Yaşamın öğrettiği çoğu şey yanlışlarımı düzeltmek oldu. Ne zaman doğruyu buldum diye, tam heveslensem daha sonra onun da yanlış olduğu kanaatine varıyorum. Örneğin sevmekle başlayabiliriz yanlışlarımın izdüşümüne. Gerçekleri yazmak gerekirse, ne ben sevgiyi tadabildim, ne de sevda benden yana oldu. Sadece bir gün mutlaka bulurum diye, içimde hayali saklı kalan bir sevda peşine kendi kendime yaşama umudu verip duruyorum. Hep güzel şeyler olacak ve olmasını isteyip, hayalime sevgilinin sevgi bahçesindeki her zaman dalında taze yeşeren sevda yeşilliğini… Ne ben hayatı anlayabildim, ne de hayat beni anlayabilecek kadar kolaylaştı. Hep bir çelişkiler yumağında, geride yarım bir şeyler bırakarak, ileride mutlaka tamamlayacağım bölük-pörçük hüzünler biriktirdim. Benim zaten en sık ve en derinden hissederek yaşadığım tek duygu hüzün oldu. Hüzün benim yaşam biçimim, ya da felsefem oldu. Yüreğim hiç mi hiç insanların incinmesinde bana katı davranmadı. Bende belki de Fuzuli’nin karşılıksız aşkı, yani o daha çok acı çekmesi için Tanrı’ya yalvaran aşkından var biraz. Ne bileyim işte ben insanları sırf incitmemek için bu yolu seçtim belki de… Yani canımdan çok sevdiğim birine, nenden içimden geçenleri belirtmeden yaşamışım bilemiyorum? Bunun bir ince sırrı vardır sanırım. Çünkü benim yaşamayı arzuladığım karakterdeki sevgi bu çağa uymuyor. Belki de ben böyle hissediyorum. Ben belki de bu yüzden geçmişi çok önemsiyorum. Bazen dünyaya çok eskiden gerçek aşkların yaşandığı o masalsı anlatımlarda kalmış, olan tertemiz sevip de bir türlü sevdiğine kavuşamayan o eski zamanlarda yaşamak… İnsanın insana değer vermesi, sadece insani boyutuyla ilgilenen ve insanca davrananlar… Ne “Leyla ile Mecnun, ne Kerem ile Aslı, ne de Ferhat ile Şirin kaldı günümüzde. Bu efsanelere konu olan aşklar çok güzel masallarmış meğer… Ne yazık ki dünya kendi sonunu hazırlar gibi ilerliyor. Bizim yaşamdan nasıl zevk ve haz alacağımız artık kesin değil. Çok büyük hayaller kurup, hep daha fazlasını isteyerek mutlu olunacağını sanırız. İçimizdeki derin boşluğu, kalabalıkların içerisindeki yalnızlığımızı unutturacak uğraşlar peşine düşeriz. Ama nafile daha da derinleşiyor yüreğimizin boşluğu ve yalnızlığımız. Maneviyatın yerini ne yazık ki maddi, somut metalar adlı. Dünya gerçekten o kadar manasız ve acımasız ki en yakın akrabalar bile günümüzde birbirilerine gereken sevgi ve ilgiyi verememektedirler. Ne kimse kimseye muhtaç, ne de muhtaç olunacak durumdadır. İki zıt benlik taşırız içimizde, durmadan didişip duruyoruz. Rahata o kadar alıştık ki, başımızı kaşıyacak zaman bulamıyoruz, ruhumuzun yaralarını sarmakta hep geride kaldık. İnsanları anlayıp, onlarla dostluk köprüleri kurmak bir yana, sanal ve banal bir dünya yaratıp ritmik bir hızla koşturuyoruz oradan oraya… Şu an bütün bunları yazarken kendimle de çelişen bir özeleştiri yapmalıyım. Bu olumsuzlukları yazarken kağıt kalem kullanmak yerine, daha kolay bir yolu seçiyorum. Kendi el yazımızla ne zaman bir mektup veya başka bir yazı kalem aldık… Çünkü bilgisayarda yazmak daha kolay geliyor. Bizim üretken bir toplum olmadığımız kesin, bunu tartışmak bile istemiyorum. Çünkü o kadar çok tüketiyoruz ki, yani tükenenlerin yerine konması çok pahalıya mal oluyor canım ülkeme.
Kendi adımıza hiçbir şeyin hesabını yapmıyoruz. Ne tükenen ömrün, ne yok olan doğanın, en önemlisi de yitip giden insanlığımızın… Evet insanlığımızın geriden gelenlere bir kırıntısı bile kalmayacak. Bizden sonra gelenlere hiç onulmaz dertler ve sorunlarla yüklü bir yaşam bırakıyoruz. Kaçımız bunun farkında acaba veya bu konulara kafa yoruyor. Birkaç yazar-çizer ve aydından başka… Nasıl bütün bu karmaşa içinde, hiç düşünmeden çocuk yapar bu ülkenin insanları. Yani elde tutulur nasıl bir hayat armağan ediyoruz çocuklara. Bugün ben bütün her şeyin cevabını almak ister gibi onca soru soruyorum. Mantıklı cevaplar alacağımı beklemiyorum elbette… Nasıl olsa değişen veya düzelen bir şey olmayacaktır. Belki bir iki kişi dışında düşüncelerime katılan da olmayacaktır. Bu ince hesaplara kafa yoracak zamanın olmadığına karar verecektir çoğunluk. Yıllardır yazı-tura atarak ya da şans ve kadere bırakarak işleri yürütmüşüz. Bundan sonra da böyle devam etmesi daha kolay ve rahat olacaktır. Evet böyle denilecek arkadaşım. Bizim yaşam tarzımız bu, toplumumuzun dağarcığı bu kadar zengin ve bu kadarıyla yetinerek mutlu oluyor herkes…
Dünyanın hangi ülkesinde görüşmüş, en acı ve en onulmaz anlarımızda bile, yakınımız, dostumuz, arkadaşımız, komşumuz bildiğimiz, yıllarca sinsi kişiliğinin altındaki zehirli dişlerini ansızın boğazımıza geçireceği gerçeği ne de korkunçtur. Hangi yıkımdır ki kendini onurundan ve namusundan sıyırıp, salt birkaç kuruşa bütün bin yıllık kültürünü ayaklar altına serer. En çok ve sık yaptığımız şey yanlışlarımızı irdeleyip, ders çıkarmaktır. Bütün yanlışları hep başkaları yapar, bizim doğrularımız mutlak doğrudur, tersi düşünülemez gibi dar görüşlülük hakim oldukça, bazı güzelliklere ulaşmamız mümkün olmayacaktır. İnsanların birer birey olarak, kendi yaptıkları yanlış yüzlerine söylenmeden, birazcık iyi niyetle o konu ile ilgili özeleştiri mantığını yürütmesi sanırım her şeyi hal edecektir. Ne kimsenin kalbi kırılır, ne de dostluklar zarar görür. Öyle ya yaptığı hatanın farkına varıp, özür dileyen kişi “gurur” denilen; karından çok zarar veren o duyguyla vedalaşması gerekir. Ama kaçımız bunu başarır bilemiyorum. “İnsanlardaki önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan zordur. Albert Einstein” Eğer başımızı yastığa koyduğumuzda, günün muhasebesini yaparken, vicdanımız bizi rahat bırakıyorsa, işte bu huzurla deliksiz uyuyabiliyorsak ne mutlu bize o vakit… Yaşamak bir sanattır, doğru ve az hata yaparak yaşamak herkesin düşlediği bir yaşam tarzı olmalıdır. En faydalı şey bize okuduklarımızı veya bildiklerimizi doğru tahlil ederek, bu doğruları davranışlarımıza yansıtmaktır. Sevgi, sevgi ve sevgi diyorum. Hoşgörü her olumsuzluğu büyük bir metanetle hoş görmenin yanı sıra, insanları eğitmek ve onlara dünyada kinin, nefretin ve düşmanlığın kimseye bir şey kazandıramayacağını, aksine çok şey kaybettireceğini ifade etmemiz gerekir. Özümüzle, sözümüzle bir kararda olduğumuzu vurgulamalıyız. Mevlana’nın hoşgörüsü, Yunus’un ilahi aşkı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin birleştirici, aydın yüzüne döndürmeliyiz yönümüzü. Onların bu dünyada yaktığı ateşin ısısında kavrulmalı yüreğimizin o sımsıcak atan özü… Sözün kısası dostlarım şairin dediği gibi, “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var, yaşadın mı bir şeyi yoğunluğuna yaşayacaksın.” Her bireyin yaşadıklarından bir şeyler öğrenmesi ve öğrendiklerinin doğrularıyla orantılı, birçok güzelliği kavraması ve hayatında uygulaması dileğimle.
İzmit – 10.02.2000
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta