Asırlardır farklı dinlerden, kavimlerden, kültürlerden, dillerden süzülen masalların, efsanelerin dağların eteklerinde çınladığı bir coğrafyanın orta yerinde sessizce duruyorum. Durmak iyi geliyor. Hayatta kalmak için ihtiyacımız olan hızlı ve çevik hareketlerin pek bana göre olmadığını düşünüyorum o an nedense. Boğucu sıcağın da etkisiyle zihnim uyuşmuş, sadece unutmak istiyorum. Hatırlamanın değil, hafızayı büsbütün silmenin sağalttığına inandığım karanlık bir kuyuya düşmüşüm sanki. Ne geleceğin peşinden koşma isteği, ne insanlığın kendini tekrar eden makûs kaderine öfkelenme, ne de bulanık hayallerde kaybolma arzum, hepsi kayıtsız ruhla yitip gitmiş... Birbirini tamamlamayan, karmaşık manalara batmış sözcükler hayaletler gibi etrafımda dolaşıyor. Huzursuz bir kum fırtınası, çıplak ovaların, taş evlerin, onların eprimiş duvarlarından dökülen kızıl tozlarla kaplı kızgın kaldırımların üzerinde dönüp duruyor...
Başım dönünce minareleri kucaklayan bir bahçeye girip ortasındaki şadırvanlı havuzun kenarında oturuyorum. Şırıltılı serinlik biraz ferahlatıyor. Dayandığım cılız ağaca, genizden çıkardıkları hırıltılı seslerle konuşan yaşlı adamlara müzede heykelleri inceler gibi bakıyorum. Buğulu ovaların dinginliği, tarihî yapıların güven veren sağlam duruşu beni pek etkilemiyor. Duygulanmıyorum. İnsan olmanın aynı zamanda dünyanın uğultusuyla sağır olmak, zulmü reddeden tavrıyla kör olmak anlamına geldiğini yorularak öğrenmişim. Bilmek fazla geliyor. Bütün hayatımı, insanlardan uzakta bir dağın, bir ovanın, bir ağacın ıssızlığında geçirebilirim gibi hissediyorum. Arzulamayan, acı çekmeyen, kötülüğe isyan etmeyen, mutluluğu tanımamış, sabretmesini bilmeyen, okuyamayan, yazamayan, beklemeyen kimsenin daha önce görmediği türden tuhaf bir varlık olmak istiyorum. Bu acayip isteklerle kıvranırken onu görüyorum. Uzun, cilveli kuyruğuyla bütün kederleri peşi sıra sürükleyip yeryüzünün günahlarını siler gibi geniş ovanın koynunda süzülen neşeli bir uçurtma beni ansızın hayata davet ediyor.
Modern bir masal...
Kendime bir çay söylüyorum. Bir gün önce kahvede, “ne çayı bu, çok acı” diye sorduğumda garsonun verdiği hınzır cevabı hatırlayıp gülümsüyorum: “Çayımız sıcaktır dostluk gibi, çayımız kaçaktır sevdamız gibi.” Keyfim yerine gelince seyahat için yanıma aldığım romanını açıp okumaya başlıyorum: “Ben ölümlüler arasında yaşayan bir ölümsüzüm... Tanrıların bu dünyada unuttuğu yaşlı bir adamım. Her efsanede, kutsal kitapta ve anlatıda yeni bir adla anılsam da gerçek adım Utanapişti’dir.”
Daha önce hikâyelerini de severek okuduğum Ekinci’nin modern bir masal anlatır gibi yazdığı sarsıcı romanının sayfalarını heyecanla çevirirken ölümsüzlük cezasına çarptırılmanın bedelini ve ‘ölümlü’ olmanın kıymetini de hatırlıyorum. Yazar, Utanapişti’nin sesiyle on binlerce yıldır defalarca anlatılan hikâyeleri, bugünün korkunç gerçekleriyle buluşturarak tekrar yorumluyor. Mitolojiyle, kutsal kitaplardan alıntılarla, menkıbelerle, bu yüzyılın yazarlarıyla desteklediği çok katmanlı yolculuk, okuru insanlık tarihinin acımasızlığına tanık olmaya çağırıyor.
