Yatırım Şiiri - Rıza Çavuş

Rıza Çavuş
55

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Yatırım

TERK ETMEDİM SADECE GÖZÜMDE KÜÇÜLDÜLER

YATIRIM

Servetim olsa
Kıyardım çil çil akçeye
Alırdım
Kâbe saydığın mezbahaneyi
Ya sonra!
Alıp yıkardım
İçimdeki öfkeye acıyarak

Moloz, baykuş, zebani
Ve cellatlar
Uçuverip kaçıversin içinden
Böylece
Kurtulsun mabedinizden
Kurtulsun sizden
Kutsal olmaya talip, bu şehir

İnsan etinden öğünleriniz
Artan et parçacıkları
Dudaklarınızın kenarında
Çürümüş, kokmuşken
Yıkılsın on katlı binalar

Kirlettiğiniz bu semtten
Çıksın ruh gibi o zehirli nesim
Çıksın bu şehirden
Buluğa ermemiş fikirlere
Meşru gördüğünüz
Koşar adım zinalar

Sonra biraz peyzaj
Biraz çim etrafına
Varsın faşist sakinler
Süs köpeklerini gezdirsinler

Ne istedin böyle insafsızca!
Bari mescid olsaydı deme!
Vedud kokulu
İçinde iman olan
Ne kalpler kırıldı orada

BİR DOST

Ey güzel emelim
Söyle kime gidelim
O varken O’ndan başka
Kime içi dökelim.

Acip olan şu,
Bir dostunda mı kalmadı,
Hile, hurda bu nedir?
Biz ne yapıyoruz diyecek.
Tutun zalimi,
Kesecek kimini ensesinden,
Kimini hislerinden kesecek.
Ellerinden tutacak da yok! Besbelli.
Kükredikçe zulmünden
Kimi silahını verecek, dili gibi kaskatı
Kimi ucundan kan damlayan
Hançerini verecek.

“Zulm ile abad olanın ahiri berbat olur.”
Hiç mi kimsen kalmadı, bunu sana söyleyecek.
Bir dostun da mı yok, bu gadirdir bu zulümdür
“Yeter artık” diyecek.
Ey ahir ömrünü berbat eden meflûç ruh...
O vücut, bu zulümle nasıl kabre girecek.

Derdim, tasam, hasedim o dedin,
O öldü.
Dokunma Ankara’ya
Yok yahut yakacaktın bu kenti
Menhus arzun uğruna
Niye attın gençleri
Bilinmezin bağrına.

Ey güzel emelim
Söyle kime gidelim
O varken O’ndan başka
Kime içi dökelim.

ÇAĞDAŞ GİYOTİN

Şşşşt...
Orada kimse var mı?

Kimsecikler yok burada
İnsaf da mı yok madem?
İnsaf mı?
İnsaf burada hiç olmadı ki zaten

Afüvv varken mümkün mü?
Hiç hata yapmamak?
İstiğfar akıyorken Yalvaçlardan
Puta taparcasına katı
Kırılmaz çizgi teoremin

Bu skolastik dönemdir
Aradık
Vahiyde yok, nasta yok,
Söylediklerin
Lambaların lambasında,
Her yer serapa ışık
Onun da çok gerisindesin

Sen!
Dünya dönüyor diyen adam
Dur da bir bak!
Seni engizisyona,
Söyle neden çağırdılar?
Neden idam elbisesi giydin?
Tahakküm, ikna, bağırtılar...
Boynunu büktün
Al sana bir endüljans
Haydi, son bir şans
Ufak bir inhirafta aforoz
Sonra çağdaş giyotin...


EMPATİ

Hiç gerek yok
Böyle kibir incitici sözlere
Bir de ciğer satması pazarlarda
Hiç bize göre değil
Senin,
O zamanlarına denk gelen yaşlarımızda
Şimdi olduğu gibi
Çok kibirliydik biz
Bir saltanat kurmuştuk
Yalan olduğunu bildiğimiz

Mutlu musun?
İnanmak zorunda kaldığımız
Saltanatımız harap oluyor.
Ah o da ne,
Fısıldaşmalar…
Balçıkla sıvanmaz,
Yüz kızarıklığı
Gerçeklerin söylenmesi
Nasıl da acı
Susun!
Yalanda olsa övün bizi
Elimizde
Parayla alınmış fetvalar

