Yaz Yağmuru Mektubunun ‘Yazar Kahramanla ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yaz Yağmuru Mektubunun ‘Yazar Kahramanları’ Ve Sen...

İçindekileri dökmeden bu dünyadan ayrılmak istemeyen huzursuz bir kadının yakarışını hatırlatan yağmur sesiyle uyanınca günün zembereği boşaldı. Hayatta yapamadığım ne varsa hepsini zamanın dar çemberine sığdırabilirmişim gibi Tanrı’dan bana bir gün daha bahşetmesini istedim. Tek bir gün daha... Pişmanlıklarımı, cevabı olmayan sorularımı, zihnimi kemiren suçluluk duygumu bırakmak isteyeceğim kimse olmadığını hatırlayınca, sana yazma arzum yatağından taşan bir nehir gibi coştu. Ama yapamadım. Durdum ve öylece boğazdan göçmeye hazırlanan yırtıcı kuşlara baktım. Kara bulutların mahmurluğuna, üstünden sıyırmaya çalıştığı sisten elbisesiyle eşlik eden deniz, Tanpınar’dan ödünç aldığı kelimelerle ‘İnsan daima çözemediği bir meseleler çıkınıdır’ diyordu. Bazıları o çıkının içinde bulduklarıyla yüzleşip ötesindeki ‘ışığı’ görebilmek ve hakikate ulaşmak için yaşıyor galiba. Sen onlardan biriydin, değil miydin yoksa? Yanımda olmadığında bile geçmişten kulağıma fısıldadıklarınla, bizi birbirimize bağlayan o ‘yolda’ yönümü şaşırmamam için bıraktığın çakıl taşlarıyla, cazibesi basitliğinde saklı şakalarla güldürdüğün zamanlardan kalan kahkaha kırıntılarıyla idare etmeyi öğreneli çok oldu.
Şimdi fena halde ürperten gri bir seher vakti, şehir gözü kamaşmış bir kadın gibi ışığını kısıp açarken, bu yolculuğa eşlik eden kitap yığının ortasında oturup Tanrı’nın bana bağışladığı o ‘tek günü’ sana yazarak hediye etmek istiyorum. Hatırlıyor musun, insanların kalabalıkların içinde akvaryumunda susuz kalmış balıklar gibi çırpındığı saatlerde, kendi puslu bakışlarına göre insanı tasnif edenlerle dalga geçerdik. O vakit sana Abdülhak Şinasi’nin o küstah ama zarif cümlesini hatırlatırdım: “Siz hayatın zahiri şekillerini görüyorsunuz; ben batini...” Kimsenin bizi olduğumuzu sandığımız gibi göremeyeceğini dolayısıyla geriye kalacak hikayelerin o bakışın hüneriyle gerçekleşmeyeceğini biliyorduk. Sadece bizi şefkatle geleceğe bırakacak anlatıcılara ihtiyacımız vardı. Onları bulabildiğimizde hiç kaybolmuyorduk ki. Bir keresinde “İnsanı çekici kılan hikâyelerinin bilinmezliğidir” demiştin. Davranışlarımızı korkularımızın buğusuyla saran duyguların hayatın her aşamasında bizi beklediğini sessiz sevecenliğinle gösterdin bana.

Doğuştan yaşlıydık biz...
Ben senin başkalarına gösterdiğin yüzünü de kalp gözüyle sevmeyi öğrendim. Doğuştan yaşlıydık bir bakıma. Biz anlatmaktan hoşlandığımız hikayelere dönüştük sonunda. Ve bazen kendimizi daha iyi anlamak için o hikayeleri birbirimize anlatıp durduk. Hayatın incecik titreşimlerini hissetmek yerine telaşla mutluluk peşinden koşmak pek bize göre değildi. Talihimizi buluşturan tesadüfün tohumu belki de o ‘sükunette’ gizliydi.
Birbirimize benzemesek de çok farklı konular arasında bir sincabın çevik ama yumuşak sıçrayışlarıyla dolaşmak aramızdaki mesafeyi büsbütün kısaltmıştı. Sevdiğimiz yazarların uzaktan gelen sesleriyle vecd içinde edebiyat tarihinin kıvrımlı yollarında hiç acele etmeden dolaşıyorduk. Divan şairlerinden, varoluşçulara - ki benim gibi pek sevmezsin onları -, klasik edebiyattan, casus romanlarına uzanabilen macera dolu bir seyahate çıkmıştık seninle. En çok da sabahları uyanmam için dinlettiğin neşeli türkülere gülerdim. Kimse tahmin edemezdi gizlice paylaştığımız o basit zevkin hazzını. Sözcüklerin uyumlu sesleriyle, müziğin büyüsüyle parçalanmış ruhunu şamanlar gibi iyileştirdiğimi söylüyordun. Kozmik bilinçten bahsediyorduk sonra. Sezgisel yeteneği ve zekayı, biriktirdiklerinle hayatın görünmez yanını hissedebilmeyi önemserdin. Sırtını mâlumatın kuru gövdesine dayayan, dili küçümsediği için yavanlaştıran yazarlar senin de biraz canını sıkardı. Sandıkları gibi kibirli değildin aslında. Sade ve basit olanın içinde gizlenen loş noktalara ışık tutup mananın çemberini halka halka genişletmeyi severdin. Bense gerçeği pul pul soyup olduğu gibi bütün çıplaklığıyla göstermeyi...
Ebediyete açılan Tanrı’nın evlerinden bahsederken O’nun yeryüzündeki şahitlerini konuşurduk bazen. Sadece tabiatın içinde, varlığın görünmeyen yüzünde değil, bizi birbirimize yakınlaştıran mısralarda da bütün berraklığıyla görünüyorlardı. Böyle ıssız bir sabah, ıslak lavanta kokan Sezai Karakoç mısralarını eski günlerin kalp çarpıntısıyla okuyabilmeyi ne çok isterdim sana ama insanın en büyük zaaflarından birisi ‘başlangıç’ anının saflığına dönemeyeceğini sanmak değil mi? Halbuki yeterince tutarlı ve sabırlı olmayı becerebilsek, hayatın yaşamlarımıza ahenkli uysal ritmini tekrar yakalayabiliriz muhtemelen: “Sen geldin benim deli köşemde durdun/ Bulutlar geldi üstünde durdu/Merhametin ta kendisiydi gözlerin/ Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu/ Bulutlar geldi altında durduk... Konuştun güneşi hatırlıyordum/Gariptin yepyeni bir sesin vardı/Bu ses öyle benim öyle yabancı / Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı...”

