Yaşanmamış Günlerin Günlükleri'nden (İsm ...

İsmail Aksoy
1898

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Yaşanmamış Günlerin Günlükleri'nden (İsmail Haydar Aksoy)

Cuma günü:

Yaşadığım yön bulamama duygusu, bendeki kadınsı yönlerin arttığını düşündürttü bana. (Kadınlar, beyinlerinin daha çok sol yarı kürelerini kullanırlar. Oysa, yön bulma duyuları daha çok beynin sağ yarı küresine bağlı olan bir duyudur; ki erkekler beynin sağ yarı küresini daha fazla kullanırlar. Bu yüzden, haritada bir yeri bulma konusunda, ya da kuzey/güney – doğu/batı gibi yön duyguları konusunda erkekler kadınlardan çok daha fazla yetkindirler) .

Bugün de arabam bozuk olduğu için, gitmem gereken yere otobüs ve trenle gittim. Tabii, çantama da Kopenhag Büyük Bölgesi’ni sokak sokak gösteren harita-kitapçığı alarak. Sonra, arabayla normal koşullarda 20 dakika sürecek yere, nasıl olup da 2 saat gibi bir zamanda yetişemedim, hayretler içinde kaldım. Üstüne üstlük tamı tamına 41 dakika geç kaldım yetişmem gereken yere.

İnmem gereken istasyonda indim. Sonra, gitmem gereken yere, yürüyerek hayli hayli yetişebileceğimi düşündüm. Çünkü yetişmem için tam 35 dakikam vardı. Hatta, bir ara “bir yerlerde bir şeyler atıştırsam mı” diye de düşünmüştüm yol boyunca. Sonra, gitmem gereken istikamette ilerledikçe, aslında yürümem gereken yerin, 6 ya da 7 kilometre kadar bir mesafe olduğu sonucuna vardım. Tabii daha önce o yollardan arabayla geçtiğim için, yol o kadar uzun gelmemişti bana. Şimdi, öyle bir durumdaydım ki, ne bir otobüs bulabiliyordum ne de bir taksi gitmem gereken yere beni bir an götürebilecek. Sonra, Kopenhag Büyük Bölgesi’ni sokak sokak gösteren harita-kitapçığa baktım, ve gideceğim yere beni götürebilecek “kestirme” bir yol olduğu vargısına ulaştım. Bir ormanın kenarından geçerek, arkadan dolaşacak ve bir güreşçi gibi “2 puan alacak” ve de varmam gereken yere sadece 8 dakika gecikmeyle varmış olacaktım. Oysa, “kazın öteği ayağı” öyle değildi. Ormanın bittiği noktadan sonra, labirentlerden oluşan bir mahalle başlıyordu. Ulaşmam gereken yerin mavi bir kulesi vardı. O kuleyi, çıkmaz sokaklarda görebiliyordum. Nedir ki, oraya varabilmem mümkün değildi. Bahçeli evlerin bahçelerinden aşarak oraya varmayı düşündüm. Sonra, beni belki de evlerini soymaya gelmiş bir hırsız zannedebileceklerinden ürküntü duyarak, böylesi bir şeyi yapmaktan vazgeçtim. (Hem, bahçeli evlerin bahçeleri bitişikti. Belki 10 tane belki de daha fazla bahçeyi aşmam gerekiyordu) . Hangi sokağa baksam, çıkmaz bir sokaktı. İşte o zaman, çocukluğumdan hatırladığım bir Zülfü Livaneli şarkısı geçti içimden: “Düştüm bir ormana / Yol belli değil”. Orman neyse neydi de, bu çıkmaz sokaklar daha berbattı. Sonra, geri dönüş yoluna gelebildim. Artık kestirme yollar olabileceğini düşünemiyordum bile. Ne ki gene de, Kopenhag Büyük Bölgesi’ni sokak sokak gösteren harita-kitapçığa bakarak, bir kestirme yol olduğunu bu kez büyük bir kesinlikle söyleyebildim kendi kendime. Sonra, haksız çıkmadım tabii. Nedir ki labirentlerden oluşan bu bölgesinde kentin, kestirme yol aslında kestirme olmaktan uzaktı. Kestirme sanılan yol, aslında, normal yolla aynı uzunluğa eş değerdi. Ortada sadece bir yanılsama söz konusuydu. Tıpkı, labirentte burnu peynir kokusu alarak ilerleyen bir fare gibi duyumsadım kendimi. Sonra, 41 dakika gecikmeyle, yetiştim canhıraş bir halde 1 buçuk saat sürecek olan toplantıda tercümanlık yapmaya.