Çirkin sözler söylemeyin diye
Ne çok sadaka vermiştik
Bitti servetimiz
Açıldı çeneler, eski defterler
Gerçekleri
Duymaya hazır değilmişiz
Kırılırken camdan heykel
Yüzüme tükürdü küçük bir çocuk
Hiç dostumuz yokmuş meğer

Çalım gurur bir putmuş,
Zerrelerimize yapışan
Karunlar ölürken içimizde unutmuş
Ne saçmalık
Kibri yaşatmak için çırpınıp durmak
Tüm her şey nasıl da gereksizmiş Üftade
Vazgeçemediğimiz.


FİKR ET

Sen insan olamazsın, bu telaş ile
Telaşın da iblisçe puslu hissiyat
İşleri birazcık olsun mahşere sevk et
Bu halinle ihtimal ki zalimsin
Avenen de sen gibi sanki kibar, sanki nezih, sanki şefik
Takiyyeden sankileriniz oldu meziyet
Özünde kravatlı otlaktan çıkma vahşisin
Ah! Çorağa bulanmış sahi sefilcik...
Sen şıracının şahidi bozacı
Bozmuşsun kalbini ne acı
Sen neyi vurdun, neyi kırdın, ne olur birazcık fikret
Güya mesleğindir birazcık acz, birazcık fakr
Öyle niye durdun birazcık şevk et

MARŞANDİZ

Karlar yağdı ray kaydı
Ecel hep böyle gelir
Bunu çocuklar bilir
Gizem meleklerindir

Amirim nasıl hissiz
Kırık ray gibisiniz
Yanıyorken marşandiz
Gidebilir misiniz?

Muasır medeniyet
Bize neler öğrettin?
Elimizde deniyet
İçimizi çökerttin

YOBAZ

“Sözü açıktan söylesen de söylemesen de fark yoktur. O, sır olanı içinden geçeni ve ondan daha kapalı olanı henüz içinden dahi geçmemiş olanı bilir.” (Tâhâ 20/7)

Bende kalmasın dediğim
Neler var yazacak?
Yazsam da
Okusan mı acaba?
Şaşkınım!

Ölünceye kadar susabilsem dediğim
Neler var duyulmayacak?
Konuşsam da
Dinlesen mi acaba?
Şaşkınım!

Söylesen ne olur söylemesen ne?
Söylesende bir
Söylemesende
Ne yapsam bilemedim?
Şaşkınım!

Neler var
Haykırmakla,
Susmak arasında kaldığım.
Sussam da
Sen de arada mı kalsan acaba?
Şaşkınım!

Tatlı yavrum hülasa
Sen ya yaz ya da oku!
Kelamın sahibi çatlasın sırdan
Hakikat testiden zaten sızıyor
Hakikati;
İçip içip ben de sızsam mı bir köşede!
Dona kaldım içemedim
Şaşkınım!

Var elbette
Her cemiyetin bağnazı
Her çağın bir yobazı
Hacı Bektaşi pirimiz
Zannetmeyin Ali bizim Ali’miz
Tayyar bizim Tayyar’ımız
Yine bulmuşlar sahtesini
Bu asrın kalpazanları
Gözlerimle gördüm
Secde ederken Tayyar, Ali’ye
Şaşkınım!

ÜZERİNDE GEZİNDİĞİM MEMLEKETİM

ANKARA DA GÜZELDİR

Sanki daha çalımlısı varmış
Varsa da
O ütopyada yaşamaya layıkmış gibi
Ankara’yı niye “sevmiyorum” der biri…
Dilbere ilişmenin eğlencesinden
En alımlı şehir için
Senin göğsünde uyuyamam deyince
Tezden meddah mı olur ki insan
O zaman ne demeli
Bütün şehirlerim güzel
En sade haliyle
Ankara da güzeldir

Hafif sisli Ankara’da
Tan yeri ağarmadan yola çıkarsan
Seher vaktinin duvağına, kırağı düştüğünü görürsün.
Kısacık da olsa bozkırlara götürür seni
Refüjleri süsleyen çalılıklardan gelen cıvıltılar.

Kuş seslerinden irkilip
Sırtına dokunulmuşçasına başını kaldırıp
Geri dönen ihtiyar,
Nasıl da özlemişsin cıvıltıları
Küçücük çalılıkların içinde didik didik
Sesin sahibini ararsın.

Koca şehrin sessizliğini bozan gizli minik tınılar
Durgun su dinginliğini andırır.
Ankara’nın da
Daha güzel olduğu saatler vardır.

İhtiyar;
Bir sabah böyle kalkacağız
Ankara sabahı gibi
Cennet sabahına ne güzel.


BARIŞ PINARI

Cennetten gelen su Fırat’ın doğusu
Olacak ümmete barışın doğuşu
Bir tekbir kaldırır kahraman koğuşu
Bu erler kükredi mi, susamaz artık

Mazlumun ahı, arşa yükselip gitti
Erler meydana çıktı, polemik bitti
Masum hıçkırıkları Mevla işitti
Mehmetçik geldi, zalim gelemez artık

Var roketler, füzeler, güçlü çelikler
Tuz buz edecek küfrü çelik bilekler
Hak mı hain mi, eler hassas elekler
Elemeye kalktı koç, oturmaz artık

Bu karada bizi harp ile yoğuran
Analar göndermiş yiğitler doğuran
Huzur bekçisi tayin etmiş Yaradan
Bekçiler de zırhını kuşandı artık

Ecdadım ne güzide hünkârlar gördü
Hepsi de şol cenneti seferde ördü
Ordular, peygamberi aşikâr gördü
O asil ruh yeniden dirildi artık

Barış Pınarı her yerimiz hep barış
Sen istersen kan olmuş yurdum her karış
Huzur bozacaksanız, başladı sarış
Pınarların musluğu açıldı artık

14 Ekim 2019

BU BİR DENİZ HİK YESİ

Her semtinde bulunan, sevdadır İstanbul’un.
Şu köşe şark köşesi
Şu köşe garp köşesi
Ortada kız kulesi
Bu bir deniz hikâyesi

Bu bir deniz hikâyesi
Karaköy’den başlıyor yepyeni bir yolculuk
Su yüzünde bir ev,
Dalgalarında avuç avuç çiçek
Denizi dökmüşüm içime,
Rengârenk çiçeklerle gülerek.

Görülmemiş senfonidir.
Balıkçıların gel sesleri
Haydarpaşa’nın kalkış ıslığı arası,
Su yüzüne düşen,
Hülyaların huzmesi,

Denize dökmüşüm içimi
Anda olsa kapanıyor acılar
Açılan yepyeni bir hayal penceresi,
Dalıyorum önceyi unutarak
Gökyüzüne uçuyorum sanki
Bu bir deniz hikâyesi.

İncitmemek için denizi
Güneş bir tuhaf kırılır, Sarıyer’de
İki toprak faslında tutuşur, Haliç
Ansızın Galata şaha kalkar.
Her şey İstanbul’da başka
Rüzgâr, meltem, bulut,
Sahil, kaldırım, tepe,
Çay, kahve ve simit.
Sevgililerin rüyası visal,
şıkların kâbusu olan firkat,
İstanbul’da bambaşkadır.

Kuşatır mai ovayı
Dergâhlardan yükselen
Zakirlerin hu hu nefesi,
Sallanan vapur üstünde
Kurulan küçük bir düzen
Masmavi gök yere düşmüş
Minareler arasından seyrederken bu şehri
Deniz gözlüm, deniz feneri, deniz gibi derin
Çekilen birkaç resim
Neler doğuyor, gelişiyle denizin

Seyir kısa, hayali uzun
Aklında tut, seyahate başlarken
Bu mavi: renk değil, su değil.
Köpürüyor yeniden içim
Üzerinde yürümek martılara has
Hayalimde dalgalar basamak
Üzerlerine basarak
Hep göklere çıkmak istiyorum
Bitiyor her şeyin bittiği gibi
Ayılıyor insan
Duyunca Kadıköy’ün iniş sesini.

