalkışır mıydım?
Yazdılar da ne oldu? Yazmasalar olmaz mıydı diyebilirsin. Diyenler de vardır. Gerisini bilmem ama ben, işte o zaman arkadaşsız, yalnız kalırdım.
Yazdıklarımda çektiğim acıların, yaşadığım korkuların, yaşamın içindeki çaresizliklerimin, çözümsüzlüklerimin sebebi senmişsin gibi görünüyor. Buna alınma. Tabi ki seni sorumlu tutmuyorum. Ya ben deyiversen dilim tutulur, yutarım. Ya ben? Bu sorunun içinden nasıl çıkarım? En iyisi biz diyeyim ikimiz için.
Beni, içindeki dünyada kendinden çoğaltırken neler çektiğini, sen çekerken benim de çekmiş olabileceğimi tam olarak nasıl bilebilirim?
Dokuz ay, on gün diye kestirip attıkları zamanın, savaşların olduğu dünya zamanıyla aynı olup olmadığını nasıl bilebilir, kestirebilirim? O dokuz ayı dokuz yüz yıl gibi yaşayıp, yaşamadığımı kim söyleyebilir?
Sen benim için, yalnızca, biricik, kendinden bir dünya kurarken hissettiklerini, kaygılarını, sevinçlerini, acılarını senin kadar, senden de çok ya da senden az yaşayıp yaşamadığımı söyleyebilir misin bana? Kim söyleyebilir?
İlk çocuğunmuşum, bakireymişsin, babam sana girerken yırtmış, yıkmış duvarlarını, kanla başlamış yolculuğum ve ben çıkarken yeniden, bir daha yırtmış, yıkmışım içini. Yeniden bozmuşum bakireliğini, kitap arkadaşlarımdan öğrendim. Bunu sorsam sana, anlatabilir misin?
Minicik, gözle görülmez, kuyruklu bir noktacıkken, içinde yaptığım yolculuğun süresini, yolun durumunu, engellerini, zorluklarını, bir yerlerine tutunmaya çalışırken yaşadıklarımı, milyonlarca kardeş ya da arkadaşken tek canıma kalışımı, Toros Dağları’nda yani köyümüzün dağlarındaki bir başınalığımla benzerliği olup olmadığını bana sen söyleyebilir misin?
Tuhaf zamanlarımda, tuhaf duygular içindeyken çiziktirdiğim tuhaf şekillere, bu şekillerin içinde kendim ya da insan dediğim sola bakan virgül duruşuma ve bu çizgilerin hepsinin adını ruh alfabem koyuşuma anlaşılabilecek bir anlam yükleyebilir misin?
O sola bakan, cenin duruşlu virgülü senin içindeki bana, kendime benzetişimin, sık sık acılar içinde kıvranarak bir salyangoz girdabına dönüşmemi anlayabilecek birini tanıyor musun?
O koca kafalı, kuyruklu yaratığı yani beni nasıl hissettiğini, çöreklenmiş bir yılan, bir ceviz ya da senin ağı dediğin meşe kurduna, sürekli büyüyen bir canavara benzetip benzetmediğini, korkup korkmadığını, bilinmedik acılar, bilinmedik çaresizlikler yaşayıp yaşamadığını bilmiyorum. Bilen var mıdır? Bilmiyorum.
Senin beni nasıl hissettiğini bilmediğim gibi kendimin seni nasıl hissettiğimi de bilmiyorum. Bileni biliyor musun?
Su içinde yaşamak nasıl bir şey ana? Adı okyanus olan bir dünya içinde yani senin içinde yaşamak nasıl bir şey?
Tek başına bir su dünyasına sahibim diyerek mutlu muydum?
Tek başına bir su dünyasında yapayalnızım ve çok çaresizim mi diyordum?
Senin, benim için kendinden kurduğun sudan dünyan, rüzgârsız, dalgasız, dingin, huzurlu bir dünya mıydı?
Yoksa ben senin yaşadığın her sarsıntıyı, babamın sana vurduğu her ıstar çivisini, her korkunu, her acını duyan, sayısız iç deprem, dip deprem yaşayan ve bütün bunlara dayanamayıp, belleğinden bir şekilde silmeyi başaran biri miyim?
Seni herkesten, her şeyden çok düşünmem ve hala düşünüyor olmam, birçok insanın aklının ucundan bile geçirmediği tuhaf kuşkular oluşturdu bende. Yok, çocukken değil ama belki çocukça. Kendimi virgül vücutlu bir böceğe benzettim. Babamın senin içine döktüğü, öğrendiğim kadarıyla binlerce olan ve larva dedikleri minik, büyüyünce kurbağa olacak bir tava sapına benzettim kendimi. Senin, bu kurbağa yavrularının ben hariç tamamını, içinde büyümesinden, büyüdükçe içini kemirip yemesinden korktuğun için (g) usül dedikleri ve bilmediğim başka usullerle içinden geri boşalttığını, her nasılsa benim bir yerlere tutunup saklandığımı düşündüm. Diğerlerini, olsa olsa kardeşlerim olacak diğer böcekleri sulara vererek öldürdüğünü, beni de öldürmek istediğini ama bulamadığını düşündüm. Baktın öldüremiyorsun, içinden atamıyorsun bari bir balon yutayım, içini suyla doldurup, bu virgül böceği içine koyayım dediğini ve bunu da yaptığını düşündüm. Bu su balonunun boğazını sıkıca düğümlediğini ipin bir ucunu da kendine bağladığını düşündüm. Yani ana, içindeki o zaman ben olan böceği hiç istemediğini düşündüm. Tam burada, ne bileyim kuzum o zaman kendim de çocuktum diyeceğini düşünüyorum. Benim bunda bir suçum yok diyeceğini düşünüyorum. Suçlu ben miyim ana diye sorabilir miyim?