Duayı öğrenebilmek...
Biraz öyleydik, biraz da başka türlüydük işte. Şiire dönüşemeyecek kadar mahrem olan savrulmalarımız hayal gücümüzde saklı kalsın, olur mu? Kim bilir, belki bir gün hiç beklemediğimiz bir anda tenha bir cümlenin içinde başka kelimelerin suretinde karşılaşırız onlarla.
Artık kendini taammüden hapsettiğin, tel örgülerle çevirdiğin o uğultulu kasabanda bir gün ‘iyileşeceğine’ inanmadan yaşıyorsun. Böylesine kolay bir yenilgiyi benimsemek de bir tür intihar biçimi sanırım. Seni kesif bir ümitsizliğe iten nedeni soruyorum kendime her gün ama makul bir cevap bulamıyorum. Biliyorum, sahip olduklarınla sorgulamadan yaşamayı kabullenmek seni küçültür. Kaderin yularının tutulamayacağına inanırsın ama büsbütün gevşetmeyi de sevmezsin. “Bütün hayallerime kavuştum, sadece bir tane kaldı” derdin. Ne oldu ona, neden şimdi vazgeçtin? Benim gerçekliği olduğu gibi kabul eden yanımın tersine sorgulamayı, inandıkların uğruna mücadele etmeye tutkunsun sen. Ben de çelişkilerle beslenen bu zıtlığı seviyordum zaten. Herkesin varoluş boşluğunu dolduran bir hülyası vardır. Bu genellikle aşktır, bazen para, egoyu besleyen şöhret, başarı tutkusu ya da üretmek. Ya da tamamen küçülüp, ‘hiçleşmekten’ beslenmek. Seninki tam hiçbirine benzemiyordu. O boşluğu dolduracak hedefe doğru ilerlerlerken kendine pek yakışmayan garip bir gurur yarasına teslim oldun. Bıçkın, vahşi delikanlılığınla, kadınsı yanını ağır bir yorganla örtebiliyorsun değil mi?
Hatırlıyor musun, ‘çok satanların’ hararetle tartışıldığı bir dönemde memleketteki ‘yüksek edebiyat’ erbabının, hatta eline iki kitap alıp okumamışların bile dalga geçtiği Susanna Tamaro’dan bahsetmiştim. O da kendisini pazarlayan yayıncıya ve ihtirasına teslim olmuş, şöhret yollarında sürükleniyordu. ‘Anima Mundi’ (Dünyanın Ruhu) o çok bilmişlerin sandığı kadar sığ değildir mesela, hatta plajlarda tüketilmeyecek kadar zorlayabilir okurunu” demiştim. Çok orijinal bir şey söylüyormuşum gibi anlattıklarımı merakla dinleyen mahzun yüzünün derin çizgileri kalmış hafızamda. Kadınlar ne anlatırsa anlatsın, karşılarında ibadet eder gibi masum bir sükunete, çocuksu bir ciddiyete bürünürdün. Bu sevimli tuzağa düşmemek için direnirken kendimi o sihirli kuyunun içinde bulur ve nedense bu oyunu çok severdim.
Yağmurun tenha sokakları hiddetle kamçıladığı bu sabah, gençlikle incelmiş o tiz sesimi aradım ve onu kitabın içinde altı çizili harflerin yanında buldum. Rahibe, zekasıyla etrafına kafes ören zeki arkadaşı ölen yazara ilk gece dua etmesini öğütlüyordu. Yazar, “Ben dua etmeyi bilmem” diyordu. Rahibe, “Hiç kimse bilmez. Öğrenebilmek için önce gururu kırmak gereklidir” diye cevap veriyordu. Sana bu bölümü okuduğumda biraz homurdanmıştın ama anlamıştın; Tevazu, merhamet ve tahayyülden yoksun bir zekânın hiçbir işe yaramadığını bilmenin sezgisel yakınlığıydı bizi ‘ölümsüz sevgili’ kılan çünkü. Tamaro sayesinde zekanın hak ettiğimiz ya da karar verdiğimiz bir özellik değil, bize emanet edilen bir hazine olduğunu anımsamıştık.

