Semtin en yüksek binasında oturuyordu,ana caddeye bağlanan o ilk sokakta,köşedeki binanın en üst katında.Yalnız yaşadığı için uzaktı hayatın kalabalık meydanlarına...Akşam çekerken perdelerini gökyüzüne dışarı bakıyordu,tepeden tırnağa kenti süzüyordu,bir uçtan bir uca.Yolları izliyordu,mahşer yeri gibi dolu yolları gözlerini ayırmadan.Sanki birini bekler gibi umutsuzca bakıyordu,uçan kuşlara bakarken uçmak ister gibiydi yüreği...Şehir her akşam diz çöküyordu sanki o camdan bakarken karşısında ve yorgunluğunun galip geldiği yerde sızıp kalıyordu hiç ayrılmadığı camın önündeki o koltuğun üstünde.Sabahı karşılıyordu gün doğmadan,bir elinde çayı,bir elinde sigarasıyla...Güneş doğudan doğarken o batıya bakıyordu içindeki inatla ve sürgülü bir demir kapının gürültüsü yırtıyordu sessizliği,usulca çevirdi başını.Gördüğü ilk şey kırmızı şeritli mavi bir minübüsün o kapıdan yollara merhaba deyişiydi; yıllardır oturduğu evinin ilerisindeki tellerle çevrili kale havasındaki yapıyı yeni farkediyordu.Gözlerini hiç ayırmaksızın saatlerce baktı; bir hapisaneydi burası,bilekteki kelepçenin çıktığı son noktaydı.Meydanda beş on metrelik alanda gezinen insanları farketmişti; ufak bir gülücüğün,yalandan da olsa mutluluğun uğramadığı suratlarındaki öfkeyle karışık pişmanlığa takılmıştı gözleri...Oysa kendisi de aynı pişmanlığın,aynı öfkenin müdavimiydi,tek farkı; acısını,öfkesini içindeki uçsuz bucaksız kabristanlara gömmesiydi.İşe gitme vakti gelmişti; küçük bir kitabevinde çalışıyordu ve bir gün akşam çekerken perdelerini gökyüzüne,onunda kapalıydı perdesi.Belliki sıkılmıştı beklemekten,içindeki kabristana kendini gömmüş gibi yok olmuştu penceresinden.Sabahın ışıkları süzülürken kente,sürgülü bir demir kapının sesi yırtıyordu sessizliği; kırmızı çizgili mavi bir minübüs yanaşmıştı kapıya,kelepçeden kurtulup dört duvara teslim edilmek üzere birisini indiriyorlardı araçtan...Yıldırımlar düşüyordu camlara bir anda,bu oydu; şehre her akşam diz çöktüren,umutsuzca camdan bakan o adam...Öfkeyle karışık bir pişmanlık yoktu gözlerinde,yürürken sürgülü kapıya çekiliyordu önünden kaldırımlar.Her zamanki gibi sessizdi...
Artık beş on metrelik bir alanda gezinirken; bir ayna gibi kullandığı gökyüzünden bakıyordu şehre.Duruşmalarında tek kelime etmiyordu; nedenleri kendine saklarken,soru işaretlerini dağıtıyordu etrafa,yüzündeki o umutsuz acıyla...Bu sabah boştu beş on metrelik alan,belliki anlatmıştı bu sefer çıkmıştı o sürgülü kapıdan; akşam hasret kaldığı kenti süzecekti penceresinden.Kapının önünde bekleyen cenaze arabasında resmini görünce yanıldığımı anlamıştım,dayanamamıştı şehrin hasretine ve kapamıştı gözlerini tek kelime etmeden.Gömerken kendini içindeki kabristana,gidiyordu dört kollu bir tahtanın içinde kente elveda demeden...Yanından hiç ayırmadığı kitaplarının arasından çıkan,içerideki günlerinde yazdığı yazılar dikkatini çekmişti savcının; ve bir dosya daha kapanıyordu o yazılarla...
Tarih:15.08.2000 diye başlayan yazı herşeyi anlatıyordu aslında;
''Saat 18:50 civarı; kitabevinin kapısından bir kelebek süzüldü içeriye,kanatlarından birisi yaralı,pembe pantolonlu küçük bir kelebek...Cezmi Ersöz'ün ''Hayallerini Yak Evi Isıt'' adlı kitabını istiyordu titreyen sesiyle; yüreğinin sahillerinde eserken fırtınalar,belli ki üşüyordu.Kitabı bulup getirmiştim,fiyatını sormadan cüzdanından para çıkarmaya çalışıyordu ki, ufak bir çocuk resmi düştü yere; o anda gözlerinden yaşlar boşalmaya başlayınca anlamıştım,yere düşen gururuydu aslında...Çok iyi bilirdim gurur düşünce akıl terkederdi bedeni,uzattığım mendille siliyordu,titreyen elleriyle gözyaşlarını.Yanımdaki iskemleye oturup biraz dinlenmesini söylediğimde tanık oluyordum,yol alıyordum hikayesinde...Üç çocuğu varmış; aynı gün doğurduğu iki kızı ve bir sene sonra,biraz önce gurur olup yere düşen resimdeki o erkek bebeği doğmuş.''Hep hayal ederdim; iki kızım,bir oğlum olsun diye ve hayalime kavuştuğumda dünyanın en mutlu insanı olmuştum'' dedi ve ekledi:'birşeyi unutmuşum; hayırlısı demeyi,şükredebilmeyi' ve o kahve gözlerinden ipi kopmuş inciler gibi dökülmeye başlamıştı yine taneler.Bir mendil daha uzattım; resimdeki erkek çocuğu hastaydı tedavi edilmezse; bir melek daha kanatlarından kurtulamadan geri dönecekti gökyüzüne.O an hiç düşünmedim; yaşayamadığım,yarıda kalan hayallerim karşımda duruyordu ve ilk kez diz çökmüştü; ellerinden tutup kaldırırsam biliyordum ki,şehrin sokaklarında her an seni aramama gerek kalmayacaktı.Sadece iki saate kadar döneceğimi,beni burda beklemesini söyledim.Yaşayamadığım hayallerimin aynısını bir başkası yaşıyordu ve bu sefer yarım kalmasına izin veremezdim...
En yakın bankaya gitseydim durdururlardı beni,ulaşamazdım hayallerime,diz çökmüşken karşımda tutamazdım ellerinden,sense saatlerce bekleyip,yalan söylediğimi sanıp çekip giderdin ben gelemeyince.Evimin yanındaki bankaya gittim; eşgalimi tanırlardı bu semtte.Tereddüt etmeden vezneye yöneldim ve bir meleğin kanatlarından kurtulmasına yetecek parayı istedim üstelik cebimdeki kitapların bomba olduğunu söyleyerek.Veznedeki kız hemen tanımıştı beni,belki de çözmüştü gözlerimdeki esareti; hiç direnmeden parayı uzattı,bense koşarak sana geldim,parayı teslim ettiğimde hemen gitmeni söyledim ve kapıyı usulca araladığımda bir kelebek uçuyordu gökyüzüne kanadındaki yarasına aldırmadan.Çok geçmeden soğuk demirler kilitlenmişti bileklerime ve gökyüzüne bakarak gidiyordum mavi sirenler içinde...
Başarmıştım; tamamlamıştım hayallerimi,artık son nefesimi verebilirdim korkmadan; şehrin göbeğinde efkarla baktığım o hapisane bile ideal yerdi artık benim için...
Böyle bitiyordu yazısı altında bir imzayla...Evet işte kapanıyordu bir dosya daha bu yazıyla.Bana sorarsanız o hiç ölmedi,çünkü hayallerine kavuşamayınca ölüyordu insan....
Kayıt Tarihi : 18.5.2008 18:23:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!