Kaldır da başını arşa nazar et
Al Sancak göklerde ne kadar özel!
Senin bu şan, şöhret! Tarihten ibret
Al da bak, yaşamak ne kadar güzel
Aklın emaresi ne ün, ne kafa
Kalpte ne var ise o yansır lafa...
Haddini ararken, biraz insafa
Gel de bak, yaşamak ne kadar güzel
Harabe haldeyken her tende mihrap
Ne hüzün son bulur ne de ızdırap
Dostluğu saz eyle, dilini mızrap
Çal da bak, yaşamak ne kadar güzel
Kanma kovulmuştan gelen ünlere;
Îtibar, ihtiram, aferinlere...
Umman'ı îmanda az derinlere
Dal da bak, yaşamak ne kadar güzel
Öfkenin gölgesi düşmüşse kaşa
Sohbete muhabbet beklemek boşa
Niyazı marazî nefsini taşa
Çal da bak, yaşamak ne kadar güzel
Her kim ki buldum der daha fevkini
Yalana yem eder îman zevkini...
Derin bir kuyu kaz; gõnlünde/kini
Sal da bak, yaşamak ne kadar güzel
Neşe de olacak, gam da, ikrah da
Nâçara yaradan yâr bu dergâhta
Gönül otağını kur güzergâhta,
Kal da bak, yaşamak ne kadar güzel
Kayıt Tarihi : 11.1.2021 19:22:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Öylesine dalmışlardı ki, önlerinden hızla geçen minibüsü dahi fark etmemişlerdi. Metin Bey her gün bu vakitlerde bu durakta beklediğinden, şoför ağacın gölgesinde taş üstünde oturan kişiyi tanımış, yasak olmasına rağmen yavaş yavaş geri gelerek araçla önlerinde durmuştu. Metin Bey Muharrem Beyin arkasından minibüse binerken şoföre teşekkürü ihmal etmemişti. Yanına otururken Muharrem Bey takılmadan edemedi; --- Az kalsın senin güvercin yüzünden minibüsü kaçıracaktık. Ardından da iltifatını esirgememişti; --- Dinlediğim en güzel hikâyeydi. Senin edebiyat yönünün bu kadar güçlü olduğunu bilmiyordum. Hakikaten güzel bir meziyet. Sanki bana değil de, sınıfta öğrencilere anlatır gibi. Benim de bir karga hikâyem var ama senin güvercinin yanında gölgede kalır. Uyuduğun bir anda anlatırım... Huzurevine vardıklarında kimliklerini bırakıp içeriye girince annesini koridorda gezinirken gördü. Biraz şaşkın, üzgün, hayli telaşlı bir haldeydi. Alzheimerli hastalar çıkıp kaybolmasınlar diye tüm odalara açılan koridor kapısı kilitli tutuluyordu. Zülbiye Hanım bu cam kapının dibine kadar gelmiş açmaya çalışıyor, şifreli kapı bir türlü açılmıyordu. Metin Bey süratle kapıyı açtırıp annesini kucakladığında Zülbiye Hanım ağlamaya başlamıştı. Her ne kadar duygularını ifade edip düzgün cümleler kuramasa da belli ki hâlâ çoğu şeyin farkındaydı. Hatta öyle zamanlar oluyordu ki, aniden çok anlamlı bir iki cümleyi peş peşe sıralayıp herkesi şaşırtabiliyordu. Yine öyle olmuştu. Oğluna sıkı sıkıya sarılırken, bir yandan da hecelerin üzerine yavaş yavaş dokunarak; "Oğlum, çok ağladım, sen gelmeyince yetim gibi boynum yana düştü" Diyebilmişti. Metin Bey bir yandan annesini teselli ediyor, diğer yandan Muharrem Beyin beklediği kamelyaya doğru götürüyordu. Etraf kuş seslerinden cıvıl cıvıl, hava güneşli, mis gibi bir bahar kokusu vardı. Zülbiye Hanım masanın üzerine serilen yiyecekleri yerken, Metin Bey cep telefonundan annesinin sevdiği ilahileri açmış, kendisi de eşlik ediyordu. Bu arada Zülbiye Hanım iyice sakinleşmiş, yine tebessüm eder, espirilere gülerek, gülümseyerek karşılık verir olmuştu. Muharrem Bey arkadaşının bu anne sevgisini gıpta ediyor, ilgisini hayranlıkla izliyordu. Metin Bey geçen zaman içinde sayısız kez annesi ile bir araya gelip gözlemlediğinden, hangi kelime ve cümlelere nasıl tepki vereceğini tahmin edebiliyordu. Ağrısı yoksa annesini güldürmek, gülümsetmek kendisi için zor değildi artık; "Anneciğim bugün yine neşelisin, maşallah" Dediğinde yine şaşkınlığa sebep olan bir cevap almıştı; "Oğlum, sen olmayınca yediklerim buradan aşağıya inmiyor". “Buradan inmiyor" derken eliyle boğazını göstermişti. Normal zamanda sıradan bir cümle niteliğindeki bu bir tek cümledeki her kelimenin, hecenin, harfin olağanüstü değeri ve önemi vardı. Çehresindeki mutluluk Metin Beyin bunun farkında olduğunu gösteriyordu. Belli ki çoğu boşluklara rağmen, duygularını, düşüncelerini ifade edebiliyordu. Zaten veda vakitlerinde Metin Beyin belini büken, acı veren de buydu. Yalnızlığını, hasreti, özlemi, acıyı hâlâ hissedebilen birini, yeryüzündeki en değerli varlığını nasıl bırakıp gidecekti? Mecburdu. Yapılması gereken işler, halledilmesi gereken başka sorunlar da vardı. Annesini tekrar tekrar öperek, okşayarak yerine götürdü. Vedalar acı verirdi. Vedalaşmamalı, gidişini belli etmemeliydi. "Anneciğim Müdür Beyle görüşüp geleyim, olur mu? Dedikten ve "tamam" cevabını aldıktan sonra avucuna kuruyemişlerden bırakarak yanından ayrıldılar. Kapının önünden minibüs geçmesine rağmen binmemişler, yürümeyi tercih etmişlerdi. Metin Bey yine düşünceliydi. Anılar bir bir gözlerinin önünden geçip gidiyordu. Eskiden ne kadar da güzeldi. Türkiye'ye gelmenin heyecan ve mutluluğu günler önceden başlardı. Öyle ya, yolunu bekleyen, gittiğinde karşılayacak, kucaklayacak birileri vardı. Babası vardı... Annesi vardı. Kimsesi kalmamıştı. Onlar olmayınca koskoca bina bile gözünde yabancılaşmış, küçülmüştü. Üstelik gelirken yaşayamadığı o mutluluğu, giderken de yaşayamıyordu. Uğurlayan kimse olmadığı gibi, tüm olumlu yanlarına ve niteliklerine rağmen adı Huzurevi olan bir hanede boynu bükük ve yalnız bir insan bırakıyordu... Annesini! ... Berlin'e geri döneli daha bir hafta olmadan ricacı olduğu kurum görevlilerinden Atiye Hanımdan mesaj gelmişti. Aranılan nitelikleri haiz bir özel bakıcı bulunmuştu. Üstelik hasta bakıcı sertifikası da mevcuttu. Tevafuk bu ya, tam da o günlerde İbrahim Bey Yalova'ya gelmiş, annesini ziyaret ediyordu. Atiye Hanım'la karşılaştıklarında, kendisine bulunan bakıcıdan bahsedince önce şaşırmış, sonra da sebebini anlayınca görüşmek istemişti. Görüşmeden sonra Metin Beyi arayarak neden önceden haberdar edilmediğini sordu. Metin Bey, ağabeyinin onaylama ihtimalini düşük gördüğünden ve bir bakıcı bulmanın da zaman alacağını düşündüğünden haber vermemiş, verememişti. Sebebin bu olduğunu söyleyerek uzatmak yerine kısaca "Haklısın, haber vermem gerekirdi" demeyi uygun buldu. İbrahim Bey, Yalova'ya getirme fikrinin kendisine ait olduğundan bahisle; "Annem için ne yapılmasına da artık sen karar vereceksin, ben de elimden geldiğince sana destek olurum" Deyince Metin Bey rahatlamıştı. Bulunan bakıcı Filiz Hanımla ücret konusunda mutabık kaldıklarını ve hemen yarın işe başlayacağını belirtti. Her gün öğle vakti gelecek, kurumun yetersiz kaldığı hususlarda yardımcı olacaktı. Spor yapmasına, hareket etmesine, temizliğine, giyimine ve yemesine dikkat edilecekti. Akşam yemeğini yedirdikten sonra da mesai bitmiş olacaktı. Eksik bir şey gördüğünde de ya gidermeye çalışacak, ya da mümkün değilse Metin Beyi haberdar edecekti. Filiz Hanım otuzlu yaşlarda, güler yüzlü, gayretli, şefkatli bir bayandı. Zülbiye Hanıma sevgi ile yaklaşıyor, bakıcıların yaptırmakta zorlandıkları işleri kolaylıkla yaptırabiliyordu. Banyo da bunların başında geliyordu. Güvenilir, iyi bir insandı. "Annem" diyordu Zülbiye Hanımdan bahsederken. Aradan geçen üç ay içinde Zülbiye Hanımın uyku bozukluğu ortadan kalkmış, iştahı da yerine gelmişti. Her günkü egzersizlerin büyük faydası oluyor, ihtiyaçları vaktinde gideriliyordu. Her şeyin yolunda gittiği izlenimini edinse de, emin olmak, annesinin yanında, yakınında bulunmak istiyordu. Havaların güzel gittiği her dönem Metin Bey için değerlendirilmesi gereken güzel bir fırsattı. Eşinin anlayışlı olması işini kolaylaştırıyordu… … Hiç geciktirmeden biletini alarak Yalova'ya gelmişti Metin Bey. Yanında getirdiği ufak valizini eve bırakır bırakmaz soluğu yine huzurevinde almıştı. Filiz Hanım Pazar günleri tatil yaptığından bu gün yine yoktu. Zülbiye Hanım oğlunu görünce yine tanımış, kollarını iki yana açarak bağrına basmıştı. Neşeli, huzurlu görünüyordu. Fazla zayıf da sayılmazdı. Metin Bey her zaman olduğu gibi yine annesinin koluna girip kamelyaya kadar götürdü. Yanında getirdiklerini yedirirken bir yandan da cep telefonundan türkü dinletiyordu. Türkünün son bölümü dikkatini çekmişti. "Güzel" dedi. "Tekrar aç!" Sonuna kadar dinledikten sonra kapayıp yine basit cümlelerle sohbete koyuldular. Maksat olabildiğince neşelendirmek, gülümsetebilmekti. Rüzgâr hafiften ısırmaya başlayınca odasına götürmek için ana binaya yöneldiler. Metin Bey yine annesinin koluna girmiş ilerlerken umulmadık bir şey olmuştu. Zülbiye Hanım daha önceleri dinlemediği türkünün son dizelerini hiç şaşırmadan tekrar ediyordu; "Hasta oldum gelmedin anam, Bari can verende gel" Tekrar... Tekrar ve yine tekrar! Anlamını anladığı açıktı. Asansörden çıkıp odasına götürürken, o etrafındakilerin bakışlarına aldırmadan, bir saat kadar önce dinlediği ve -ezberlediği- bu dizeleri ahenkli şekilde tekrarlamaktan bıkıp usanmıyordu; "Hasta oldum gelmedin anam Bari can verende gel" Metin Bey, ardından bakışlarını önlemek için, getirdiği kuru yemişleri yine annesinin avucuna bırakıp fark ettirmeden yanından ayrıldı. Dalgın ve düşünceliydi. Daha birkaç sene öncesine kadar aklına gelmeyen, getiremeyeceği birçok üzücü olay yaşamış, yorulmuştu. Onca gayretine rağmen bir şeyler eksikti sanki. Aklından geçen cümleler çoğu kez bir "acaba" ile başlıyordu. “Acaba anneme daha güzel bir imkân sunabilir, daha iyi bakımını sağlayabilir miyim?” Minibüs Yalova'ya yaklaşırken çalan telefonun sesi tdüşüncelerini dağıtmıştı. Arayan, çok uzun zamandır görmediği, köyde yaşayan halasıydı. Nasılsa bir şekilde haberdar olmuş, annesinin sağlık durumunu soruyordu. Bu arada ineceği yere yaklaşmıştı zaten. Minibüsün kırmızı ışıkta durmasını da fırsat bilerek inerken, bir yandan da telefonda konuşuyor, sorulara cevap vermeye çalışıyordu. Az sonra sıra haklı sitemlere gelmiş, onlarca senedir görüşmediği halasının "neden?" sorusuna makul bir cevap verememenin mahcubiyetini yaşıyordu. Çare yok, gidecekti. Hem, zaten iki gün önce, Vatan Şairi Nurettin Özdemir anısına düzenlenen şiir yarışmasında birincilik kazanmış, ödül töreni için Kelkit'e davet edilmişti. Bu vesile ile de elli iki senedir ayrı kaldığı köyünü ziyaret etmiş, doğduğu toprakları nihayet yeniden görmüş olacaktı. Yoğun geçen yılların ardından, yorgun düşen ruhunun da buna ihtiyacı vardı hem. Kararını vermiş, geciktirmeyecekti. Sonbahar kendini hissettirmeye başlamış, havalar serinlemişti. Metin Bey, ağabeyini arayarak sıla-i rahim ve hala ziyareti düşüncesinden haberdar etti. O da ani gelişen bu plan değişikliğine şaşırmış, bir o kadar da memnun olmuştu. Kendisi de yakın zamanda gittiğinden, bilmesi gereken ne varsa anlattı. Havaların soğumasından dolayı köyde beş-on hane kaldığını, halalarının da bir hafta kadar sonra oğlu tarafından alınıp Düzce'ye görev yaptığı yere götürüleceğini öğrenmiş, acele etmesi gerektiğini belirtmişti... ... Metin Bey elinde ufak bir valiz ile Trabzon Havalimanına indiğinde heyecan başlamıştı. Şansına otobüs Bayburt'a hareket etmek üzereydi. Şoföre Erenler Köyü'ne geldiklerinde haber vermesini sıkı sıkıya tembihledi. İstanbul'a göçe karar verdiklerinde henüz beş yaşlarındaydı. Çok şeyi hatırlamasa da, tandır başında uyuduğu, tezek topladığı, gem sürdüğü günleri unutmamıştı. Tarlada yediği ayranlı çorbaları da... Aradan birkaç saat geçince şoföre ineceği yeri tekrar hatırlatma gereği duymuştu. Az sonra vardıklarında şoför aracı kenara çekerken bir eliyle de Erenler Köyü'nün istikametini tarif ediyordu. Araç Bayburt'a doğru hızla uzaklaşırken Metin Bey gördüğü manzara karşısında hayli şaşkındı. Nasıl olmasın ki? Yazdan kalma yakıcı bir güneş gölgelik aratırken, yolun iki tarafında yeşile muhtaç sıra sıra dağlar, tepeler, ve yoğun bir sessizlik vardı. Etrafta ne bir ev, ne de bir "canlı" görünüyordu. Aynen ağabeyinin anlattığı gibiydi. Şaşkın, lakin çok mutluydu. Tarifi imkânsız duygular içinde az ilerleyince derme çatma bakımsız bir durak ve yakınında bir tabela gördü; "Erenler Köyüne Hoş geldiniz." Hoş gelmiş olmasına hoş gelmişti de, henüz farkına varan olmamıştı. Gidilecek yol da, yön de belliydi artık. Ancak Metin Beyin hiç acelesi yoktu. Güneşten korunaksız bu durakta eskimiş bir bankın kenarına oturdu. Çok ama çok mutluydu. Şehir gürültülerine o kadar alışmıştı ki, bu sessizlik ruhuna ilaç gibi geliyordu. Göz kapakları, gönül pınarından taşan emsalsiz duyguların ağırlığına dayanamamış, gözyaşları yanağından süzülmeye başlamıştı yine. Saklamaya da gerek yoktu artık. Ne gelen vardı ne gören. Issızlığı ve sessizliği bozan tek şey on on beş dakikada bir geçen araçların sürat sesiydi. Bir de köyün sinekleri. Onlar hiçbir yerden eksik olmazdı zaten. Rahatsız olmak bir yana, vızıltıları kulağına hiç bu kadar hoş ve ahenkli gelmemişti... Otobüsten ineli bir saate yakın olmuştu. Yanında getirdiği sudan birkaç yudum daha aldıktan sonra yola koyuldu. Dar bir yoldan ilerlerken ilk uğrak yolun sağ tarafındaki mezarlıktı. Bir molada burada vermek gerekiyordu. Ruhlarına Fatiha okurken bir yandan da isimleri okuyor, anıların eksik kısmını tamamlamaya çalışıyordu. Uzaklardan gelen havlama sesi köyün yakınlarda olduğunun müjdecisiydi. Unutkanlıktan gecikmiş olsa da telefon açarak halasına geldiğini haber verdi. Aslı Hanım rengi ve şekli ile evi tarif ederken Metin Bey varmıştı zaten. Halası üç katlı evin balkonundaydı. Uzaktan görünce, seksen yaşının ağrılarına kafa tutarcasına merdivenlerden aşağıya inmeye başlamıştı. Hasretle ve sevgiyle kardeşinin oğlunu kucakladı, öptü. Birlikte odaya geçtiler. Kızı Gülşen yer yatağında oturuyordu. Aslı Hanımın elli yaşındaki kızı doğuştan zihinsel engelliydi. Üstelik kısmen felçti. İlerlemiş yaşına, ağrılarına ve iki büklüm haline rağmen Aslı Hanım kızına tek başına bakıyordu. Daha doğrusu bakmaya çalışıyordu. Zira kendisi bakıma muhtaç olan birinin bu şartlarda değil özürlü ve felçli, sağlam birine dahi bakabilmesi çok ama çok zordu. O ise bunu bir vazife olarak kanıksamış, hâlinden şikâyet dahi etmiyordu. Anne sevgisi demek böyle bir şeydi. Tarifi imkânsız, taklidi zor... Biraz da anlaşılmayan. Aslı Hanım kısa bir sohbetin ardından özel misafirine yemek hazırlamak için mutfağa gidince Metin Bey bir yandan yatalak Gülşen Hanıma bakıyor, bir yandan da "Annemiz nice zorluğa rağmen dört evladına bakabilmiş, biz ise dört evlat bir anneye bakamadık" diye düşünüyor, içten içe kendisine kızıyordu. Gerçi hiç biri Gülşen gibi değildi, ama yokluğun-yoksulluğun da kendine göre zorlukları vardı. Kıt kanaat geçinirlerken eksikleri sevgisi ve gayreti fazlasıyla tamamlamıştı. Gördüğü manzara Metin Beyi o denli etkilenmişti ki, Alzheimerli bir hastanın bakım zorluğu ile ilgili tüm öğrendiklerini unutmuş, "Döndüğümde acaba annemi bakımevinden alarak, yaşamaktan büyük mutluluk duyduğu evinde, yuvasında bakabilir miyim" Diye düşünmeye başlamıştı. Düşünceler şekillenirken halasının sesi yemeğin hazır olduğunu müjdeliyordu. Zira Metin Bey köy sofrasına bağdaş kurmayalı tamı tamına elli iki yıl olmuştu. Halasının yemeklerini, kurulan şehir sofralarına konan menülerle kıyaslamak ne mümkün. Adı aynı olsa da, sebzeler farklı tatta, yemekler farklı kıvamdaydı. Ziyafetin ardından koyu bir sohbete daldılar. Yâd edecek, anlatacak o kadar çok şey vardı ki... Sohbetin dem aldığı bir anda, merak ettiği, uzun zamandır cevabını aradığı soruyu sordu; --- Hala! Biz bu köyden neden ayrıldık? Aslı Hanım tebessüm ederek Metin Beyin gözlerinin içine baktı. Tozlu bir raftan eski bir kitabı indirmiş, karıştırır gibiydi. Ağır ağır anlatmaya başladı; --- Dedelerimiz Orta Asya’dan göç etmişler, o günkü şartlarda ve imkânlarla Bayburt'un bu köyüne yerleşmişler. Hayat şartları zorlayınca dedem Muş'a gitmiş, orada bir süre imamlık yaparak geçimini sağlamış. Gönül verdiği güzel bir Kürt kızı ile evliliği de dedemin yöre halkı tarafından benimsenmesine yetmemiş, köye geri dönmek zorunda kalmış. Metin Beyin babasının haricinde üç amcası ve iki de halası dünyaya gelmişti. Küllerinden yeniden doğmuş bir devletin sancıları henüz daha geçmemiş, dünyanın her tarafını kasıp kavuran ekonomik zorluklar, Türkiye'de daha da şiddetliydi. Kıtlık, yokluk ve yoksulluk bir de sudan sebeplerle kavgalara dönüşünce birlikte yaşamanın imkânsızlığı iyiden iyiye anlaşılmıştı. Ekili alanlar sınırlı, tarla sınırları ihtilaflıydı. Ya su kavgası, ya da bir sınır ihlali anlaşmazlığı oluyordu. Geçimsizlik had safhadaydı yani... Aslı Hanım hikâyesinin tam bu yerinde Metin Beye baktı. İlgi ve takibin tam olduğundan emin olmuştu. Kaldığı yerden devam etti; --- Yavrum, geçimsizlik bizim içimizde de vardı. Amcanlarla baban anlaşamıyorlardı. Hal böyle olunca, Rıfkı amcan yengen Hesna ile köydeki evde kaldılar, babanla annen de köy dışındaki "yeni" evde. Bu durum da fazla sürmedi. Deden ileri görüşlüydü. Baktı ki bu böyle olmayacak, babanla İsmail amcanı İstanbul'a çalışmaya gönderdi. Niyeti, sözde "taşı toprağı altın" olan bu şehre taşınmak, köyün çileli hayatından kurtulmaktı. Bir süre sonra kendisi de İstanbul'a gidip çocuklarının durumunu yakından gördü. Çocukları girdikleri inşaat işlerinde epey para kazanmış, biraz da biriktirmişlerdi. Baktı ki, taşı toprağı altın olmasa da, burada umut var... Gelecek var. Akaretler tarafında üç katlı ahşap bir ev satın alarak köye döndü. Dönerken de babana; "Oğlum, ben şimdi köye döneceğim. üç-beş büyük baş ile kırk kadar koyunum var. Satıp, geri gelirim. Buraya yerleşiriz. Ben dönene kadar da sen evin ihtiyaçlarını gör, kalabileceğimiz şekilde ayarla!" Demiş. Karar verilmiş, program hazırlanmış. Hayvanların satış işleri bitince deden Rıfkı amcana; "Oğlum, biz artık köyü terk ediyoruz. İstanbul'da yer aldım, oraya yerleşeceğiz. Siz de gelmek isterseniz, hazırlığınızı ona göre yapın!" Demiş. Son sınır kavgasında Hesna yengenin babana attığı taş kaburgasını kırmış, konuşmuyorlardı. Çok arzu etse de Rıfkı amcanın karar vermesi zordu. Lakin onlar da köy hayatından memnun değil, bir çıkış yolu arıyorlardı. O yüzden, zorlansa da, teklifi kabul etmek zorunda kalmıştı. Artık hazırlıklar tamam, yolculuğa bir gün kalmıştı. Evde oturuyorduk, aniden kapı çaldı. Gelen komşu köyden Fevzi'ydi. Fevzi'nin kızının İsmail amcanla gönül ilişkisi vardı. Köy yeri; saklamak, saklanmak zor. Herkes gibi, Fatma yengenin abisinin de haberi olmuş. Amcanı bir tenhada sıkıştırıp, ağzını burnunu dağıtmışlar. Zaten dedenin İsmail amcanı babanla İstanbul'a göndermesinin bir sebebi de bu olmuş. Kapıyı ben açmıştım. Fevzi, dedenle yan odaya geçip epey bir konuştular. Sonradan öğrendik ki, oğlunun İsmail amcanı öldürmesinden korktuğundan, evlenmeleri için, giderken kızını da İstanbul'a götürmesini istemiş. Deden de kabul etmiş. Bir sabah, kalan eşyalardan gerekli olanları toplayıp asfalta, yolun kenarına yığdık. Epey bir beklemeden sonra geçen bir kamyona yükleyip Trabzon'a, oradan da vapurla İstanbul'a gelmişler. Baban bu arada evi dayayıp döşemiş. Köyde kalan yerleri de peyderpey satıp çocuklarına bölüştürmüş. Hikâyenin tam burasında yine aynı mütebessim çehresiyle Metin Beye dönerek; --- Gerisini zaten sen de biliyorsun. Namaz vakti geçmek üzere. Bu günlük bu kadar yetsin. Dedi. Zamanın nasıl akıp geçtiğinin farkına dahi varmamışlardı. Anlatılanlar kısmen karışık gibi görünse de, bilmediği çok şey öğrenmişti Metin Bey. Sormak istediği çok şey daha olsa da, onun da fazla vakti kalmamıştı zaten. Ertesi gün erkenden kalkmıştı Metin Bey. Ödül töreni için akşam Kelkit'te olmalıydı. Kahvaltıya kalmadan dışarı çıktı. Gezecek fazla yer olmamasına rağmen, "Belki anılardan bir iz bulur, anımsarım" düşüncesiyle çoğu terkedilmiş evler arasında, dar sokaklarda dolaşıp durdu. Doğduğu kerpiç ev dahi tamamen yıkılmamış, harabe halde olsa da zamana direnir gibiydi. Küçükken gözüne kocaman gözüken köy, minyatür bir yerleşim yeri gibiydi adeta. Eve döndüğünde halası sofrayı hazırlamış, hayli endişeli şekilde balkonda bekliyordu. Daha sormaya gerek kalmadan sebebini de öğrenmişti. Senenin bu aylarında havalar soğuyunca kurtlar köye iniyor, insanlara dahi saldırabiliyordu. Birlikte yenen öğle yemeğinden ardından müsaade isteyerek bir akrabasının arabasıyla Bayburt'a indiler. Cevat Bey işlerini hallederken Metin Bey de kısa bir gezintiden sonra ünlü Bayburt Kalesine çıktı. Kimsecikler yoktu. Kalenin burçlarından Bayburt'u doyasıya seyretti. Yüreklerde kocaman dertler olsa da insanlar karınca gibiydi. İnsanlar ne kadar da küçük görünüyordu. Bıkıp usanmadan maziden atiye tarih taşıyan Çoruh'un farkında bile değildi çoğu... Çok mutlu ve huzurluydu. Kendisini Kale'de değil, ana kucağında gibi hissediyordu. Gönül hoşluğu, sılanın pek de öyle içi boş bir kavram olmadığını gösteriyordu. Şansına bugün hava günlük güneşlik, etraf sessizdi. Tatlı bir meltem nazlı nazlı dalgalanan Ay Yıldızlı gelinin çehresini okşar gibiydi. Muhteşem bir duygu, muazzam bir görüntüydü. Yanında fotoğraf makinesi getirmekle ne de iyi etmişti. Sayısız fotoğraf çekti. Daha uzun süre kalmayı arzu etse de artık Kelkit'e gitme zamanıydı. Bir lokantada karnını doyurduktan sonra otobüse binerek Gümüşhane'ye hareket etti. Törene katılacakların ilk buluşma yeri orasıydı. Vardığında akşam olmuş, hava kararmıştı. Üstelik hayli acıkmıştı. Törenin organizatörü Gümüşhane Üniversitesi Türk Dili bölüm başkanı, şair- araştırmacı yazar Talat Beyin yönlendirmesiyle belirtilen adrese gitti. Burası bir lokanta, sahibi de şair olduğunu öğrendiği Ali Osman Nebioğlu'ydu. Metin Bey, köşede bir masaya geçerek komiye sipariş verdikten sonra, gözüne, başı önde, pek düşünceli bir şekilde lokantayı adımlayan ellili yaşlardaki biri ilişmişti. "Geleceğimden haberdar edilen Osman Bey bu olsa gerek." diye geçirdi içinden. Kim bilir, belki de bir şiirin dizelerini tamamlamakla meşguldü. Metin Bey, bir yandan yemek yiyor, bir yandan da cep telefonundan internete girerek "Hışır Osman" namlı bu şairin hüzünlü hayat hikâyesini okuyordu. Osman Nebioğlu'nun anne ve babası kırk beşli yaşlarda vefat etmiş, kardeşi on sekiz yaşındayken hayata gözlerini yummuştu. Erzurum ve Gümüşhane'nin köylerinde on bir yıl öğretmenlik görevinde bulunmuş, görev yaptığı okulda öğrenim gören oğlunu elektrik akımına kapılması sonucu sekiz yaşında toprağa vermişti. Üst üste gelen acılar sonrası bulunduğu ortamdan uzaklaşmak için meslekten istifa etmişti. "Felek ile mücadelemiz sonucunda ondan yediğimiz dayaklar neticesinde hışır olduk. Dolayısıyla şiir mahlasımı da "Hışır Osman" olarak kullandım." Diyordu bir röportajında. Yüzündeki çizgiler çektiği acıların acımasız tanığıydı. Fırtınaların estiği yüreğinden süzülen duyguları dizelerle ölümsüzleştirmiş, şiirlerinden yüz elli kadarını da bir kitapta okuyucularına sunmuştu. Eserlerinden yedisi TRT sanatçısı Nurullah Akçayır tarafından da bestelenerek TRT repertuvarına kazandırılmış, bunlardan "Yazın yağar kar başıma" şiiri çok sayıda sanatçı tarafından da seslendirilmişti. Metin Bey, hayatını okudukça hüzünlenmiş, bir o kadar da sevmişti bu şairi. Belli ki acı çekmekte bu âlemde yalnız değildi. Yemek faslı bitmiş, hesabı ödemişti. Metin Bey hafif tebessümle elini Osman Beye uzattı, kendisini tanıttı. Tokalaştılar. Az önceki dalgın ve düşünceli "Hışır Osman" gitmiş, karşısında mütebessim çehresi ile gözleri ışıldayan bir Anadolu delikanlısı vardı Metin Beyin. Tebessümü içten, memnuniyeti samimiydi. Demli bir sohbetle başlayan bu dostluk, kaldığı süre içinde pekişerek devam etmişti. ... Kısa bir gezintinin ardından o geceyi Gümüşhane Üniversitesi’nin misafirhanesinde geçiren Metin Bey, şehirde kaldığı iki gün içinde, derece alan diğer şairlerle tanışmış, daha önceden belirlendiği şekilde; Gümüşhane Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve liselerdeki şiir etkinliklerinde görev almıştı. Organizasyon kusursuz, misafirperverlik mükemmeldi. Kelkit'e gidilirken neşeler yerinde ve herkes çok huzurluydu. Eşsiz anılara ilave süslemeler Kelkit'te de aynı güzellikte devam etmişti. Kafile, kaldıkları otelde mükellef bir sabah kahvaltısının ardından asıl törenin yapılacağı salona hareket etti. Salon, daha sonra, "Nurettin Özdemir Kültür Merkezi" adı verilecek olan mükemmel güzellikte otantik bir salondu. İlçenin Belediye Başkanının himayesinde düzenlenen bu törene, Kaymakam, Emniyet Müdürü, Jandarma Alay Komutanı, Gümüşhane Kültür- Sanat Kulübü kurucu üyeleri ve çok sayıda kurum yetkilisi teşrif ederek, teveccüh göstermiş, onurlandırmışlardı. Gecenin son şiiri aruz dalında yazılmış dizelerin sahibi Metin Beydi. Sunucu adını anons ederek mikrofona davet ettiğinde hayli heyecanlanmıştı. Okuyacağı sıradan bir şiir değildi. Kimse bilmese de; annesinin üzüntüsünden bunaldığı günlerde kaleme aldığı, kâğıda döktüğü duygu yoğunluğu yüksek dizelerdi. Yazdığı anları yeniden yaşıyor gibiydi. Davetlilere teşekkür ifadelerinin ardından, arkasında yer almış saz sanatçılarının hüzünlü nağmeleri eşliğinde okumaya başladı; H A N İ Yok mu Yâ Râbb nevbahardan hiç umut Kış ayından çok usandım, yaz hani? Nârı nûr et, bir ışık yak az avut İkramından hüzne kandım; haz hani? Dert musîbet, ömrü külfet âcize Gamlı gülzâr, neş’e dermek mucize Ardı gelmez sarp yamaçlar zor dize Dik yokuşlar bitti sandım; düz hani? Pâyitahtım yerle yeksân, taç kırık Saymadım hiç, kaç yaram var, kaç kırık Onca kârım bir amansız hıçkırık Sırra vâkıf, zevke mâtuf söz hani? Vakt-i vuslat, kaçtı fırsat, dar zaman Şer tuzaklar nefsi yoklar, pek yaman Belki bin kez tövbe ettim, el aman... Ben kulundan balsa matlûb; öz hani? Azdı derdim, az dokunsan kan akar Izdıraptan bezdi bahtım, yan bakar Dosta vardım, dilde feryâd, can yakar Süzdü zâhid, sordu saf saf; buz hani? Tövbesinden bahtiyarken müstecap Her cenahtan çok günahtan doldu kap Dâvetin var, tek kapımsın, zor icâp Derde dermân istemek çün yüz hani? Tesbihimden zikri saldım "Hayy" diye Yaş akıttım gizli-zâhir duy diye Yağmurundan damla düşmez pay diye Gözlerim kör, Rahmetinden iz hani? ... İlk kez ödül almamıştı Metin Bey. Lakin bu tören bir başka güzel, bu ödül bir başka anlamlıydı. Alkışlarla yerine otururken yüreğindeki fırtına, yerini buğulu gözlere bırakmıştı. Tek tesellisi, gecenin hareketliliğinden, kimsenin bunu fark etmemiş olmasıydı. Kelkit'e ve dostlara vedanın ardından, son anda yetiştiği uçakla Yalova'ya dönerken hayli yorgun, ama çok mutluydu. Nihayet, doğduğu köyü ziyaret etmiş, aynı edebî havayı soluyan güzel insanlarla tanışmış kısa süreliğine de olsa hayatın acımasız cenderesinden kurtulmuştu. Yaşanan onca güzelliğin yanında ödül bile gölgede kalmıştı... Otobüs Yalova'ya vardığında yatsı ezanı okunuyordu. Açık olan az sayıdaki dükkânlardan birinden alışveriş ederek gerekli olan acil ihtiyaçlarını giderdi. Tam minibüse yöneldiğinde aniden durdu. Etrafına bakındı. Az ötede, caddenin karşısındaki kasap henüz kapanmamıştı. İçerde temizlik vardı. Sevindi. Hızlı adımlarla içeri daldı; --- Selamünaleyküm --- Aleykümselam, abi. Kapatıyoruz. --- Farkındayım. Et almaya gelmedim. Bir ricam olacak. Evimin yakınlarına oldukça bakımsız, zayıf bir köpek bırakılmış. Ne zaman beni görse bir umutla yanıma gelip gözlerini gözlerime dikiyor. Boş ellerle yanından geçip gitmek içimi sızlatıyor. Birkaç kemik parçanız varsa çok makbule geçer. Ücreti neyse öderim. --- Genç kasap elindeki süpürgeyi kenara koyarak içeri yöneldi. Çok geçmeden elinde bir poşet dolusu kemikle görünmüştü. Metin Beyin sevincine diyecek yoktu. --- Ücreti ne kadar? --- Ücret gerekmez abi. Bugünküler benden olsun. Metin Bey teşekkür ederek ayrıldı kasaptan. Vardığında minibüs de kalkmak üzereydi. Yol boyunca "Garip" adını taktığı köpeği düşünüyor, "İnşallah sokakta görürüm de, karnını bir güzel doyururum" diye dua ediyordu. Zira annesiyle meşguliyetinden dolayı Garib'i ihmal etmiş, elleri genellikle boş olarak eve dönmüştü. Minibüs üç yolcusuyla yirmi dakikada evin yakınındaki durağa varmıştı bile. İstanbul'daki Dolmabahçe'nin devamı olarak düşünülüp, tasarlanan bu Hıyaban Yolu yine mis gibi kokuyordu. Kimsenin görünmediği gecenin bu vaktinde çınar ağaçlarının görünmez yuvalarından adını bilmediği sayısız kuş türünün ahenkli cıvıltıları yayılıyordu. Muhtar Mehmet Bey tasarruf kapsamında sağlı sollu dizilen sokak lambalarını yakmasa da, uzun aralıklarla ışıldayan iki üç lamba da idare ediyordu. Arada bir sağına soluna bakıyor, Garip'i yokluyordu. Tam ümidi kesmişti ki, az uzaktan evinin kapısının önündeki bir cismin hareket ettiğini gördü. Bu o’ydu. Geleni tanımış, geçmiş kavgalardan izler taşıyan çelimsiz, yorgun bedenini umuda doğru sürüklüyordu. "Bu torbalardan birinde bir parça yiyecek vardı muhtemelen. Olmalıydı!" Metin Beyin eli boş eve dönüşüne alışık olsa da, yitirmemişti umudunu. Karşı karşıya geldiklerinde gözlerini poşetlerden ayırmış, Metin Beyin gözlerine dikmişti. Sessiz bakışlarında sayısız sual saklıydı. Beklentisi boşa değildi. Sezmişti bunu. Metin Bey uygun bir köşe tesbit ederek kemiklerin tamamını yere boşalttı. Garip hareketsiz duruyor, bir kemiklere, bir de Metin Beye bakıyordu. Hayalinin ötesinde bir ziyafet vardı bu gece. Metin Bey bahçe kapısını açıp eve giderken gecenin sessizliğini bozan artık kuşların cıvıltısı değil, kemiklerin çatırtısıydı. Geri döndü, bir süre izledi. Çok mutluydu Metin Bey. Kapıyı arkasından kilitleyip dairesine girdiğinde huzurluydu. Acıkmıştı da aynı zamanda. Demliği ocağa koyup, kahvaltılık türünden bir şeylerle masayı donattı. Uzun zamandır haberlere de bakmamıştı. Bir yandan televizyon seyrederken, bir yandan da ekmek arasında zeytin, peynir, domatesi iştahla midesine indiriyordu. Taze soğan bile vardı. Yolculuklar onu hep yoruyordu. Bu kez de öyle olmuştu. Yatsıyı edanın ardından kendini yatağına bıraktı... Ertesi gün soluğu yine annesinin yanında almıştı. Zaman hızla geçiyor, Zülbiye Hanımın sağlık durumu her geçen gün daha da kötüleşiyordu. Metin Bey, artık senenin büyük bölümünü ailesinden ve çocuklarından ayrı geçiriyor, annesindeki gelişmeleri yakından takip ediyordu. Daha düne kadar hiç tanımadığı, varlığından dahi haberdar olmadığı bir hastalık konusunda ne kadar da çok şey öğrenmişti. Alzheimer, hakikaten mahiyet muamma, tahammülü zor, yıpratıcı, kötü bir illetti. … Havalar soğumaya yüz tutmuştu. Yağmurlu ve soğuk havalar Metin Beye göre değildi. Oldum olası soğuktan çabuk etkilenir, üşürdü. Özellikle de el ve ayakları! Yaş ilerleyince bu rahatsızlık daha da sıkıntılı bir hâl almıştı. O sebepledir ki, ne zaman sonbaharın ayak sesini alsa, Berlin'e ailesinin yanına kaçmaya çalışırdı. Vakit yine o vakitti. Arada bir aldığı haberler, çocukların annelerini üzdüğü yönündeydi. Uzun zamandır ihmale gelen bu mesele acilen çözüm gerektiriyordu. Her seyahat öncesinde olduğu gibi, bu sefer de binanın tamamı gözden geçirilmiş, gereken temizlik yapılmış, valiz hazırlanmıştı. Ziyaret sırasında Huzurevi yetkilileriyle tekrar görüşülerek, Zülbiye Hanımın severek yediği ve besleyici olan kuruyemişler bakım elemanlarına teslim edilmişti. Metin Bey, yine kahvaltı yapmadan evden ayrılmış, acıkmıştı. Uzun yol boyunca fırsat bulamayacağını düşünerek Tabiat Cafeye uğradı. Tatlı bir sohbete iki pide sığdırmıştı. Bu arada Coşkun Beyin zihnini meşgul eden bir konuyu da etraflıca konuşma imkânı bulmuşlardı. Coşkun Bey, şiddetli geçimsizlik sebebiyle eşinden boşanmış, yıllardır yalnız yaşıyordu. Geçen süre içinde nihayet aradığı nitelikte bir bayanla tanışmış, evlenmeye karar vermişlerdi. Dükkânına yakın bir daire arıyordu. Hatta bulmuştu bile! Kiralık olarak Metin Beylerin binanın terasını düşünmüşlerdi. Lakin içi eşya dolu olduğundan ağabeyini ikna etmekte problem vardı. "Görüşür, haber veririm" dedi Metin Bey. Gitmek için ayaklandığında Coşkun Bey bu kez bırakmadı. Feribota kadar kendisi götürecekti. İtiraz etmenin faydası yoktu. Dükkânı oğlu Ahmet'e bırakarak ayrıldılar... ... Uçak Berlin'e vardığında hava kararmıştı. Metin Bey havaalanından dışarı çıktığında bu kez karşılamaya kimse gelmemişti. Bunda şaşacak bir şey de yoktu aslında. Çocuklar arasındaki anlaşmazlıklar kırgınlığa, küslüğe dönüşmüştü. Babalarını karşılayacak yüzleri yoktu. Üzülmemek mümkün değildi. Kalkmak üzere olan otobüse bindiğinde telefonu çaldı. Berrin Hanımdı. Acıkmış olabileceğini düşünerek, nerede olduğunu öğrenmek istemişti. Önceki gelişlerin aksine, çehreler tebessümden uzak, yemekler yavan gibiydi. Gelir gelmez sebebi eşeleyip, iyice iştah kaçırmanın anlamı yoktu. Boğucu atmosferi dağıtma görevi yine Berrin Hanımdaydı. Bir kaç soru ile sükutu bozmuş, çok geçmeden havanın değişmesini başarmıştı. ... Türkiye’den geleli bir hafta kadar olmuş, evdeki huzursuzluk iyiden iyiye açığa çıkmıştı. Düne kadar hesapta olmayan bir konu, acilen çözülmesi gerekli en önemli mesele hâline gelmişti. Acele etmek yanlışı da beraberinde getirebilirdi. Metin Bey, yöntem hususunda emin olduğunda, bir Pazar günü, kahvaltı bitiminde konuyu açtı. Herkes kendisini rahatsız eden durumları anlatacak, eleştirisini yapacak, yapılan eleştirileri dinleyecekti. Belli ki herkes böyle bir fırsat ve bu ânı beklemişti. Söz alan sonunu getiremiyor, mevzular derinleşiyordu. Metin Bey, ara ara notlar alıyor, konuşmaların bölünmesine fırsat vermiyordu. Dinledikçe, duyduklarından hayrete düşüyor, üzülüyordu. Anlatılanlar arasında önemli sayılabilecek tek bir sebep yoktu. Anlaşmazlıkların temelinde, Berrin Hanımın da önceden belirttiği gibi; bencillik, kıskançlık, düşüncesizlik, tahammülsüzlük, sabırsızlık vardı. Kızılacak, ayıplanacak bir durumdu. Eskiden olsa, Metin Bey sabredemez kızar, herkesi kırardı. Belli ki yaş alıp yaşlandıkça insan olgunlaşıyordu. Ailenin en sabırlısı Berrin Hanım işittiklerine tahammülde zorlanırken, Metin Bey sakin şekilde dinlemek ve hâlâ not almakla meşguldü. Hayret etmemek mümkün değildi. Herkes eteğindeki taşları döktükten sonra, ithamlar muhatapları tarafından cevaplandırılmış, son sözler Berrin Hanım ve Metin Beye kalmıştı. Kıskançlık, kin gibi yapısal, karakteristik meseleler kolay çözülemezdi. Metin Bey de bunun farkındaydı. Yapılması gereken, küslüğü sonlandırarak, karşılıklı saygı çerçevesinde daha dikkatli hareket etmekti. Bunun manasının konuyu zamana yaymak olduğunu herkes fark etmişti. Yapılan nasihatların kimde ne kadar tesiri olacağı bilinmiyor, herkeste yeteri kadar olması ümit ediliyordu. Toplantı bittiğinde başlangıca göre oldukça farklı bir hava olduğu kesindi. Herkes bir yöne dağılırken, Metin Bey Almanya gibi bir ülkede yetişkin üç erkek evladın eğitimi sırasında yaptığı yanlışların muhasebesiyle meşguldü. Bir şeylerin yanlış yapıldığı kesindi. O "bir şeyler"e bazen Metin Beyin hatalarının sebep olduğu da... Evde huzurun yeniden tesis edilmiş olması yeterli değildi. Kalıcı olabilmesi için yapılması gerekenler vardı. Metin Bey, severek yaptığı uzun yürüyüşler sırasında sürekli düşünüyordu. Kıskançlık zor olsa da, kin ve küslük halledilmesi gereken, çözebileceğini tahmin ettiği problemlerdi. Ne zaman küslükten laf açılsa Berrin Hanım; "sana çekmişler" der, çocukların bu zaafına sebep olarak öne sürerdi. Tamamen haksız da sayılmazdı aslında. Metin Bey kırılgan, çabuk küsen bir mizaca sahipti. Eşinin bu ithamına her defasında; "Küslüğü benden alan neden temizliğimi, titizliğimi, özeleştiri yeteneğimi, incitici olmaktan imtina eden huyumu almamış" Dese de sonuç değişmezdi. Çıktığı uzun yürüyüşlere bazen Yunus'u, bazen de Yusuf'u alarak sohbet ediyordu. Özellikle de özeleştiriler yaparak, çocuklarının hem böyle bir meziyet kazanmalarına, hem de her şeyi rahatlıkla konuşabilecek ortam sağlamaya çalışıyordu. Anne ve baba olarak çocuklarını çok sevdiklerini sadece hissettirmemiş, aynı zamanda her fırsatta da söylemişlerdi. Eşit derecede sevildiklerini bilmeliydiler. ... Metin Bey, sık sık huzurevi yetkilileriyle ve bakım elemanlarıyla görüşüyor, annesinin genel durumu ile ilgili bilgi alıyordu. Her şey yolunda gidiyor, herhangi bir problem görünmüyordu. Bu arada ağabeyi ile de görüşerek Coşkun Beyin teras kata taşınmasına ikna etmişti. Bu ihtimali dikkate aldığından, gelmeden önce eşyaları bodruma taşımış, daireyi hazır hâle getirmişti. Sert geçen kış, Berlin'e gelmekle ne kadar iyi ettiğini gösteriyordu. Son günlerde sürekli yağan kar Yalova'da yolları kapatmıştı. Aralık ayı için bile biraz fazlaydı. Hayat şartları Mehmet Beyi havaların iyice ısınmasını beklemeden taşınmaya zorlamış, İbrahim Beyin kararını bekliyordu. Bina içinde gerekebilecek muhtemel masraflar için kullanılmak amacıyla Mehmet Beyden cüzi de olsa bir kira alınması düşüncesindeydi. İstenen kira önemsiz miktarda olunca Mehmet Bey de hiç düşünmeden kabul etmişti. Komşudan aldığı anahtarla dairesine taşındıklarında Metin Bey de çok mutluydu. Binanın sahipsiz ve sessizliği tamamen son bulacak, her geliş ve gidişte büyük yorgunluk veren temizliğe geçen senelere nisbeten kolaylaşacaktı. Bu sayede nihayet bahçe rahat bir nefrs alacak, ağaçlar da verimli hâle gelebilecekti. ... Yoğun geçen bir günün yorgunluğuyla koltuğa kurulan Metin Beyin gözü sesi kısılmış olan televizyondaki görüntülere takılmıştı. Olağanüstü bir durum olduğu fark ediliyordu. Sesi az açarak izlemeye koyuldu. Haberlerde Covit 19 adı verilen tehlikeli bir virüsten bahsediliyordu. Çin'in Vuhan bölgesinde çıktığı belirtilen bu virüs ölümcül ve bulaşıcıydı. Zaten çok geçmeden hasta sayısı süratle artmaya, hastaneler yetersiz kalmaya başlamıştı. İlerleyen günler içinde bunun sıradan bir felaket olmadığı anlaşılmıştı. Televizyonlar sokaklarda, yerlere serilmiş sahipsiz cesetleri gösteriyordu, herkes korku ve panik içinde korunma çareleri arıyordu. Uçuşlar iptal ediliyor, sınırlar kapatılıyordu Alınan önlemlerle hayatın olağan akışı bozulmuş, özgürlükler olabildiğince kısıtlanmış; maske, mesafe ve hijyen herkesin ezbere bildiği kavramlar hâline gelmişti. Herkes korku filminde gibiydi sanki. Oysa izlenen film değil, gerçeğin ta kendisiydi. Maskesiz gezmek suç, tokalaşmak, sarılmak yasaktı. Bu önlemler arasında trajikomik görüntüler de ortaya çıkmaya başlamıştı. Kuyumcuların kapılarına yapıştırılan "Maskesiz Girilmez" uyarı yazısı bu örneklerden sadece bir tanesiydi. Zorlansa da, insanlar tehlikenin farkına varmış, alınan önlemlere uyma konusunda oldukça gayretliydi. Tüm dünya insanlarının ancak birlikte üstesinden gelebilecekleri bu felakette istisnai de olsa, uyum sağlamakta isteksiz, inatçı insanlar da vardı tabi. Komplo teorilerinin havada uçuştuğu bu ortamda, gelişmiş sözde medeni devletler havalimanlarında birbirlerinin sağlık malzemelerine el koymaya, hatta çalmaya başlamıştı. Gelişmeler öfkeye, devletlerarası husumete sebep oluyor, olaylar öngörülmesi zor bir hâl alıyordu. Bu hengâmede, virüsün varlığını henüz yoğun olarak hissettirmediği Türkiye, ani gelişen ve süratle yayılan pandemiden etkilenen ülkelere sağlık malzemeleri sevkiyatına başlamış, yardım elini uzatmıştı. Bu ülkeler arasında Avrupa Birliğinin güçlü bilinen devletleri de bulunuyordu. İlk dalgada Amerika, İspanya, İtalya, İngiltere bu salgından en fazla etkilenen ülkelerdi. Hastanelerin yoğun bakım istasyonları dolmuş, maske dağıtımı yetersizliği tartışmaları da beraberinde getirmişti. Her geçen gün artarak korkunç görüntülere sebep olan bu bulaşıcı virüsün beklendiği gibi kısa sürede yok olmayacağı anlaşılmıştı. Metin Bey ancak üç ay kadar dayanabilmişti. Henüz havalar ısınmamış olsa da uçuşların her an iptal edilme ihtimalini dikkate alarak, bir an önce Türkiye'ye, annesinin yanına gitmek istiyordu. Nitekim bir akşam eve geldiğinde bileti cebindeydi. Berrin Hanım eşinin ani kararlarına alıştığı için, öğrendiğinde fazla şaşırmamıştı. Tek arzusu birlikte gidebilmekti. Annesinin bakımı ve çocukların sorumluluğu sebebiyle arzusunu gerçekleştirmesi mümkün görünmüyordu. Oysa bir hava değişimine ne çok ihtiyacı vardı. … Uçak havaalanına tam vaktinde varmıştı. Yanında bavul olmadığından beklemesine gerek kalmamıştı. Pasaport kontrol kısmı da sair günlere nazaran daha az kalabalıktı. Çok sürmeden işlemler tamamlanmış, alanın dışındaydı. Az ilerleyince, feribot iskelesinden geçen otobüsün hareket etmek üzere olduğunu gördü. Koşar adımlarla ilerledi. Otobüsün yanına yaklaştığında kapılar da yeni kapanmıştı. Şoför, beklentisini boşa çıkarmamış, yarım açtığı ön kapıdan içeri almıştı. Metin Bey, güneşli havanın da etkisiyle, koltuğa oturduğunda hayli terlemiş olsa da çok mutluydu. İşlemlerin bu kadar çabuk hallolup, feribota vaktinde yetişebileceğini tahmin etmemişti. Biraz acele ederse, annesini bugün ziyaret edebileceğini düşündü. Çok da acıkmıştı. Kalan kısa süre içinde ekmek arası köfte ve ayran alıp feribota geçti. Feribot fazla kalabalık değildi. Hareket eder etmez, açık alandaki boş koltuklardan birine oturdu. Köfte-ekmeğini yerken, vatanının ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu. Emekli olan on binlerce Alman, Türkiye'ye yerleşip; doğanın, dört mevsimin, rahatın ve huzurun tadını çıkarırken, Almanya'da yaşamak zorunda kalmak acı veriyordu. Çocukların okul durumu, farklı sorumluluklar kısa zamanda dönmelerine izin verecek gibi görünmüyordu. Denizi seyrederken yine anılara dalıp gitmişti. Yapılan anons iskeleye yanaştıklarını haber veriyordu. Minibüs durakları da hemen yakındaydı. İstikamet huzurevi, annesi Zülbiye Hanımdı. Zaman, her illetin olmasa da, çoğu derdin ilacıydı. Geçen yıllar içinde Metin Bey de annesinin hastalığını, tedavisinin imkânsızlığını kabul etmiş, kanıksamıştı. İlk günlerin, ayların dayanılmaz acıları, yerini sessiz hıçkırığa bırakmıştı. Yürek yangını alevli olmasa da közleri kül içinde saklıydı. Mevcut durumu kabullenmenin ve kısmî huzurun belli başlı üç sebebi vardı; Zülbiye Hanımın Türkiye'nin en donanımlı ve güzel Bakımevinde bulunması, bakım elemanlarının güler yüzlü, gayretli ve vicdanlı olması, annesinin hasret hüznünü hissetmemesi. Metin Beyi en fazla yıpratan da bu sonuncusuydu. Ankara dönemindeki ziyaretlerin ardından, ayrılırken annesinin ardından bakışlarını unutamıyordu. Hiç bir zaman da unutamayacaktı… Gelmişti. Girişte kimlik kontrolü yapıldıktan sonra hızlı adımlarla binaya doğru ilerledi. Yıllar içinde tanıdığı bir kaç çalışanla selamlaştıktan sonra annesinin bulunduğu birinci kata çıktı. Alzheimerli hastaların bölümü tedbir amaçlı olarak kilitli bir kapı ile ayrılmıştı. Sol tarafta Doktor ve Hemşire odaları vardı. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Metin Beyi tanıdıklarından, kimseden izin alması gerekmiyordu. Kilitli kapıya yöneldiğinde hemşire ile karşılaştı; --- Merhaba Metin Bey, hoş geldiniz! --- Hoş bulduk. Almanya'dan bugün geldim. Annemin durumu nasıl? Müsait mi? Yanına gidebilir miyim? --- Tabi, görebilirsiniz. Sağlığı iyi. Yemeklerini de kendisi yiyebiliyor. Bir problem yok. Metin Bey annesinin odasına yöneldiğinde aklına uçakta doldurduğu belge ve uyarılar geldi. Kısa bir tereddüt geçirdi. Başını çevirdiğinde hemşirenin odasına henüz girmediğini fark etti; --- Merve Hanım! Bakar mısınız! --- Buyurun Metin Bey. --- Uçakta doldurduğumuz formlarda, virüs bulaşma ihtimalinden dolayı, yurt dışından gelen yolcunun hiç vakit geçirmeden kendisini karantinaya alma mecburiyeti vardı. Annemi görmemde bir sakınca var mı? Bakışlarından, Merve Hanımın şaşırdığı anlaşılıyordu. Üstelik tedirgin de olmuştu; --- Siz şurada oturun, ben Müdür Beye bir sorayım. Müdür Beyin odası alt katta olmasına rağmen, kendi odasına yöneldi. Az sonra elinde bir aygıtla geldiğinde durum anlaşılmıştı. Aleti alnına dayayarak ateşini ölçtü. Normaldi. Metin Bey ellerini dezenfekte ile temizledikten sonra uzatılan maskeyi de alarak yüzüne taktı; --- İsterseniz siz bahçeye geçin, ben Müdür Beye bir danışıp size haber veririm. Metin Bey, istese kalan üç adımlık mesafeyi de kapatıp annesi ile görüşebilirdi. En azından, araya mesafe koyarak da olsa bu hasreti sonlandırabilirdi. Ne yazık ki, durum hayli ciddi, hastalık ölümcüldü. Annesine ve beraberindeki hastalara virüs bulaştırma ihtimali büyüktü. Sorumlu davranmalıydı. Öyle de yapıyordu zaten. Bahçedeki bir banka daha yeni oturmuştu ki, güvenlikte görevli Erdoğan Bey yanında bitti. Tanışıyorlardı. Merhaba deyip, hal hatır sormak için gelmişti. Maskeli hâlini garipsediği belli oluyordu. Biraz da müstehzi bir edayla; --- Hayırdır Metin Bey, bu ne? --- Virüse karşı önlem. Yurt dışından gelenlerden bulaş riski çok fazlaymış. Ben de bugün Almanya'dan geldim de, o nedenle maske takmam gerekiyor. Hatta aramızda mesafe de olması gerek. --- Yok abi, bize evelallah bir şey olmaz. Derken, virüsü küçümsediği, olayın vahametini kavramadığı belli oluyordu. Metin Bey, yanından ayrılmanın nezaketsizlik olarak algılanacağının farkındaydı. İstemeyerek de olsa, sohbeti sineye çekmiş, lakin kısa tutmuştu. Tekrar binaya yöneldiğinde bu kez Müdür Beyle karşılaştı. Acelesi var gibiydi; --- Merhaba Müdür Bey, nasılsınız? --- Teşekkür ederim Metin Bey, iyiyim. Hoş geldiniz. Az önce hemşire hanımla görüştüm. Sizden ricam, annenizle görüşmemeniz. Şimdi güvenliğe de haber verdim. Yurt dışından gelenlere giriş yasağı getirdik. Talimatlar o yönde. Müdür Bey kibar adamdı. Emrivaki yapmaktan ziyade, kararı Metin Beye bırakmış, rica etmekle yetinmişti. Sorumlu davranacağını biliyordu. Nitekim yanılmamıştı da. Başını kaldırıp, annesinin bulunduğu odanın balkonuna baktı. Çok üzgündü. Belli ki, kader imtihanda yeni bir hüzünlü sayfa açmıştı. Yapacak bir şey yoktu. Kimliğini almak üzere güvenliğe doğru giderken, Müdür Bey Metin Beyin üzüntüsünü fark etmiş, arkasından sesleniyordu; --- Metin Bey, arzu ederseniz annenizi balkona çıkarsınlar, uzaktan görün! Fena fikir değildi. Bir an duraksadı. Annesinin balkona çıkarılması demek, yatağından indirilmesi, üzerinin giydirilmesi, iki bakım elemanı tarafından tekerlekli sandalyeye oturtulması demekti. Narin vücudunun, eklemlerinin acıyacağı kesindi. Tanımayacağı, konuşamayacağı evladını görmesinin Zülbiye Hanım için en ufak önemi, anlamı yoktu. Bir kaç saniye içinde bunları düşünmüş, kararını vermişti; --- Teklifiniz için teşekkür ederim Müdür Bey. Anneme eziyet olabilir. İnşallah, kısa zamanda durumlar düzelir de, odasında ziyaret ederim. Huzurevinin önünde minibüs durağı vardı. Yine yürümeyi tercih etti. Her adımda sıkıntısının hafiflediğini düşünüyordu. Bazen bir kerede yirmi, hatta otuz km.lik mesafe yürüdüğü oluyordu. Evden Huzurevine de bir kaç kez gidip gelmişti. Zihinsel yorgunluk, fiziksel yorgunluğun gölgesinde kaldığında geçici de olsa rahatlıyor gibiydi. ... Vakit hayli ilerlemiş, çok da acıkmıştı. Eve bu hâlde gidemezdi. Acıktığında, şayet evde yemeyecekse ayaklarının istikameti belliydi. Yine öyle oldu. Minibüsten iner inmez Tabiat Cafe'ye yöneldi. Coşkun Bey eşi İnci Hanımla yol kenarına yakın masada oturmuş, oyuncağı ile meşguldü. Cep telefonları dünyayı avuçlara sığdırdı sığdıralı, büyük küçük herkese boyun eğdirmişti. Metin Beyin gelişini ilk farkeden İnci Hanım olmuştu; --- Aaaa... Mecit Abi! Ne zaman geldin? Coşkun Bey gözlüklerinin üzerinden bir bakış fırlattıktan sonra kalkmış, bir yandan muziplik yaparken, bir yandan da masasındaki sandalyeyi çekerek yer göstermişti. --- Hayırdır Hacı Abi! Havalar ısınmadan gelmezdin! İnşallah bir problem yoktur. --- Yok... yok. Herhangi bir problem yok çok şükür. Pandemi sebebiyle gelişimi öne aldım. Sohbet sırasında, henüz vakalar artmadığından olsa gerek, virüsü pek ciddiye almadıkları anlaşılıyordu. Söz konusu Türk milleti olduğuna göre bunda yadırganacak bir durum yoktu. Nitekim dayısı da görüşme sırasında "Yok be yav, Müslümana virüs dokunmaz!" demişti. Cahil cesareti böyle bir şeydi muhtemelen. Yemeğin üstüne bir Türk kahvesi de iyi gelmişti. Artık gitme zamanıydı... ... Daha geleli üç gün olmuştu ki, önlemler çerçevesinde Almanya Türkiye arasındaki uçuşlar da askıya alınmıştı. Haberlere göre Almanya'da da halk temizlik malzemelerine hücum etmiş, raflarda tuvalet kâğıdı kalmamıştı. Olan yerlerde ise satışa sınırlamalar getirilmişti. Bir kişiye bir palet tuvalet kâğıdı! Daha düne kadar filmlere senaryosu yazılsa abartılı bulunulacak manzaralar gün geçtikçe sıradanlaşıyordu. İnsanlar, sahip olduğu nimetlerin çokluğunu ve kıymetini kaybettikçe anlamaya başlamıştı. Şen şakrak çocukların cıvıltısından uzak parklar sessizliğin koyu karanlığına gömülmüş, hüzünlüydü. Böyle bir ortamda şehrin gürültüsünden uzak, geniş bahçeli ferah bir evde yaşama imkânı servet niteliğindeydi. On dakika mesafede bulunan Gökçedere Barajı ve çevresindeki yeşil alan Metin Beye ilaç gibi gelmişti. Neredeyse her gün yürüyüşe çıkıyor, kuş cıvıltıları arasında mis kokulu tertemiz havayı teneffüs ederek neşe içinde evine dönüyordu. Annesini ziyaret edemese de yakınında bulunmanın huzuru vardı. Yalnızlığın verebileceği rahatsızlığı kaleminin dostluğuyla gideriyordu. Kardeşinin Yalova'da olması İbrahim Bey için de güzel bir fırsattı. Pandemi günlerinde Ankara'da kalmaktansa, Yalova'ya gitmek daha mantıklı ve güzeldi. Zaten bir hava değişimine ihtiyacı da vardı. ... Dokunamasa bile, uzaktan da olsa annesini görebileceğini ümit eden Metin Beyin bütün umutları Dr. Kader Hanımla yaptığı görüşme ile tükenmişti. Bir ay diye öngörülen süre süresiz hâle gelmişti. Uzaktan görüşmek bir yana, bakım elemanları için dahi sıkı önlemler getirilmişti. Çalışanlar iki hafta boyunca Huzurevinde kalıyor, iki haftada bir vardiya değişiyordu. Yaşlıların virüse yakalanma ihtimali büyük, bağışıklık sistemleri zayıftı. Ayrı bir özen ve dikkat gerektiriyordu. Kuralları kabul etmekten başka yapacak bir şey yoktu. Yalova'da yaşamaktan mutlu olsa da, annesini görme ihtimali ortadan kalkınca Metin Beyin burada kalması doğru olmazdı. Bu zor dönemde ailesinin yanında bulunmalıydı. Ağabeyinden gelen telefon gidişini ertelemesi gerektiğini gösteriyordu. İbrahim Beyler iki gün sonra geliyordu. Metin Bey tüm listeyi bir kez daha kontrol etti. Sebze meyvenin yanı sıra kuruyemiş de ihmal edilmemişti. İbrahim Bey, eşi Behiye Hanım ve kayınvalidesi Kudret Hanım bahçe kapısından içeri girerken bulgur pilavı da pişmiş, menü hazırdı. Maske ihmal edilse de, pandemi sebebiyle mesafeli durmakta fayda vardı. Bu bulaşıcı virüsün şakası yoktu. Pençesine düşenler korkunç şekilde kıvranarak, acı çekerek ölüyordu. Garipseseler de, uzaktan merhabalaşmaya dikkat ederek, birlikte İbrahim Beyin gelirken getirdiği malzemeleri araçtan eve taşıdılar. Behiye Hanım ev işlerinde oldukça becerikliydi. Gelirken leziz kurabiyelerin yanı sıra soğutucunun içine ev yoğurdu, bir kaç kavanoz salça koymayı da ihmal etmemişti. Abartılmadığında zaman zaman yalnız kalmanın da ayrı bir güzelliği vardı. Lakin insanı mutlu eden, sevdiği, değer verdiği insanlarla birlikte olmak; aynı ortamı, aynı sofrayı paylaşmak, demli bir çayı yudumlarken sohbetin tadına varmak, aynı havayı solumaktı. Tekdüzelikten kurtulan hayatı Metin Beye ilaç gibi gelmişti. Kudret Hanımın ilerleyen yaşı ve sağlığı gezmeye elvermediğinden Behiye Hanım genellikle evde annesiyle kalmak zorunda olsa da, Metin Bey ağabeyi ile sık sık uzun yürüyüşlere çıkıyor, yol boyunca sohbet ediyorlardı. Hayat şartları bugüne kadar böyle bir imkân sunmamıştı. Abi kardeş adeta yeni tanışıyor gibiydiler. Her geçen gün birlikte olmaktan, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan büyük mutluluk duyuyorlardı. Bir hafta kadar geçmişti ki, yapılan değerlendirmeler sonucu huzurevlerine ziyarete müsaade edilmişti. Gerçi uyulması gereken kurallar vardı, ancak Metin Bey buna da razıydı. Annesini görmeyeli üç aydan fazla olmuştu. Nihayet Berlin'e dönmeden annesini bir kez daha görebilecekti. İbrahim Bey Kurum'dan Dr. Kader Hanımla konuşmuş, gereken randevuyu da almıştı. Heyecan ve büyük bir mutluluk içinde -her zamanki gibi- küçük kaplara taze meyvelerden koymuş, bakım elemanlarına teslim edilmek üzere yumuşak kuruyemişlerden de hazırlamışlardı. Zülbiye Hanım "kıpır kıpır" diye nitelediği kuruyemişleri oldum olası çok severdi. Artık fındık, badem yiyemese de; dut kurusu, kuru kayısı, kuru üzüm, az da olsa ceviz içi yiyebiliyordu. Bu sayede güçten düşmemiş, tamamen yatağa bağımlı hâle gelmemişti. Hatta zaman alsa da, kendi kendine de yiyebiliyordu. Kurum'a yaklaştıklarında İbrahim Bey telefon ederek on dakikaya kadar orada olacaklarını haber vermişti. Arabayı park ederken bakım elemanı da Zülbiye Hanımı tekerlekli sandalye ile nizamiyenin bulunduğu bölüme yaklaştırmış, çite iki metre mesafede bekliyordu. Arada engel olsa da daha fazla yaklaşmak yasaktı. Metin Bey, her gelişte olduğu gibi, bu kez de annelerinin nasıl tepki vereceğini merak ediyordu. Zülbiye Hanım gelenleri gördüğünde kollarını açmış, "yavruuuum!" derken çok sevindiğini göstermişti. Böyle hastaların bilinçli bir bakışı, bir tebessümü bir ömre bedeldi. Mutluluk vesilesiydi. Çok şükür, anneleri gelenleri tanımıştı. Çocuklarının mutluluğu görülmeye değerdi. Metin Bey öne doğru hamle yaparak; --- Anacığııım... Nasılsıın? Bak, sana abimi getirdim. Canım anam, seni çok seviyorum. Zülbiye Hanımın çocuklarını sarmak, kucaklamak için açılan kolları boş kalmıştı. Virüs denen belâ, hasta bir ananın evlatlarını bağrına basmasına müsaade etmemişti. Havada bir süre asılı kalan kollar yorgun şekilde dizlerine düşmüştü. Zülbiye Hanım ne bulaşın farkındaydı, ne de yasakların. Anlamını bilmediği, hiç bir zaman da bilemeyeceği bir tuhaflık vardı. Bakışları boşluğa takılmış, artık konuşulanlara da tepki vermiyordu. Ne düşündüğü bir muammaydı. Öyle de kalacaktı. Zülbiye Hanımın az önceki neşesinden eser kalmamış, mimiklerin kaybolduğu çehresinde bakışlarına bulutlar çömüştü. Metin Beyin tüm gayretleri boşa gitmiş, Zülbiye Hanım avcuna konan kuruyemişlere konsantire olmuştu. Metin Bey her şeye rağmen, her zaman olduğu gibi yine "Buna da şükür, Allah bu günlerimizi aratmasın" diyordu. Çıkılan hayat merdiveninin bundan sonraki her basamağının çok daha zorlu ve hüzünlü olacağının farkındaydı. Süratle dünya geneline yayılan bulaş birçok kısıtlamaları beraberinde getirse de Metin Beyler pek etkilenmiyordu. Bunda şehir merkezinden uzakta, sakin bir muhitte oturmalarının yanı sıra, evin bahçeli ve geniş, on dakika mesafede de baraj bulunmasının önemi büyüktü. Özellikle de barajı çevreleyen orman nefes almak, dinlenmek için mükemmel imkânlar sunuyordu. Bir-iki saatlik mesafeler ve hep aynı güzergâh kesmiyordu artık. Planda baraj çevresindeki geniş ormanlık alan gezisi vardı. Yürümekten mutluluk duyanlar için bundan güzel ne olabilirdi! Sabah mükellef bir kahvaltı sonrası hazırlık başlamıştı. Dönüş vakti kestirilemeyen bir gezi için yiyecek ve içecek eksik olmamalıydı. İbrahim Bey bu konuda tecrübeli ve dikkatliydi. Bir gün önceden hazırladığı listeye göre götürülecekleri sırt çantalarına yerleştirirken, Metin Bey de çayları termoslara doldurmuş, büyük bir keyifle ağabeyini izliyordu. Gıpta ediyordu aynı zamanda. Ne bir telaş, ne ellerde titreme... Eli her işe yatkın ve oldukça becerikliydi. Malzemeleri teker teker kutulara yerleştirirken dahi, hacimden tasarruf ediyor, boşluk bırakmıyordu. Her şey tamamdı. Papatya tarlası gibi sarp bir patika yoldan çıkarak, kestirmeden baraj girişine vardıklarında daha şimdiden terlemişlerdi. Yakıcı bir yaz günüydü. Ağaç gölgesinin olmadığı açık alanlarda güneşin insafı yoktu. Şapka giymekle ne iyi etmişlerdi. Kilidi kırık eskice sürgülü kapı araç geçişlerine engel olsa da, yan tarafındaki boşluk yayaların geçmesi için müsaitti. İçeri girmeden önce İbrahim Bey telefonundan arkadaşını arayarak, ormana girdiklerini, akşam saat altıya kadar aramazsa jandarmayı durumdan haberdar etmesini tembihlemeyi de ihmal etmemişti. Bu arada gözüne kestirdiği baston boyunda iki ağaç parçasının mukavemetini test etmiş, sağlamlığından emin olunca birini kardeşine vermişti. Metin Beyin bakışlarındaki soru ifadesini görünce; --- Burası orman. Ne ile karşılaşacağımız belli olmaz. Çıkana kadar yanından ayırma! Metin Bey sopayı alırken ağabeyinin mimiklerini okumaya çalışıyordu. Gerçi çevre köylülerden bu ormanda çakal, kurt, ayı ve domuz olduğunu duymuştu ama pek ciddiye almamıştı. Ağabeyinin yüz ifadesi de hiç şaka yaptığı izlenimi vermiyordu. Aklına birden, avcıların belli zamanlarda av köpekleriyle ormana gittikleri geldi. Ufak bir heyecan başlamıştı. Sopayı aldı. Bir de kendisi inceledi. Muhtemel bir ayı için pek bir zararsız görünüyordu. Ağabeyinin sopası daha kalın ve sağlamdı. İçine sinmemişti. Etrafa bir göz atınca, ormandan çıkanların kenara attığı çok daha sağlam bir ağaç parçası gördü. Eline de yatmıştı. Kavradığında, kendisini savaşa hazır nefer gibi hissediyordu... Dar aralıktan içeri doğru süzülürken, her ikisi de, ilk kez girdikleri bu ormanda gezinin ne kadar süreceğinden habersizdi. Metin Bey, hiç hesapta olmayan tehlikenin etkisiyle çevreyi inceliyordu. Bir kulağı ağabeyinin anlattıklarında, tüm dikkati ağaçlardaydı. Kuş cıvıltıları arasında ilerlerken rast geldikleri ilk hayvanlar arılar ve karıncalardı. Etrafta kimse yoktu. İbrahim Bey verilen cevaplardan kardeşinin tedirginliğini fark etmişti. Günler öncesinden yağan yağmurlar yüzünden yol üzerinde çukurlar gölete dönüşmüş, toprak henüz yumuşaktı. Dikkat etseler de ayakkabıların altı ve yanlarına bulaşan çamur yürümeyi zorlaştırıyordu. Yaklaşık üç saat sonra içme suyunun yarısı tükenmişti. Artık ihtiyatlı olmakta, suyu tasarruflu kullanmakta fayda vardı. İbrahim Bey sol taraftan aşağıya doğru dar bir patika yolu fark etmişti. Az ilerleyip incelediğinde barajı çevreleyen nisbeten genişçe bir alana çıktığını gördü. Yer yer dikenli çalılara ve bayır aşağı kaygan zemine rağmen o bölüme inmeye karar verdiler. Yakınlardan bir yerden su sesi geliyordu. Kulak kabartıp o yönde ilerleyince yanılmadıklarını anlamışlardı. Ufak bir pınardan buz gibi su akıyordu. Metin Beyin tedirginliğinden eser kalmamıştı. Pınardan su içip serinlerken yabani hayvanları unutmuşa benziyordu. Damacanaları da doldurup aşağıya indiklerinde gölet çevresindeki ıslak zeminde gördüğü izler unuttuğunu hatırlatmakla kalmamış, endişe yaratmıştı. Gördüklerinin ayak izi olduğu kesindi. Kesin olan bir başka hususta, bu ayak izlerinin insanlara ait olmadığı! Az ötedeki öbek öbek taze dışkı ise yapılan tahmine açık delil niteliğindeydi. Göz ucuyla ağabeyine baktı. Tedirgin görünmüyordu. Korku emaresi sayılır düşüncesiyle endişesini dile getirmemeyi tercih etse de, tuttuğu sopayı daha sıkı kavramış gözleri sürekli çevreyi tarıyordu. Özellikle de taze dışkı izi neşesini kaçırmıştı. Hafızasını yokluyor, belgesellerde gördüğü ayı dışkısına benzeyip benzemediğini bulmaya çalışıyordu. Çalıları yarıp açık alana çıktıklarında soruların cevabı önlerinde geviş getiriyorlardı. Evet, izlerinden endişe büyüttüğü o hayvanlar, etiyle sütüyle beslendiği ineklere aitti. Yanlarında bir kaç öküzün olması sonucu değiştirmiyordu. Ağabeyinin muzip gülümsemesi mahcubiyetini artırmıştı. İki yüz metre kadar uzakta otlayan koyun sürüsü endişeye mahal olmadığını gösteriyordu. Çoban köpeği dahi yattığı yerden kalkmaya tenezzül etmemiş, sadece başını kaldırıp gözleriyle takip etmekle yetinmişti. "Anlatılanlar... Duyduklarım... Hikâye miydi acaba?" Diye geçirdi içinden. Avcıları, av köpeklerini hatırladı yeniden... Ağabeyinin sesiyle düşünceleri dağıldı; -- Metin, bak şurası oturup dinlenmek için uyguna benziyor. Ne dersin? Yemek oldu mu akan sular dururdu. Hele de baraj manzaralı, yemyeşil doğanın kucağında böyle bir soru sormak hece israfı sayılırdı. --- İyi fikir Abi. Şu taraftan ses geliyor. O tarafa gidip bir bakalım istersen. Elli adım kadar ilerlediklerinde şelalemsi bir manzarayla karşılaştılar. Dağın yamaçlarından akan sular ağaçlar arasındaki bu şirin oazede gölet oluşturmuş, koca bir kaç kaya üzerinden baraja doğru akıp gidiyordu. Piknik için bundan mükemmel yer olamazdı. Çantaları çıkarıp kenara koydular. Çok geçmeden sofra olarak kullanmaya uygun nisbeten düzgün bir kaya parçası da bulmuşlardı. İbrahim Bey malzemeleri yerleştirirken Metin Beyin mutluluğuna diyecek yoktu. Lise yıllarında arkadaşıyla gittiği Belgrat Ormanı gezisinden bu güne böyle bir ortam bulamamıştı. Son senelerin hüzünlü, yorucu, yıpratıcı günlerinden sonra ağabeyi ile bu gezi, bu ortam çok iyi gelmişti. Kan şekerindeki yükseklik sebebiyle beslenmesine olabildiğince dikkat eden Metin Bey, önemli günler için sakladığı istisnalardan birini harcarken umursamaz görünüyordu. Ağabeyinin hazırladığı zeytin, peynir, domates takviyeli yarım ekmek, demli çayın da yardımıyla on dakikada yer değiştirmiş, kayıplara karışmıştı. Hurmalarla ağızlar tatlanırken, paçaları dizlere kadar sıyrılmış çıplak ayaklar yol yorgunluğunu suya bırakmakla meşguldü. Yol boyunca devam eden sohbet hız kesmeden sürüyordu. İbrahim Beyin son sorusu Metin Beyin seneler içinde kabuk bağlayan yarasını kanatmıştı; --- Üniversiteyi neden yarıda bıraktın? Soruyu soran sıradan biri olsa kısa bir cevapla geçiştirebilirdi. İçinde bir ukde olarak kalan gerçekleri bilmek ağabeyinin hakkı, vakit de müsaitti. Bakışlarından, bir zaman tünelinden geçerek yirmili yaşlara demir attığı anlaşılıyordu. Anlamı kalmasa da, cevabın hazin hikâyesi yine bir "keşke" ile başlamıştı; --- Keşke anarşi sebebiyle babam hayatımızdan endişe edip, beni Almanya'ya, yanına almasaydı. Yokluğa, yoksulluğumuza rağmen yurdumda kalmayı tercih ederdim. Şöyle geriye dönüp baktığımda, ülke değiştirmemin bana hiç yaramadığını düşünüyorum. Gerçi Almanya'da da aynı azim ve gayretle lisan öğrendim, üniversiteye giriş imtihanını kazandım ama maalesef devamı gelmedi... Getiremedim. Oysa ilk aylarda derslerime yoğun olarak çalışıyor, hatta bazen geceleri uyumadan sabahladığım da oluyordu. Bazı imtihanlarda yanımdaki Almanların benden kopya çekmeleri, emeklerimin boşa gitmediğini gösteren delil niteliğindeydi... Mutluluk veriyordu. Ne yazık ki bu başarım uzun sürmedi. Dördüncü semestirin sonlarına doğru babam, annem ve Kadri arabayla Türkiye'ye tatile gelmişler, bir ay kadar kaldıktan sonra dönüyorlardı. Yola çıkarken babam beni aramış, ben de harita üzerinde tahmini olarak gelişlerini takip ediyordum. Biraz da annemin yemeklerine olan özlemimden olsa gerek, kavuşacağımız için çok mutluydum. Son telefonlaşmamızın üzerinden yarım saat kadar geçmişti ki telefon çaldı. Kısa bir sessizlik oldu. Metin Bey o günü, o anları yeniden yaşıyor gibiydi. --- Arayan babamdı. Konuşurken ağlıyordu. Yugoslavya'da trafik kazası geçirdiklerini, kendisinin kaburgalarının, Kadri'nin kolunun ve ayağının kırıldığını, hastanede olduklarını söyledi. Annemin durumu nisbeten iyiydi. Daha söyleyeceklerini tamamlamadan hatlar kesilmiş, donup kalmıştım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Aradan üç dört saat geçmişti ki yine telefon çaldı. Ses tonundan ve söylediklerinden çaresizlik ve perişanlığı hissediliyor, anlaşılıyordu. Hastane diye getirildikleri yerde durum vahimdi. Odalarında sigara izmaritlerinden bahsediyor, bir an önce Almanya'ya intikalleri için ne gerekiyorsa yapmamı istiyor, adeta yalvarıyordu. Tarifi imkânsız duygular içindeydim. Sorumluluğun ağırlığı en az üzüntüm kadar büyüktü. Neyi nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum. Becerebildiğim kadarıyla babamı sakinleştirmeye, umut vermeye çalıştım. Telefonu kapattıktan sonra hemen evdeki evrakları önüme yığdım. Hem özel sigortamızı, hem de böyle durumlar için ülke çapında servis veren araba sigortasını bulup görüştüm. Bu arada konsolosluğa da haber verdim. O zamanlar Yugoslavya henüz daha Doğu Blokta yer alan fakir bir ülkeydi. İşlemlerin halli tam on bir gün sürmüştü. Bu süre içinde, hurdaya dönen arabadaki eşyaların tamamı çalınmış, teyp bile yerinden sökülüp alınmış. Tutulan tercüman da sahtekâr çıkınca hiç bir hak talep edememişler. Sonradan öğrendik ki, o geçiş güzergâhında tırlar kasten kazaya sebep olarak soygun yapıyorlarmış. Ne arabayı, ne de eşyaları düşünüyorduk tabi. Böyle bir kazadan bu halde bile kurtulabildikleri için Allah'a şükrediyorduk. Yugoslavya'dan uçakla Berlin'e getirildiklerinde kendilerini cennete gelmiş gibi hissetmişlerdi. Orada o kısa süre onlara asırlar gibi gelmiş, çok büyük acı ve sıkıntılar çekmişlerdi. Berlin'deki hastane yetkilileri kırılan kol ve bacak alçılarının ilkelliğini görünce hayrete düşmüşlerdi. Babamın ve Kadri'nin tedavileri aylarca sürdü. Yapılan, yapılması gereken bir sürü masraf, halledilmesi gereken bürokratik işler vardı. Bir iş bulup çalışmam, aileyi geçindirmem gerekiyordu. Sabahın erken saatlerinde üniversitenin iş bulma bölümünde sıraya girer kura çekerdik. Numaramızın uygunluğuna göre bazen saatlik, bazen de günlük işler alır, ihtiyacımızı karşılardık. Bu arada imtihan günleri gelip geçmiş, okulla aram açılmıştı. Nihayet günün birinde güzel bir numara çekmiştim. O günkü şansıma(!) bu numara ile her gün on bir saat çalışmayı gerektiren bir aylık bir iş alabilmiştim. Çok da sevinmiştim. O bir ay, şefin memnuniyetiyle önce üç aya, sonra da senelere dönüştü. Ücretin dolgun olması üniversiteyi iyice asmama sebep oldu. Her şeyin bir vakti vardı. Kaybolan heves, araya giren başka sebepler üniversite defterini tamamen kapatmama yol açtı maalesef. Büyüyen keşkeleri kader silgisi ile silsem de, aynı dönemde üniversiteye gittiğim arkadaşlarımdan bazılarının kat ettikleri mesafeleri ve mesleklerindeki büyük başarıları gördüğümde gıpta etmiyorum desem yalan olur. İbrahim Bey sırtüstü uzanmış güneşlenirken, anlatılanları ilgiyle ve dikkatle dinliyordu. Uzun bir sessizliğin ardından Metin Bey yine devam etti; --- Biliyor musun Abi! İnsanın vatanı gibisi yok. Bana kalsa, bugünkü aklım olsa teröre rağmen ülkemde kalır, hayat mücadelemi burada verirdim. Muhtemelen daha da başarılı olurdum. Berlin beni çok yordu, çok yıprattı. Yaşadığım zorlukları ve çektiğim sıkıntıları tahmin ve tahayyül dahi edemezsin. Öyle zamanlar oldu ki; parasız pulsuz, bazen haftalarca evsiz kaldım. Günlerce parklarda, ya da, kapısı kilitsiz binaların çatı katlarında merdiven üzerine serdiğim kartonlar üzerinde geceledim. Daha da acı olan neydi biliyor musun; ben bu şekilde yaşarken babam henüz hayattaydı! İbrahim Bey hayretler içindeydi. Metin Bey hikâyenin burasında tereddüde düşmüştü. Devam etse anlatacakları babasının ruhunu incitebilirdi. Oysa babasını tüm haksızlıklarına rağmen çok seviyor, dualarından hiç eksik etmiyordu. Zamanın zor döneminde küçük bir köyde ilkokulu dahi bitirme fırsatı bulamaması, cahil kalması babasının suçu değildi. Yaptığı hatalar, haksızlıklar bilerek ve isteyerek olmamıştı. Çocukken yediği her dayaktan sonra gittikleri dondurmacı bunun kanıtı gibiydi. Gururu özür dilemesine engel olsa da, dondurmalar haksızlığının itirafı, özür beyanı niteliğindeydi muhtemelen. Ardından hayırla yâd etmek varken, geçmişi eşelemek olmazdı. "Bunun teferruatı bende kalsın Abi" Dediğinde İbrahim Bey sebebini tahmin etmiş, ısrara gerek görmemişti. Günlerce süregelen sohbetlerden, özellikle de bugün anlatılanlardan sonra birbirleri hakkında çok az şey bildikleri anlaşılıyordu. Bunu, sadece verilen hayat mücadelesi ve çekilen zorluklar ile açıklamak mümkün değildi. İhmal olduğu da inkâr edilemez bir gerçekti. Güneşin yakıcılığı kaybolmuş, hava serinlemişti. Karanlık çökmeden geri dönmeliydiler. Lakin "nasıl" sorusunun cevabı henüz bilinmiyordu. Ya üç saat süren aynı yoldan geri gideceklerdi, ya da ilerleyip ormandan başka bir çıkış kapısı arayacaklardı. Bulamazlarsa karanlıkta ormanda kalma, kaybolma ihtimali vardı. Çalılar arasından gelen ses üzerine aniden irkildiler. Sanki bir yırtıcı hayvan çıksa çok faydası olacakmış gibi, eller gayriihtiyari sopaları kavramış, pür dikkat kesilmişlerdi. Üzerinde sadece bir şort