Matteo ve Nora’nın sonsuz hikâyesi
Şimdi elimde yıllar sonra onun başka bir ‘çok satan’ kitabıyla çalışma odamdaki yumuşak koltuğa gömülmüş, şiddetiyle kristalleşen yağmur sesini dinliyorum. ‘Sonsuza Kadar’, tamamen zıt karakterlere sahip oldukları halde birbirlerini sabırla, değiştirmeye çalışmadan seven, ‘sonsuzlukta’ keşfeden bir çifti anlatıyor. Matteo ve Nora’nın hikâyesini okuyanlar, muhtemelen kendilerini onlarla mukayese edeceklerdir. Eh, Tamaro gibi bir yazarın basit bir kurguyla, anlatımla bunu nasıl becerdiğini biliyoruz artık. Bak şimdi bildiğin, sevdiğin hayata dönmüş olsan bunları konuşup çocuklar gibi kıkırdardık ama yoksun işte...
Sevdiği kadının yokluğuyla onulmaz bir acı çektiği için tabiatın şefkatine sığınarak ‘iyileşen’ Matteo, trajik bir hadiseden sonra keşiş olmayı seçiyor. Hayır, tahmin ettiğin gibi değil. Tamaro, hala yıllardır dağlardaki çiftliğinde çiçekleri, meyve ağaçları ve çocuğu gibi büyüttüğü hayvanlarıyla birlikte yaşıyor ve hiç değilse ‘derviş’ numarası yapmıyor. Yani edebiyatını çok benimsesek de tabiata içtenlikle hürmet eden bir yazar olduğunu teslim etmeliyiz. Hem Kalkütalı Rahibe ne demiş, “Herkes kendi içindeki çürümüşlüğe göre akıl yürütür.”
Biliyorum güleceksin ama sanırım artık ben de yaşlıyım. Seni son gördüğüm gün Matteo gibi ne giydiğini, bana nasıl baktığını, saçlarıma nasıl dokunduğunu görmeye çalışıyorum. O son anları nasıl oldu da ‘sıradan bir gün’ gibi yaşadım. Ölmeden intihar edebilecek yeteneğe de sahip olduğunu bilebilseydim, hiçbir ayrıntıyı kaçırmazdım. ‘Eğer’le başlayan sonu müphem cümleler beni ziyadesiyle yoruyor artık. Onlara kaybedecek vaktim yok. Sayfaları çevirirken durup tavana bakıyorum: “Aşkın, içinde kadiri mutlakın bulunduğu değil, iki kırılganlığın buluştuğu yer olduğunu fark edebilmek için annesinin gölgesindeki kuzular gibi olmak gerekiyor. Ancak buna teslim olduğunda, günlerin içinde akan her şey düzene giriyor.”
Sonra kitabı yüz üstü karnıma yatırıp acıyla gülümsüyorum. Nora şiir okurken, dünyanın uyumaktan, yemekten, sevişmekten ve ölmekten ibaret olduğu tehlikesini atlatmak için zihninde tam bir kitaplık olsun istermiş. Sen de böyleydin. Hafızan çok iyi değildir ama sevdiğin mısraları hiç unutmamak gibi doğal bir yeteneğin vardı. Hala duruyor mu acaba? Eğer sana okuyabilseydim eminim bunları gelecekte hiç beklemediğin bir anda hatırlayacaktın: “Ve güldün rengarenk yağmurlar yağdı/İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı/ Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak /Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı... Sen geldin benim deli köşemde durdun /Bulutlar geldi üstünde durdu/Merhametin ta kendisiydi gözlerin.”
Yazarın söylediği gibi ölüm anında sadece hayatımız bir film şeridi gibi geçmeyecek gözlerimizin önünden. Doyamadığımız sohbetler, kendimiz olmaktan kurtulamamanın ağırlığı, yanık pişmanlıklarımız, avuçlarımızdaki derin çizgiler, ensemizin, boyun altlarımızın bütün acılara rağmen saf kalan bebeksi kokusu... Hem insan her şeyden, hayatın kendisinden bile fazla iz bırakmış birisiyle nasıl vedalaşır? Birisi ‘ömürlerinin azaldığını kabul etmek istemeyenlerin yeridir tımarhane’ demişti. Hadi artık çık oradan, bak Nora sevgilisine “sonsuza kadar var mıdır” diye soruyor ve adam hiç düşünmeden cevap veriyor: “Sadece ‘sonsuza kadar vardır’ sevgilim.”

(Anima Mundi (Dünyanın Ruhu) , Sonsuza Kadar, Susana Tamaro, Can Yayınları, Çev. Eren Cendey)

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:37:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan