Huzurlu bir kayıtsızlıkla dünyayı izlediğim köyde, günlerim kendiliğinden kopup dökülen eski takvim yaprakları gibi dingin bir tükenişle eriyip gitsin istiyorum. Kolayca alıştığım ritmiyle tutunduğum tek bir günü yakın gelecekteki müphem günlere benzetmeye çalışıyorum. Sözcüklerin anlamlarının bile eskidiği bir yaşamın hayalinde kaybolmak yorgun ruhuma iyi geliyor.
Sabahın taze esintisiyle odanın içine dolan begonvillerin hışırtısını işitince eski bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum. Hep aynı şarkıyı... Yavaş hareketlerle yattığım yerden doğrulup biraz sonra gelecek olan tıpırtılı balıkçı motorlarını beklerken o anki hislerime uygun bir yaşam tasarlıyorum. Zaman kum saatinin ipeksi sesi gibi hiç yormadan usulca akıyor... Mutfaktan küçük acı sivri biberlerle yapılmış menemen kokusu geliyor. Yüksek tavanlı Rum evinin geniş verandasında kahvaltı yaparken dünyanın en güzel çello sonatlarını dinliyoruz. Domatesler kısa süreceğini bildiğimiz bu ‘molanın’ kendisi gibi sahici ve lezzetli. Evin önünde bağdaş kurup dantel işler gibi geniş sepetindeki misinalarına yem takan balıkçılarla sohbet ediyoruz arada. Genellikle dikenli pembe mercanlardan alıyoruz. Sonra köy oğlanlarının mesaisi başlıyor. Tek eğlenceleri karınlarını yakarak denize atlamak ve nasıl beceriyorlarsa suyun içinde küfrederek tepişmek. Onlara bakıp arkadaşlarıma “bu ayı yavruları türleri itibarıyla büyünce de aşağı yukarı böyle anlaşıyor, biliyorsunuz, değil mi” diyorum. Aynı şakalarla, eğlenmek, hayatın yeknesak ritmiyle oyalanmak beni dinlendiriyor. Sürpriz yok. Sedefli denizden yükselen çocuk çığlığından yorulunca kuşluk vakti tedirgin uykulara dalıyoruz.
Uyanınca çocukluğumun yaz ikindilerinde olduğu gibi karpuz çekirdeklerini havaya tükürmeyi özlüyorum. Henüz yapamadım, gidip karpuz almaya üşeniyorum çünkü. Öyle cazibeli bir uyuşukluk ki... Yüzdükten sonra yarım adanın etrafında yürüyüşe çıkıp mor çiçekli yabani dağ kekiklerinden topluyoruz. Akşamüstleri ağlayan ılgın ağaçlarının altında, kızları suyun altında öpmeyi tercih eden yedi yaşındaki korsan Tuna’yla kısa öpüşmekle uzun öpüşmek arasındaki önemli farkı ve buna benzer derin mevzuları tartışmak istiyorum. Uzun sofrada yenen akşam yemeklerinin yumuşak, telaşsız sohbetleri durgun bir göle atılan taşla genişleyen halkalar gibi bütün hayata yayılsa, diyorum.. Geceleri pırlanta tozlarını geniş gök kubbeye savuran yıldızlara sonu olmayan hikâyeler anlatıyorum bazen. Sonra erkenden yatağa girip gençlik romanlarından birini seçiyorum. Ayaklarımı örümceklerin dolaştığı beyaz taş duvarlara dikipSapho’nun sararmış sayfalarını kokluyorum. Bu acayip halim beni yirmi yıl öncesine götürüyor...
O aşağılık kıskançlık duygusu...
Alphonse Daudet’nin gençlik yıllarında yaşadığı bir hikâyeden yola çıkarak yazdığı Sapho’yu karıştırırken biraz üzüldüm. Keşke hâlâ bütün yosmaların Paris’in ünlü sanatçılarıyla kırıştıran Fany Legrand gibi ‘masum’, bütün toy erkeklerin geçkin bir yosmaya tutkuyla bağlanabilecek kadar saf olduğu masalıyla kendimi kandırabiliyor olsaydım. Hayat bilgisi artık böyle doğal bir naifliğe müsaade etmiyor ne yazık ki. Yosmalığın sadece ‘namussuz’ kadınlara has olmadığını, erkeklerin zaaflarını incelikle sömüren ‘maskeli yosmaların’ kadınlıklarını kullanma biçimlerini zamanla görerek, yaşayarak, anlamaya çalışarak öğrendim. Çocukken üstüne tırmandığımız meyve ağaçlarının büyüdüğümüzde o kadar da kocaman olmadığını fark etmeye benzer tuhaf bir buruklukla hatırladım sevmekten vazgeçememenin ıstırabını anlatan bu kitabı.
Bir baloda kendisinden büyük gösterişli bir kadının kulağına fısıldadığı “gitme sakın” sözcüğüyle hayatı büsbütün değişen Jean Gaussin’in hazin hikâyesini yazan Daudet, mektuplarında “..İnsan sevdiğinin acı çektiğini görünce sevgisinin derinliğini birdenbire nasıl da anlayıveriyor. Yemin ederim ki kimse başkalarının çektiği acıları benim kadar yüklenmemiştir” diyor. Şefkatli, biraz melankolik ama aynı zamanda epey ironik bir yazar o. Bütün yosmaların birbirine benzediğini sanan kahramanının içine düştüğü tuzağı biraz da dalgasını geçerek anlatıyor: “Onun yaşında insan hiçbir zaman emin değildir. Kadından, sevişmekten hoşlanır ama görgüsü, tecrübesi eksiktir. Sapho için La Gournere’nin şiirler yazdığını, Caouadal’in mermerden, tunçtan heykellerini yaptığını öğreneli beri genç kadın Jean’ın gözünde büyümüş bir zafer halesine bürünmüştü sanki... Bu kadın Jean’a göründüğü gibi o denli zeki değildi belki. Yalnız zekânın payı yoktu bu işte. Fanny eşi bulunmaz bir aptal olsa da, bayağı da olsa, on yaş daha büyük de olsa geçmişin gücüyle, Jean’ın içini kemiren o aşağılık kıskançlık duygusuyla gene de avucunun içinde tutardı onu.”
Erkekleri sevdikleriyle tavlamak...
Ne tuhaf, Daudet’nin genç erkeklere nasihat vermek ister gibi yazdığı bu romanın gücünü idrak edebilmek için aradan neredeyse yirmi yıl geçmesi gerekiyormuş. Kadınların erkekleri avuçlarının içinde tutma, hayatlarını altüst etme becerilerini okumakla tanık olmak sahiden farklı. “Canın çektiği zaman gel, beni terk edersen ölürüm, boynunun altındaki o küçük yerimi olsun bana ayır, benim yerim o” diyen ‘onursuz’ bir kadının dürüst olduğuna inanabilmek pek kolay değil gibi görünüyor. Halbuki insan bu çıplaklığa ancak ‘yosma’ olmayan kadınların da benzer cümleleri daha sahte bir kıvraklıkla ifade edebildiğini anladıktan sonra teslim oluyor.
Bunları düşünürken aklımdan geçenleri iyi tarif eden mizahı güçlü o zehirli cümlelere rastlıyorum: “Erkeklerin hepsi birbirine benzerdi, hepsi ahlaksızlığa, kötülüğe kudurmuşçasına düşkündü. Bu delikanlı da ötekiler gibiydi. Sevdikleri şeylerle tavlamak, onları elde tutmanın en iyi çaresiydi. Bütün bildiklerini, kendisine aşılanmış ne kadar ahlaksız zevk alışverişi varsa hepsini Jean’a öğretiyordu. Sonra o da bunları başkalarına öğretecekti. Böylece zehir, Latin şairinin sözünü ettiği, stadyumda elden ele geçip koşan o meşaleler gibi, bedeni de, ruhu da yakarak yürüyüp yayılıyordu.”
Defalarca terk etmek istediği halde tutkulu bağımlılığına yenik düşen Jean, sevişmeyi çok seven bu kadına bilmediği bir ürpertiyi tattırmak için kendini tüketiyordu. Fanny ise başkalarının ‘kendisinde tatmadığı bir zevki’ ona vermek için acı çekiyor ama birarada olmayı beceremiyorlardı. Ayrılıklarında oturdukları evin camlarını döven fındık ağacının dallarını bile unutmayan genç adam, kadının yüzünü eksik dişi yüzünden delinmiş, çirkin gülümsemesiyle hatırlayabiliyordu. O aslında Fanny’ye değil daha ziyade kendi yüzünden acı çeken insana acıyor, hangi aptallığının sonucunda ona böyle sımsıkı bağlandığını sorguluyordu. Sevip sevmediğinden bile emin olmadığı bir kadının geçmişini, muhtemel geleceğini ölesiye kıskanmaktan yorulmuştu. Daudet, böyle yakıcı durumlarda âşıkların içine düştüğü büyük boşluğu kendisini ölümsüz kılan bu kitabın şöhretini haklı çıkaran bir üslupla anlatıyor: “Bu gibi hallerde insan arkasından üzüleceği bir sevgilisi olmasa bile onun eksikliğini duyar; çünkü ikili hayat, birisiyle sofrada, yatakta birlikte olmak görünmeyen ince bağların örülmesine yol açar. Bunların sağlamlığı da koparken neden oldukları acıyla ortaya çıkar. Birbirine değmenin, alışmanın etkisi insanın içine öyle mucizeli bir şekilde işler ki, birlikte aynı yaşamı süren iki insan sonunda birbirlerine benzerler.”
Böyle sevmek hırpalar...
Fanny ve Jean sahip oldukları özellikleri farkında olmadan birbirlerine hediye ederek benzeşmeye başladılar. Onursuz olduğunu söyleyerek kendisini terk etmemesi için sürekli yalvaran yosma, en çok sevdiği erkekle Marsilya’ya kaçmaya hazırlanırken sadece ‘onurlu’ bir mektup bırakıyordu: “Varımı yoğumu verdim sana. Kendimi senden söküp koparmak gerekince de hiçbir erkek için duymamış olduğum acıyı duydum. Ama böyle bir sevgi yıpratıyor insanı, görüyorsun ya.. Korunması gereken o kadar çok şey var ki. Çok fazla yaşattın beni, çok fazla acı da çektirdin, hiç gücüm kalmadı.”
Jean, Daudet’nin yazdığı gibi seven bir kadının –yosma bile olsa- iyilik, merhamet, fedakârlık gibi bütün canlı duygularını tek bir kişiye vereceğini bilmiyordu. Sapho artık başkaları onu sevsin, üstüne titresin istiyordu.
Ben sıcak bir haziran gecesi, tek bir ‘gitme’ sözcüğüyle genç bir adamın hayatını değiştiren Sapho’yu tekrar okudum. Bu romanı henüz okumamış olan genç erkekler için sevindim ama biraz da endişelendim. Daudet hayatının en başında kendisini zehirleyen bu hikâyeyi yazıp oğullarına yirmi yaşında okumaları ve ders almaları için hediye etmişti. Halbuki bütün yosmaların birbirine benzemediğini, maskeyle dolaşanların bazen daha tehlikeli olduğunu, yosma sanılanların ‘masum’ olabildiğini anlamaları için sadece okumak yetmiyordu, dikenli tecrübeleri de biriktirmek gerekiyordu.
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:31:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!