Sanıyorum, tercümanlık yaptığım müddetçe, kadınlarda gelişkin olan beynin sol yarı küresi, (ki bu aynı zamanda bir insanın kaç dili hangi ölçüde konuşabildiğini de belirleyebilen beynin yarı küresidir) , benim özelimde, beynimin sağ yarı küresini güdük bırakmaya başladı gibi. Yani beynimin kadınsı bölümü, erkeksi bölümümden baskın çıkmaya başladı gibi. (Bu durumun tabii ki, homoseksüelleşmekle ilgisi bulunmuyor) .

Cumartesi günü:

'Bugün yazmayacağım' diye yazarken de, aslında yazmış oluyor insan.

Pazar günü:

Arabam onarıldı. Ateşlemeyi sağlayan borular (ki benzinli arabalarda bunlara buji deniliyor) yandığı için, arabayı çalıştırabilmek mümkün olamamış. (Türkçe araba yedek parçalarının adlarını çoğunlukla bilmiyorum. Sanıyorum ki, Türkçe araba tamirciliği jargonunda bu ateşleme borularına “havuç” deniliyor. Ben de buradan yola çıkarak 75 beygir gücündeki arabamı harekete geçirecek “havuç” olmadığı için, arabam hareket etmiyordu, diye bir sonuca varıyorum. Arabamın içindeki hayvan demek ki aç kalmıştı ve bu yüzden de arabalıktan çıkmıştı) . Tahmin ettiğim gibi aküden kaynaklanan sorunlar değildi. (Eee, doğal olarak, akü de, ateşleme sağlanmadığı için, biraz sonra boşalıyordu. Hangi akü çeker bu kadar nazı?) . Bu arada arabanın mazot filtresi, hava filtresi ve ventilatör kayışı da değiştirildi. Şimdilik sorun yok gibi. 4 saat kadar sonra, deneme amacıyla arabayı tekrar çalıştıracağım. Sonra, uyumadan önce de deneyeceğim. Eğer sorun çıkarmadan çalışırsa, böylelikle rahatlıkla başımı yastığa koyup, uyuyabileceğim. (Bu durumda, arabanın yarın sabah işe giderken çalışabileceğinden biraz da olsa emin olabileceğim) .

Ahlâk duvarları çekmeni anlıyor içimdeki hayvan ve beynimdeki insan. Ama, ben içimdeki hayvanı açlıktan ölecek bir durumda mahrum bırakamayacak kadar insanım; içimdeki hayvanın tümüyle beynimdeki insan üzerindeki denetimi almasına izin vermeyecek/veremeyecek kadar insanım. Garip bir denge sorunu, insanın ne kadar insanlaşabildiğini belirleyebilmesi. Sanıldığı gibi, insanın içindeki hayvanı ezmesi, daha fazla insanlaşabilmesine yol açmıyor. Aksine, insanlıktan çıkmasına neden olabiliyor. (Kimsenin canı istedi diye “Tecavüzcü Coşkun” olduğunu sanmıyorum) . Osmanlı Medeni Hukuku “Mecelle”de şöyle bir şey yer alıyor: “Sıkışırsa, genleşir”. Evet, çok fazla da sıkmamak gerekiyor içimizdeki hayvanı. Yoksa, saldırganlaşabilir.

Pazartesi günü:

Babaannem bana genellikle 'İsmail ko' diye seslenirdi. (Kürtçe İsmail'ciğim böyle deniyor işte. Kimbilir belki de bana böyle seslenirsin zamanla sen de) .

İsmail adının Kürtçe karşılığı Sımme'dir. Tıpkı, Muhammed adının Türkçe karşılığının Mehemmed ve giderek Mehmet olduğu gibi. Antakya'da 2 amcam ve bizim toplu olarak oturduğumuz 3 bölmeli evin bize ait olan bölmesindeki avluda, kalbi delik olarak doğmuş kardeşim Cemal'in tedavisi için Ankara'ya gitmiş annem ve babamın yokluğunda, gökyüzündeki yıldızların üzerimize üzerimize hücum ettiğini sandığım bir akşam, babaannemin saçlarımı okşarken söylediği 'Sım ko' da, 'İsmail ko' anlamına geliyor bu yüzden. (Sonra, öldü Cemal. Ben O'na 'Sisi' derdim. Bir anlamı yoktu 'Sisi' sözcüğünün. Kim bilir, belki de bir anlamı vardı. Belki de 'Sisi' henüz keşfedilmemiş bir dilde 'Canım Kardeşim. N'olursun ölme. Ben seni çok seviyorum. Bak ölmezsen, sana şekerlerimin yarısını vereceğim. Çarşıda sana künefe de ısmarlayacağım' anlamına geliyordur) .

Kızının hasta olmasına üzüldüm. Dilerim tezcek iyileşir o mavi gözlü melek. (Çocukken ben çok sık hastalanırdım. Aslında hastalanmazdım. Hasta gibi görünürdüm. Çünkü, hasta gibi görünmek, şefkat görmek için başvurulması gereken bir yöntem idi. Şefkat göremeyeceğimi anladığımdan beri, hiç hastalanmadım ben. Ah, 'kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda') .

Salı günü:

Dün, benim kızım bir şiir söyledi. Bunun şiir olduğunun farkında mıydı değil miydi, bilemeyeceğim. Söylediği şiir şöyleydi: 'Baba, karnım ağrıyor. Çünkü seni yeterince öpmedim bugün'. (Kızımın ilk şiiri galiba. Daha önce, şiir söyledi de ben mi farkına varmadım acaba?)

Çarşamba günü:

Şimdi gecedir. Ve şimdi gene sana yazma zamanıdır. Giderek kendimi “Dr. Jeckyl ve Mr. Hyde” gibi duyumsuyorum. Geceleri şair yönü canavarca ortaya çıkan bir yaratık olarak algılamaya başladım artık kendimi. Yazdıklarım canavarca şeyler mi diye bir soru sormak da yerli yerinde olabilir belki. Ya da yaşadıklarım belki de? Yaşamak ve yazmak. (Aralarında zaman zaman fark bulamıyorum) .

Rilke “Genç Bir Şaire Mektuplar” adlı kitabında “Eğer bir gün dahi yazmadan durabilirim diyorsan, bu durumda şair değilsindir” yönlü bir şeyler söylüyordu. (Evet, gene belleğimde kaldığı kadarıyla yazdım. Kitaplarım, tavan arasında istiflenmiş duruyor. Elimi uzatıp alacağım mesafede değiller. İstersem tavan arasındaki o 2 odacığa gidip, gereken kitapları alabilirim. Ama...) O kadar çok günüm oldu ki benim hayatımda yazmadan geçirdiğim. O kadar çok günüm oldu ki benim şiirin çok uzağına düştüğüm. O kadar çok günüm oldu ki benim, o kadar çok gecem. Rilke’nin yazdığı ölçüt eğer geçerliyse, bu durumda bir şair değilim ben.

Perşembe günü:

Kasım ayı bitmek üzere. Biraz daha (çok değil, sadece 6 gün) sıkmam gerek dişlerimi. En nefret ettiğim ay Kasım ayı, neredeyse bitmek üzere. Henrik Nordbrandt adlı Danimarka’lı bir şair “15 ay var bir yılda” dedikten sonra, ayları Aralık ayından itibaren sıralamıştı bir dörtlüğünde. Son olarak Kasım ayına gelindiğinde ise, Kasım ayı, tam 4 defa yazılmıştı şiirin sonunda. Belki de sadece, bu Kuzey kentinde (ki “akşam erken iniyor” buraya ve diğer mahpushanelere) , hayatın ne kadar kasvetli olduğunu duyumsatan bu netameli atmosfer altında, Kasım ayı, sanki 4 ay uzunluğunda gibi yaşanabiliyor. Belki de Kasım ayında yanlış olan, eksik olan ya da fazla olan bir şey yoktur. Belki temel sorun Kasım ayının yaşandığı yer ve mekân sorununda düğümleniyordur. (Prag’ı gördükten sonra, daha iyi anladım Kafka’nın neden o kadar kasvetli romanlar yazdığını. Prag’da insan o kentin güzelliği ve büyülü doğası içerisinde küçücük hissediyor kendisini. Şehir büyüdükçe, insan küçülüyor. İnsan küçüldükçe, yalnızlık büyüyor. Yalnızlık büyüdükçe, gökyüzü daralıyor) .