Modern edebiyatın imkânlarını pırıltılı bir zekâyla kullanan kitabı okurken dudaklarım alaycı bir tebessümle kıvrılıyor arada. “Edebiyatın incelikli dokusundan, dil sezgisinden, manevi derinlikten yoksun ‘akıl oyunlarıyla’ kurgulanan yavan romanlara verilecek en iyi cevap yine doğudan çıkmış” deyip kıkırdıyorum. Kahramanı Asvas’ın alter egosu olan yazarın, romanı hayatın sonsuz kuralları olan bir oyuna benzetmesi boşuna değil ama bu tesbitin altını doldurabilmek de öyle sanıldığı kolay değil çünkü.
Huzurum ‘doğunun kanayan bir yara’ olduğunu hatırlatan keskin cümlelerle bozuluveriyor. Romanın diğer kahramanı gazeteci, yazar Berzah, kitapları ve düşünceleri yüzünden devlet tarafından öldürülen Asvas’ın hayatı hakkında bir roman yazmak için Güneydoğu’da araştırma yapıyor. Hizbullah’ın ölüm hücrelerinden, işkencelerden, oğlunun ölümüyle deliren annenin ıstırabından, faili meçhul cinayetlerin vahşetinden bahseden satırları okuyunca ürperiyorum. Binlerce yıldır ‘ölümsüzlüğü’ delice arzulayan insanlığın öldürmeyi neden bu kadar çok sevdiğini düşünüyorum.
Ölümsüzlük kötü mü?
Sonra Berzah gibi şehrin birbirlerine düğümlenen baharatlı sokaklarında bir avare gibi dolaşıyorum. Dünyanın hafıza kuyusu Utanapişti’nin taşların dilini okuyarak anlattığı kadim masallarla yürürken göçüp giden ‘ölümlü kalabalığın’ sesini de işitebiliyorum. Altı yüzyıllık medresenin yüksek basamaklarını aşıp iç avlusundaki havuzun başında duruyorum. Çeşmeden havuza uzanan su yolu İslam mimarisinde doğumu, hayatı ve ölümü temsil ediyor. Mardin Bienali’ne katılan sanatçılardan Canan Dağdelen’in göbek fotoğraflarından yola çıkarak tasarladığı esere bakıyorum bir süre. Suyun içinde yaşayan embriyonun gelişip doğumla hayata kavuşması ve tekrar başlangıca dönmesindeki sırrın zarif ifadesi içimi acıtıyor. Aradıklarını hiç bulamayanları düşününce “acaba ölümsüzlük cezası o kadar kötü olmayabilir mi” diyorum kendime...
Ve daha biraz evvel okuduğum ‘Doğulu’ bir romancının güncel sanat hakkında söyledikleri zihnimde uçuşuyor: “Güncel sanat her şeyin sanat olabileceğini bize gösterdi. Yeter ki iyi bir fikrin olsun. Bu sanatçılar kullanılmış, işlenmiş, hatta atılmış malzemeleri tekrar yorumlayarak yeni bir sanat eserine dönüştürüyorlar. Uzun zamandır Utanapişti’nin hayatından yola çıkarak bir kolaj roman yazmayı düşünüyordum... Yazmak istediğim roman tamamıyla diğer anlatı türlerinin tekrar yazılmasından meydana gelecek. Bu tür bir anlatı çeşidinin Doğu metinlerinde kullanıldığını biliyorum.” Bu coğrafyanın doğurgan cömertliğini dünyayla buluşturabilen yazarların ve sanatçıların varlığına bir kez daha şükrediyorum.
Mardin’de küresel açılım...
Simsiyah göğün altında elmas gibi parlayan şehrin çok eski bir hanında, uzaklardan gelen sanatçıların bölgede yaşayanlarla mucizevî buluşmasını izliyorum. Birbirlerine müziğin diliyle dokunanlar arasında kendini ulusların sınırlarıyla maskeleyenlerin anlayamayacağı yumuşak bir uyum var. Bir ara Mehmet Ali’yi görüyorum (Ahmet Türk’ün yeğeni) , on iki medeniyeti simgeleyen yuvarlak masa tasarımının sahibi İngiliz Richard Bartle ile el ele tutuşmuş halay çekiyor. “Bakın küresel açılım böyle bir şey herhalde” diyorum yanımdakilere...
Ertesi gece kendimi Hırvat ve Avustralyalı iki sanatçıyla Avrupa’nın sanat piyasasını tartışırken yakalayınca gülüyorum. O sırada yanımda oturan güzel gözlü, suskun bir kadından ateş istiyorum. Adını söylüyor. Aslında Türk, İngilizce konuşuyor, Fransa’da büyümüş ama İstanbul’da yaşıyor. Üç dilde derinleşen sohbetin ortasında o daha dört yaşındayken babasının ASALA tarafından öldürüldüğünü ve o korkunç ânı gördüğünü öğreniyorum. Onu öyle sakin ve ılık bir gecede üzmemek için konuyu değiştirmek istiyorum ama kontrolsüz merakımı seziyor ve hikâyesini en başından doğal bir şekilde anlatmaya başlıyor. O çok uzun ve sancılı sohbetin sonunda “Ben bunları çok konuşmam aslında, zaten bizim evde yıllarca yasaktı, iyi oldu, içim boşaldı sanki aniden. Türk olmak zor” diyor. “İnsan olmak zor” diyorum...
Arka masadaki Kürt gençler ‘yabancılarla’ birlikte türküler söylüyor; “Ben sende ülkemi sevdim, ben sende rüzgârı sevdim, ben sende yolları sevdim” diye başlayan mısralara eşlik eden yanık ezgiler ovanın boşluğunda çatlayınca dalga geçtiğim ‘ulusolcular’ gibi hislenip utanıyorum biraz.
Unutmak için bağıranlar...
Gece mor elbisesini çıkarırken otelin avlusunda Bahar’ın hikâyesini dinliyorum. İran’da doğmuş, on altı yaşına kadar orada büyümüş. Altı senedir Türkiye’de. Üniversiteye başladığında çok az Türkçe biliyormuş. Artık benden daha iyi Türkçe konuşuyor. Devrime inanan İranlı ailesinin yaşadığı derin hayalkırıklığını, renkli bir palto giydiği için okulda günlerce nasıl cezalandırıldığını anlatıyor. O tarçınlı, esmer tebessümüyle konuşurken benim de içim boşalıyor. Görüntüler en sonunda ıslanıyor biraz. “Benim ülkem diktatörlükle yönetiliyor, nefret ediyorum o ülkeyi yönetenlerden, tuhaf ama orada herkes kendi dilini konuşabilir, etnik kimliğini saklamaz” diyor. Ben de ona “benim ülkem diktatörlükle yönetilmiyor ama buralarda yakın bir zamana kadar Kürt demek yasaktı” diyorum. Yanlış devrimlerin ve defolu cumhuriyetlerin düğümlendiği kör noktada birbirimize sarılarak vedalaşıyoruz.
Nihayet Bienal’in küratörü, çocukluk arkadaşım Döne Otyam’la birlikte baş başayız. Karmaşık hayatların, uğultulu gecelerin, aylardır emek verdiği serginin muhasebesini yaparken her zamanki gibi sondan bir evvelki sigaraları içiyoruz. Gök kubbe pembemsi hareleriyle usulca ağarıyor. Kum fırtınası dinmiş, dünya susmuş. Birden yüzlerce kırlangıç çığlıklar atarak ovanın üzerinde çılgınca dönmeye başlıyor. “Bak deliren insanlar gibi gördüklerini unutmak için bağırıyorlar” diyorum. Hayatın esas şarkısı bu, gerisi hikâye, zamanın tozlu rüzgârıyla tekrarlanan hikâyeler...
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:31:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!