Çok uzun zamandır, senin karnı burnunda halini, yani merkezinde içi su dolu bir balon dünya taşıyor halini düşündükçe, dünyanın içinde yaşamak ve dünyayı içinde yaşamak gibi bir cümleye takılıp kalıyorum. Bu düşünce öyle çok yoruyor ki beni, anlatamam.
Sen, içinde yalnızca çocuğun olan bir kişilik bir dünya taşıyordun. Ya ben? Seni yani içinde dünyalar taşımış dünyayı taşıyorum.
Bu, dünyayı içinde yaşamak cümlesi içime girdi gireli kitaplara neredeyse saldırıyorum. İçimde yaşadığım bu dünyada, çiçekler, çocuklar, dağlar, bulutlar, renkler, harfler, şiirler, müzikler, kadınlar, başka başka güzellikler var tabi ki… Ah ana, böyle kalabilse içimin dünyası çizer, boya, yazar mıydım?
İçimde yaşadığım dünya kanadıkça içim kanıyor. Canı yandıkça canım yanıyor…
İçimde yaşadığım dünyanın dağları, köyleri, kentleri bombalanıyor. Ağaçları yanıyor. Çocukları parçalanıyor. İçim parçalanıyor.
Adlarını yüksek sesle söylemeye kıyamadığım çocukların parçalanmasına nasıl katlanabilirim?
Bir çocuğun, parçalanmış bir çocuk bedenine bakarkenki sessiz çığlığına nasıl dayanabilirim?
Onca bilgisayar oyununun savaşlara, savaşların bilgisayar oyunlarına dönüştüğü cümlesini yazarken, kendime insan demenin utancını nasıl anlatabilirim?
Her gün ölü asker, ölü baba, ölü anne, ölü çocuk, ölü doğa filmleri(!) izlemenin insaniliğini nasıl anlatabilirim?
Hiçbir özel, özgür yaşamımızın kalmadığını, hep gözetlendiğimizi kızlarıma nasıl açıklayabilirim?
Kızlarımın, benim dilimi unuttuklarını, hiçbir kır bitkisinin adını bilmediklerini ve buna hiç engel olamayışımın çaresizliğini nasıl anlatabilirim?
İçimde yaşadığım dünyada sınırların, haritaların, memleketlerin hatta insan isimlerinin bile olmadığını ama gerçeğin öfke kadar çıplak, yalın ve sert olduğunu kendime nasıl açıklayabilirim?
Burada susacağım ana. Anlatmaya çalışmakla bitiremem biliyorum.
Neden sana çatıyorum? Kavgam neden seninle? Neden seni canımdan çok sevsem de canını yakmaya çalışıyorum? Sorma… Bilmiyorum…
İçinde dünyalar taşıyan bütün analara, ana olacak bütün kadınlara olan öfkemi kusuyorum sana.
İçinde gezegenler taşıyan sonsuzluk tanrısına öfkelendiğim gerçeğini biliyorum. Bu kendi canının yanmasına, kendi insanlarının, kendi çocuklarının öldürülmesine sessiz kalan evren tanrısına asıl öfkem, isyanım…
Ve bütün kadınlara, sana ve tüm analara sadece o bombaları atanların, attıranların analarına değil bütün analara öfkem.
Neden sormadan salıverdiniz bizi bu çirkinliğin, kötülüğün ortasına, üstelik yuvadan uçmayı öğretmeden?
Neden tanrının tanrısı sevgiyi öğretemediniz?
Canım anam. Bütün bu soruların cevaplarını bulabilsem, canının ve canımın yanmasına engel olabilsem yazar mıydım?
Başucuna bu mektubu ve sırf koparılırken kanamasın, kururken canı yanmasın diye peçeteden yaptığım bu kokusuz gülü bırakıyorum.
Oğlun.
İhsan Arı 2009
[email protected]
Kayıt Tarihi : 2.3.2009 08:14:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![İhsan Arı](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/03/02/yazar-miydim.jpg)
Başucuna bu mektubu ve sırf koparılırken kanamasın, kururken canı yanmasın diye peçeteden yaptığım bu kokusuz gülü bırakıyorum.
kaleminiz daim olsun...
Çok güzel bir çalışma.
Emeğinize ve kaleminize sağlık.
Bundan sonra yüreğiniz, gönlünüz her zaman aydın olsun ve her yerde geleceğe aydınlık saçsın.
Saygılar.
TÜM YORUMLAR (2)