Bazen kendimi “Körleşme” romanındaki Kien gibi duyumsuyorum. Kitapları arasında mesut yaşarken, kitaplarıyla yaşadığı hayat elinden alınmış Kien gibi. Sonum, bir yangın mı olur, bir tufan mı? Bilinmez.

Cuma günü:

Seni hiç görmedim uyurken, düşümde. Ama uyumaz iken kurduğum düşlerimde var senin yerin. Ellerin, o ağlamaklı duruşun. Sonra, seni öperken bana karşı koyan, ama aslında “daha çok öp beni, daha çok öp beni” demek isteyen, nedense cesaret bulamadığı için bunları söyleyemeyen dudakların. (Hayır, “beni önce öp, sonra doğur beni” bâbına değil bu öpücükler. Adındaki bir “y” harfini attığını gene bir şiirle duyuran, Türkçe yazan o Kürt şairin dizeleri hatırına da değil. 1989 yılı Mayıs ayı başlarında, Kadıköy’den Eminönü’ne giden bir vapurda görmüştüm o şairi. Nedense, yanına gidip söyleyememiştim: Biz de “Ne zaman hürlüğün barışın sevginin aşkına / Bir cıgara atmışsak denize / Sabaha kadar yandı durdu”) . Hayır, ne denize atılan cıgaralar adına, ne de doğurtan öpücükler adına. Henüz yazılmamış dizeler adına dudaklarına kondurduğum öpüş kuşlarım. İşte bütün bunlar süslüyor gündüz kurduğum düşleri. Sonra, sesin gelip konuyor o düş ağacımın tacına. Sonra, senin sesinle benim sesimin birbirine sarmalanması dolduruyor düşlerimi. Bir dna-sarmalı gibi mükemmelcesine dolanıyor sözcüklerimizin sarmaşıkları. Yazdıklarımla yazdıklarının tango yapan bir çift gibi kıvrılması, alıyor sonra düşlerimdeki resmi olmayan geçitteki yerlerini.

Cumartesi günü:

Bugün, ben de sesini duymak istedim senin. Bir ara telefonla aramayı da düşündüm seni. Sonra, vazgeçtim. Sesini özleme isteği, sesini duyma isteğine oranla baskın çıktı. Özleme isteğinin, gerçekleştirme isteğine baskın çıkması, karasevda denilen olguya işarettir. (Tıpkı, Derviş’in birinin bir kapının önünde durup, adamın birinden sevdiğini istemesi gibi. Adamın, “tamam verdim gitti kızımı sana” demesi üzerine, Derviş “yok” der, “ben sevdiğimi isterim; sevdiğimi bulmam gerek” der, ve Derviş yola revan yeniden) .

Pazar günü:

Bilge biri “yolculuk varmaktan yeğdir” demiş. (D.H.Lawrence aktarıyordu denemelerinin birinde. “Anka Kuşu”nda okumuştum) . Seninle çıktığımız yolculuk, sürsün hep. Sen, hep yanımda ol. Seninle belki de hiç varamayacağımız İthaki’yi arayalım birlikte. Sen, beni “çocukken yaban domuzunun bacağımda açtığı yarayla” tanıdın zaten. Çocukluktaki yaralarımız, kimlik belgelerimiz gibi.

Gel, sevgili. Gel, seninle “yanık yüzlülerin ülkesi”ne gidelim beraber. Gel, sevgili. Kulaklarımıza “balmumundan tıkaçlar” takınmadan gidelim seninle. İthaki’ye.

Kopenhag, Kasım 2005.

İsmail Aksoy
Kayıt Tarihi : 11.12.2005 03:24:00
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İsmail Aksoy