Her semtinde bulunan sevdadır İstanbul’un
Şu köşe şark köşesi
Şu köşe garp köşesi
Ortada kız kulesi
Bu bir deniz hikâyesi

2001-İstanbul
Karaköy-Üsküdar


İZMİR

Acının en dehşetlisi
Temren ensemizden giriyor.
Bir tuhaf devir,
Gözlerimizde yalansız nem
Dilimizden düşmezken yakarış.
Zavallının başını huşu ile okşayacak
Bürkev arıyor İzmir.
Gururumuz göklerimizde
Kof olduk saman gibi
İçlerimizi geçirdi komedya
Göçükten gelen imdatlara
Ne tüylerimiz diken diken oluyor
Ne de direği sızlıyor burnumuzun.

Ceviz iriliğinde şiddetlenince dolu,
Garip garibi kurtarmakta
Şimşekler çakınca,
Evsizler şaşkın
Çarpışınca bulutlar
Kalbi dünyadan soğutacak hırıltılar yağıyor.
Kimsesizlikten, depremden, vebadan
Her yer ölüm
Yine de soğumuyor gönüller zevkten
Hayat sevilesi
Lakin babanı gömerken kendi ellerinle,
Cümbüş var diye, gazinoda olmasın aklın
Sela, sela, sela her yer sela
Kalbin yüzünü dünyadan çevirmek mi?
Mümkün değil asla!
Tepeye düşerken sedye
Gözler vitrinde, markada, koltukta, döşekte
Beğenide sayılar
Ölüyorsun, ölüyor!
Secde için yaratılmışken alın
Kulaklarda caz,
Bu nasıl vicdan, odun gibi kalın
Bu nasıl zaman, ucu sivrildikçe kalbin
Kazık gibi dünyanın bağrına batmakta.

Depren ve irkil!
Seni ne şaşırtacak
Tepende uçan ebabili gören, kendine gelir.
Bak her yer taun ve deprem
Kaldır başını suni ekranlardan
Mozanitten değil hayatın
Kurtarılana bak göçüklerin altından
Bir can
Bir melek
Böyle kurtarılmayı bekleyecek.
Çığlıkların içine gir
Haviye girmeden kıkırdaklarına
Yığınlarca eller, göçüklerin altında
Sen de kalk, bir el tut o zaman.

YERLİ ARABAMIZ TOGG

Keşfinden hemen sonra
Sevildi oyuncaklar
Bebek, teker, kumbara
Göğe uç salıncaklar

Yontulan tunçlar, taşlar
Daire oluş beri,
Yuvarladı dadaşlar,
Oyuncaktan çemberi.

Tüm çocuklar çok sever,
Düşünde arabayı.
Sabah herkese över,
Arabalı rüyayı.

Kağnı, fayton ve devrim
Bindikleri dedemin
Görünce şaştı nevrim
Yüzü güldü zübdemin

Yerli arabam oldu,
Coşkulandım ağladım.
Ülkem heyecan doldu.
Saygıyla el bağladım

CİRİT gibi gel oyna
Budur benim intibam.
Motor, silecek, ayna
Benim yerli arabam.

Gençler, nasıl gururlu
Cıvıldaşan renklerle.
Milletimiz onurlu,
Yeni gelen ahenkle.

Beyaz atta haşinlik
Atlar da bizim idi
Üzerimde gelinlik
Geldi arabam şimdi.

Damat arabam işte
Yetişti ilkemizden.
Kâşif çabası, işte
Her yeri ülkemizden.

Jetleri de geçecek,
O bizim öz çabamız
Vatanımı seçecek
Hep milli arabamız.

Belki uçacak, şaşma!
Rüyalardaki gibi
Kim istemez ki seni,
Göklerde de görmeyi

Yerden kes, ayakları
Bizim ol çınarımız,
Hak ettin adakları
Der ihtiyarlarımız.

Orta Asya’dan geldik,
Buz gibi soğuk mevsim,
Yerimizi belledik.
Kağnıdan doğdu Devrim.

Gayret medeniyeti,
Bizimdi en evvelden
Şimdi aziz milleti
Kurtardın engellerden

Yıldızdı, kaydı Devrim.
Güneş ile doğdu TOGG.
Bu büyük bir değişim,
Millet aldı bir soluk.

2021 Kasım
2022 Ocak

YEDİ MAHALLENİN MECNUNLARI

Ben kim miydim?
Çermik’ten meçhul bir adam
Zelzele tabanlı bu kasabanın
Seher vakitlerindeki mecnunlarına
Hayran biri.
O zaman
Onları bırakıp nasıl mı gittim?
Yürürken
Irmak kenarlarından
Elimden tutup çektiler beni
Kimseciklerin haberi olmadan

Otuz dokuz depreminde; ocak başında
En acımasız hezen çöker, gırtlağına çeyizlerin
Babalar da kurtaramaz, nazlı gelin kızları
Damat adaylarının beyinlerinde, büyür afetler
Çiçek dolu hayatın, yaşanır sonbahar dönencesi.
Çile en sarsıntılı miras olur Sami’nin ilhamına
Çıkılmaz ocakların tepesinde, elinde kaval.
Bunca kahırdan âşıklara
En yanık ağıtlar çıkar
Sami için yağmur artık müsavidir ateşe,
Bir yıkık sevdayı görmesine vermiştir aklını
Bilmiyoruz ne duyduğunu, neler gördüğünü
Gümüşsüz parmağının belirsizliğinden mahzun siması
Anlaşılmaz mimikleri cünun mudur, basiret mi?
Bilinmeden göçmek istemiş bu diyardan gidişinden belli ki.
Şimdi çocuklar annelerinden işitir
Kaval gözlü Sami’nin tek dostu sopasıyla öldüğünü.

Şehir şenliğidir Turgut
Saflığıyla erişilmez düşüncede
Gülüşünde ulaşılmaz tebessüm
Her sabah yeni bir fikirle uyanır Reşit Bey avaresi
İyi tarafından kalkmışsa doğan günün sabahına
Bohçasından çıkan bir elmasını pay eder, bir ekmeğini böler
Mutlu eder yoldan geçen herkesi
Bir de içinde duymaya görsün mahrumluğun mecnun sesini
O zaman kırgınlaşır bu şirin çehre, başından çıkar kasket
Taşlar çoluğu çocuğu, koskoca hâkim ve hekimi
Şimdi çocukların dilinde kayıp Turgut söylentisi
Kim arar bu mecnunu, çocuklar için düşünsene,
Bir mecnun ölse ne olur, yaşasa ne?
Bir mecnun düşünmezse ne olur, düşünse ne?

Anlaşılmaz dilin en iyi ustasıdır Muharrem
Bir çuvalda gizler, ömrünün gaybi olan erzakını
Cami avlularında o da tapmaktadır nihayetsiz
İsyansız üşümüş yüreğiyle
Duasına âmin bekler sadık dostu Ali’den
Şehrin zengin kızlarına vurulur kendi âleminde
Soğuk çatlağı değmiş parmaklarına bakır yüzükler takar
Kat kat kravatlar, ceketler,
Mahalle sakinlerini bilinmeyen vakitlerde düğüne bekler
Gerçek damatlarda görülmeyen sevinçle
Gizemli çuvalıyla, kasketiyle, neşesiyle
Bir yazı-tura atma eğlencesi içinde geçti hayatı
Muharrem’in de mecnunluktu en güzel sanatı.

Çocukluğumuzda, etrafımızda öyle deliler
Ne mutlu ki bizler onlarla büyüdük
Romanlar onlar için keyif işi, bulmacalar keşif
Biz böyle hatırlıyoruz o zamanları
Ali Rıza her cebinde bir gazete taşıyan deli
İçe dönük çarpık yürüyüş, resmeder dünyanın ahengini
Çift yırtmaç, kahve renkli ceketin içindeki suskun zat
Memleketin hırsını yüklenen garip
Çözülen bulmacalardan tevarüs, karışılmaz düşünceler içinde,
Cevapsız kalınca bazı kareler
Hece taşlarına kafa tutan öfkeli adam.
“Ali Rıza öl” deyince haylaz çocuklar.
Hep beraber kovalanırdık, şehrin köprüsünün üstüne
Kovalandıkça biz seni sevmeyi bilmez diye tanıdık
Ah ne kabalık, incinen kalbini hissedemedik
Affeyle bizi öfkeli adam
Halâ kovalanıyoruz, kovalayan da sen değilsin artık.

Gark etmişti bu şehri deliler ve çocukluğum
Çocukluk mu kaldı diyeceksiniz,
İçimiz büyümeyen çocuklar dolu

İSTANBUL-MALTEPE
19 Şubat 2000

Rıza Çavuş
Kayıt Tarihi : 6.7.2023 13:12:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!