Yavrum Sen Osman'ın Torunu Musun?
Ömrünün son demlerine emin adımlarla ilerleyen, kılık-kıyafetine çok önem verdiği her halinden belli olan, ilmiyle âmil, etrafa tebessüm pırıltıları saçan bir Bey amca, yolda bir genç grubuna rastlar. İçlerinden birine doğru yönelir. Ve:
- Yavrum, sen Osman'ın torunu musun? diye sorar. 18-20 yaşlarında, uzun saçlı, yüzünün bazı bölümlerine takılı nesnelerden ötürü suratı adeta demirci dükkanını andıran, sanki Paris moda defilesinden fırlamış olan bu genç dalga geçercesine gülümseyerek:
- Hayır amca, ben Osman'ın torunu falan değilim, dedi. Oradaki gençler de bu diyalogu biraz alay, birazda merakla dinliyordu.
- Olur mu yavrum? sen Osman'ın torunusun. Genç ne belaya düştük, şimdi bu bunakla kim uğraşacak dercesine:
- Bak amca, öyle birisini tanımıyorum. Hem benim dedemin ismi Ali. Sen herhalde beni biriyle karıştırdın, dedi. Bey amca da:
- Hayır, oğlum hayır! Ben seni biriyle karıştırmadım. Ama sen kendini Avrupalılarla karıştırmış olmalısın. Hem senin tanımaya bile tenezzül etmediğin, namı cihana yayılmış deden, Devlet-i Âliyey-i Osmaniye’yi kurmuş olan Osman beydir. O, öyle bir devlet kurdu ki, hiçbir ülkeyle antlaşma imzalamaz, sadece kendisi antlaşmayı imzalayıp yollardı. Hatta Avrupa'da Osmanlı Devletini temsil etmek için elçi bile yollamaya tenezzül etmezdi. III. Selim zamanında ilk elçisini Fransa'ya göndermiş, elçinin Paris'te kaldığı semtteki evlerin fiyatları birden artmıştı, biliyor musun? Ha birde senin şuanda giydiğin elbiselerin fikir babası olan Parisliler, o dönemde Türk modası adı altında, Osmanlı elçisinin giydiği kıyafetleri taklit ediyorlardı. Paris halkının hanımları, başlarına kavuk, ayaklarına Osmanlı şalvarı giyiyorlardı. Hilal şeklinde mücevherler takıyorlardı. Şimdi o şanlı ecdat sizleri böyle görselerdi üzülmezler miydi? Sonra da oradaki gençlere dönüp dedi ki:
- Evladım! Öyle işler başarın ki, siz onları taklit edeceğinize, onlar sizi taklit etsin. Bu sözler gençlere, soğuk duş etkisi yapmıştı. Hepsi bu nur yüzlü amcayı ilk başta pek önemsememiş, konuştuklarından sonra ona hayranlık duymuşlardı.
Evet, kendi benliğimizden öyle ayrı düştük ki, şanlı dedelerimizi tanımak şöyle dursun, onlardan utanır hale geldik. Hep kendi dünyamızdan apayrı insanlara özendik, ya da özendirildik. Kâh küpe taktık, kâh piercing. Ama ne için? Ya entelektüel görünme sevdası, yada özenti belası.
Sina çölünü aşıp, Mısır'ı fethetme şansına sahip olan Yavuz Sultan Selim, kulağına küpe takardı. Bunun sebebi ise, o zamanlar kölelere, köleliğin simgesi olarak küpe taktırılmasıydı. Yavuz Sultan Selim'de padişah olduğu halde, hem kölelerle arasında fark olmadığını, hem de kendisinin Allah'a karşı bir köle olduğunu anlatmak için takmıştı o küpeyi. Şimdi soruyorum size, şu zamanda hangi arkadaşımız o küpeleri Yavuz Sultan Selim’in taktığı niyetle takıyor?
Hele ki bu dönemde piercing furyası almış başını gidiyor. Piercing takma uğruna bir yerlerini delme sızısına katlananlar, acaba hangi sebebe dayanarak bunu yapabiliyorlar? Ama Genç Osman o sızıya zamanında çok geçerli bir nedenle katlanmıştır. Bağdat seferi yapılacaktır. Ve tellallar her yerde orduya asker alınacağına dair duyurular yaparlar. Yalnız 'bıyığında tarak durmayanlar' gönüllü de olsa orduya alınmayacaktır. Genç Osman'ın ise, bırakın bıyığında tarak durmasını, henüz bıyıkları bile terlememiştir. Ama bir kere, sefere gitme, cesurca düşmanlarla çarpışma isteği sarmıştır, o küçücük yüreğini. Ne yapıp edip, kendini yazdırmıştır askerliğe. Fakat bunu anlayan yetkililer, Genç Osman'ı Sadrazam Hüsrev Paşaya getirmişlerdir. Sadrazam Hüsrev Paşa:
- Biz demedik mi bıyığında tarak durmayan askerliğe giremez diye? Genç Osman kendine güvenir bir edayla:
- Devletlim! Benim bıyığımda tarak durur, der. Sadrazam da cebinden kemik bir tarak çıkarır ve genç Osman'a uzatır.
- İşte sana tarak, bakalım olmayan bıyığında nasıl duracak, der. Osman da hiç duraksamadan tarağı alır ve hızlıca üst dudağına saplar. Yüzü kan içindedir. Fakat o, acıyı göz ardı ederek:
- Bakın işte tarak bıyığımda duruyor. Artık ben de girebilirim orduya. Hüsrev Paşa da alnından öper ve:
- Bu orduda senin gibi yiğitler olduktan sonra, değil Bağdat, dünyayı da fethederiz. Orduy-u Hümayunda kalabilirsin, der. Genç Osman savaşa katılır. Ön saflarda yiğitçe çarpışır. Savaş esnasında sancaktârın şehit olduğunu görür görmez 'Allah Allah' nidalarıyla koşar ve sancağın yere düşmesine izin vermeden alır ve burca diker. Tam o anda hain bir okun göğsüne saplanmasıyla şehit düşer.
İşte, Genç Osman dudağında ki sızıya, şehit olmak için katlanmıştır. Peki, Osman’ın torunu olup ta, piercing takan arkadaşlarımız ne uğruna bu acıya katlanıyor? Artık, Türk gençleri olan bizler, kuvvetli bir şekilde silkinip, tekrar kendi benliğimize bürünmemiz lazım. Günümüzde Avrupaî yaşamı empoze etmeye çalışan bir sürü insan var. Biz bunlara aldırmadan, tek bilek, tek yürek halinde yolumuza devam edeceğiz ki, taklitlerinden sakınmamız gereken Avrupa, hatta bütün Dünya önümüzde el-pençe divan dursunlar.
Nurefşan KARAKAŞ
Nurefşan KarakaşKayıt Tarihi : 19.12.2009 19:28:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

ABİN !!!
dum dum,dek
gerçek olan bu degil,soz etmek gerek
paris modasi'nda...
ne çingirak,
ne peçe,
ve ne kara sakal ile o,çarsaf
al git osman'ini ve torununu,
kaldirim memuru olmayandan olmaz,sarraf
soz edeceksen,gel.!soyle bir oturak
yirmibirinci asir da edilmez,laf_i birak
atmaya gerek olan..
soygun,
fahiselik,
irkçilik'tir,
yozluklari,
soysuzluklari atmak için bir olup,beraber kaldirak.!
Gerçek olandan soz etmek,atesten çember de olsa,terk etmemek gerek.
insaniz ya...
sozde
Sair,siir.?
TÜM YORUMLAR (5)