olan, vücudu güneşten kararmış kırk yaşlarında biri görününce rahatlamışlardı. Tanışma faslı uzadıkça, güneşli günlerde buraya gelen civar köyden biri olduğu anlaşılmıştı. Barajı besleyen dere ağzındaki su birikintisi serinlemek için en ideal yerdi. Daldan dala gerilmiş iğreti bir ipte asılı birkaç eski havlu ile bir ayağı kırık taburenin de Azmi isimli bu kişiye ait olduğu anlaşılmıştı. Kısa cümlelerle konuşan Azmi Beyin çehreye sabitlenen bakışları oldukça tuhaf ve esrarengizdi. İkram edilen meyveleri yerken, kısa yoldan eve nasıl döneceklerini de tarif etmişti. Çöpler poşete, malzemeler çantalara konmuş, artık gitme vaktiydi. Vedalaşıp ayrıldıklarında akşam olmak üzereydi. Sık ağaçlar ve çalılar arasından yokuş yukarıya ilerlerken kalan son suları da tükenmişti. Yaklaşık iki saatlik bir tırmanma sonrası nihayet tarife uygun dar patika yoluna varmışlardı. Kıvrılarak uzayan bu yolun sonuna yaklaştıklarında gördükleri manzara Metin Beyi de, ağabeyini de oldukça şaşırtmıştı. Az sonra, sadece kadınlardan oluşan on kişilik bir grup, spor kıyafetleri içinde seri adımlarla yanlarından geçerken ikisinin de kafasında aynı soru vardı; O ana kadar gezmenin cesaret ve tedbir gerektirdiğine inandıkları ormanda kadınlar sopa dahi taşımadan hem de bu vakitte nasıl dolaşabiliyordu? Tehlikesiz bir ormanda gün boyu ellerinde sopayla dolaşmak sanki gururlarına dokunmuş gibiydi. Şaşkınlığı geçen Metin Bey elindeki sopayı kenara fırlatırken İbrahim Bey de espiri için uygun bu ânı kaçırmamıştı; --- Say ki gezen bu kadın grubunu görmedik. Kimseye bahsetmeyelim! "Fena fikir değil" derken Metin Bey de gülümsüyordu. Sıra dışı güzellikteki bu günü yâd ederken anıların içinde ayı, çakal, kurt olmasa da, en azından korkusu, gizemi kalmalıydı. Gördükleri koyun sürüsü ile bir kaç inekten bahsetmenin cazip tarafı yoktu. Pandemi ortamında büyük şehirlerin gürültüsünden ve kalabalıktan uzak şirin bir köyde yaşamanın güzelliği her geçen gün daha da iyi hissediliyordu. Bu vesileyle keşfettikleri orman adeta terapi niteliğindeydi. Uzun yürüyüşler, derin sohbetler, demli çay eşliğinde iştahla yenen sandviçler artık rutin olmuştu. Bu mutluluğu gölgeleyen; virüs sebebiyle Bakımevinin ziyarete yeniden tamamen kapatılması, sağlık durumunun Behiye Hanımın uzun yürüyüşlere müsait olmamasıydı. Önceden alınmış doktor ve hastane randevularının vakti gelmişti. İbrahim Beyler Ankara'ya hareket ederken, pandemi sebebiyle iptal edilen uluslararası uçuşlar Metin Beyi Yalova'da mecburi ikamete zorlamıştı. Günden güne artan kısıtlamalar ve belirli gün ve saatlerdeki sokağa çıkma yasakları Metin Beyi nice şehirlere nisbeten rahat olan bu ortamda bile bunaltmaya başlamıştı. Bir yandan aktarmalı da olsa Berlin'e dönüş fırsatı araştırırken, öte yandan, Yalova'dan ayrılmadan -uzaktan da olsa- annesini bir kez daha görebilmenin çaresini arıyordu. ... Metin Bey artık uçuş imkânı bulabilme ihtimaline göre günübirlik alışveriş yapıyordu. Bugün de yine eksikleri tedarik etmiş eve dönüyordu. Gün ortasında aniden kararan hava, güneşe set çeken kara bulutlar şiddetli bir yağmurun habercisiydi. Nitekim minibüs eve yaklaşırken aracın silecekleri çalışmaya başlamıştı. Haziran ayında kar gören gözler için Ağustostaki fırtınanın yadırganacak yanı yoktu. Çok şey gibi mevsimler de değişmiş, küresel ısınma yaşamı tehdit etmeye başlamıştı. Kutuplarda eriyen buzullar tehlikeyi haber veriyordu. Kar yağışı ya da kavurucu sıcaklar artık sıra dışı, takvimlerin keyfine göre gibiydi. Orman gezintileri sırasında bunu yakından görmüşlerdi. Yalova'yı sulayan Gökçedere barajı bu sene de can çekişiyordu. Kulakları sağır edercesine çakan şimşeklerle gökyüzünün homurtusu minik serçeleri de ürkütmüş, küçük yüreklerine korku salmıştı. Telaşla çalılar arasında gözlerden kaybolurken Metin Bey de çok ıslanmadan eve varmıştı. İnsanın sığınacak bir yuvası, çatısı sağlam huzurlu bir evi olması ne büyük bir nimetti. Gelişen dünyamızda, modern (!) çağımızda bundan yoksun ne kadar çok insan vardı kim bilir... Metin Bey yağmuru, yağmur sesini çok seviyordu. İzlerken, beş altı yaşlarındayken oturdukları bodrum katının arka bahçesindeki merdiven altındaki küçük boşluğa saklanıp sağanağı seyrettiği günleri anımsıyordu. Sıcak günlerde aniden bozan havanın ardından yağan dolu toprağı döverken merdiven altındaki o küçücük boşluk ne güzel korunaktı. Sığınak! Dünyaya merhaba diyen her canlının aradığı hakikatte bu değil miydi! Daha doğuştaki şefkat kanadı, sevgi sıcağı... Ana kucağı! Hava kadar elzem, su gibi aziz. Ne yazık ki bir o kadar iğreti! Muvakkaten! Merdiven altındaki o küçük boşluk da, tandır sıcağı da... Ana kucağı da... ... Metin Bey aceleyle kahvaltılık bir kaç lokma yiyecek hazırlayıp balkondaki yerini almıştı. Çok acıktığında demlemek yerine poşet çayla idare ederdi. Bir poşet yeşil çayı bardağa koyduğunda bulutlar da kasavetin yüküne daha fazla dayanamamış, selini salmıştı. Az ötedeki dağların dorukları henüz daha dumanlı daha bir heybetliydi. Yaz yağmurunun tadı bir başka güzel, doyumsuzdu. Bir süre sonra telaşı geçmiş, incitmeden, toprağı okşarcasına yağıyordu. Karanlığın sebebi artık bulutlar değil, ilerleyen vakitti. Akşam olmuştu. Metin Bey bugün de yine televizyona bakarken düşüncelere dalmıştı. Her gün dinlediği pandemi haberleri ve yorumlar artık sıradanlaşmıştı. Bu virüsün gitmekte acelesi yok gibiydi. Hatta değişik ülkelerde çoğalan mutasyonlar bu gezegeni mesken tuttuklarını gösteriyordu. Kalan çaydan son yudumu alırken telefon çaldı. Arayan Kurumdan hemşire Hacer Hanımdı; --- Merhaba Metin Bey. Az önce annenizi yarın sabah Devlet Hastanesine götüreceklerini öğrendim. Bazı tetkikler yapılacakmış. Burada ziyaretçiye izin verilmese de belki hastanede görebilme imkânınız olabilir. Haber vereyim dedim. --- Teşekkür ederim Hacer Hanım. Söylemeniz iyi oldu. Yarın gider, görme fırsatı bulurum inşallah. Nesi varmış? --- Son zamanlarda iştahsız. Geceleri de pek uyumuyor. Biraz kilo kaybetti. Kan tahlili de yapacaklar galiba. Art arda sorular gelince Hacer Hanım Metin Beyin endişelendiğini anlamıştı. --- İsterseniz görüntülü arayıp annenizi göstereyim Metin Bey. Henüz uyumadı. --- Mümkünse çok iyi olur. Hacer Hanım telefonu kapayarak görüntülü aramıştı. Zülbiye Hanım oldukça zayıflamış, avurtları çökmüştü. Çukurlarına çekilen gözleri çehresini hayli değiştirmişti. Aylar önceki ışıltılı bakışlardan eser kalmamıştı. --- En son tartıldığında kaç kiloydu? --- Kırk üç kiloydu Metin Bey, ama endişe etmeyin. Takviye mamalarla beslemeye başladık. Yakında inşallah kendisini toparlar. Metin Bey her zamanki gibi, seslenerek annesine tebessüm ettirmeye çalışsa de bu kez başaramamıştı. Mimikler donuk, bakışları solgundu. Yorgundan öte, bitkin görünüyordu. Hâli, Ankara'daki bakımevinden ayrıldıkları günü hatırlatıyordu. Tükenmiş gibiydi. --- İlginiz ve yardımlarınız için teşekkür ederim Hacer Hanım. Yarın hastanede görüşürüz inşallah. Hayırlı akşamlar. --- Hayırlı akşamlar Metin Bey. Annesinin aşırı kilo kaybı ve bitkinliği Metin Beyi derinden etkilemişti. İnsan neden kaçarsa ona tutuluyor, en çok arzu ettiğinden imtihana çekiliyordu. Kaçtıkça yakalandığı üzüntüler yüreğini yormuştu. Eridiğini gördükçe Metin Bey de annesi ile birlikte eriyordu. Avcunda kalan son tesellisi uzaktan da olsa annesini görebilme ihtimaliydi. Beterin beteri vardı. Hortumla beslenmek zorunda olmadığına şükrediyordu. Gayriihtiyari çevirdiği kanaldaki belgesel dikkatini çekmişti. Ağacın gövdesinden yukarı doğru sürünen koca bir yılan kuş yuvasını gözüne kestirmişti. Tehlikenin farkına varan ağaçkakanlar yavrularını korumak için çırpınıyor, çığlık atarken bir yandan da sivri gagalarıyla yılanı yolundan vazgeçirmeye çalışıyordu. Her dalış daha etkili, daha kararlıydı. Çabalar olumlu sonuç vermişti. Özellikle başına aldığı darbelerden sonra yılan pes etmiş, yön değiştirmişti. Can tatlıydı ve her nefes bir mücadele gerektiriyordu. Bitkiler dahi bünyelerindeki salgılarla, kokularla bu savaşın içindeydi. Kazananlar ancak direnenler içinden çıkıyordu. Bu kuş gibi! Zülbiye Hanım da böyle çabalamış, böyle çırpınmıştı. Dört evladını sadece yokluğun, yoksulluğun değil, terörün pençesinden de koruyup gözetirken kim bilir ne zorluklara göğüs germiş, ne acıları yüreğine gömmüştü. Gurbette ekmek parası peşinde debelenen eşinden ayrı geçen on koca sene! Sökülen eski çorapların ömrü iğne iplikle uzatılırken, sayısız eksikleri sevgi tamamlamıştı. Herkesin annesi değerliydi de Zülbiye Hanım Metin Beyin nazarında eşsizdi. Katıksız kalan ekmeğin arasına kesme şeker koyduğunda da böyleydi, okulda beslenme çantasından ekmek ve elma çıkarken de. Elli, elli beş sene sonra o günleri hatırlarken, yaşanan o yoksulluğun üzüntüsünü hissetmemek! Ne güzel! Ne büyük başarı! Tek istisnası vardı anılarında. Okulda, teneffüslerde kantin önündeki kalabalıklardan sucuklu tostlara sayısız el iştahla uzanırken yutkunmayı hazmetmişti de, arkadaşlarının marka spor kıyafetleri, ayakkabısı varken, giydiği ucuz kumaştan pijamamsı o mavi spor giysisini, üstü bezden lastik spor ayakkabısını hazmedememişti. Ağrına gitmişti her defasında. Yine de lafını etmemiş, sesini çıkarmamıştı. Geç yatmış olmasına rağmen saat çalmadan telaş ile uyanmıştı. Gözleri nemli, yastık ıslaktı. Henüz hâlâ gördüğü rüyanın etkisindeydi. Annesini rüyasında ilk kez bu kadar korku içinde görmüştü. Hayal meyal hatırladığı kâbusun bir uçurum kenarındaki sonu hafızasına kazınmıştı. Hüzünlüydü. Çığlık sesi kulaklarından gitmiyordu. İyi gelir düşüncesiyle bir bardak su içti. Balkona geçti. Ilık bir hava vardı. Az sonra ezan okunmaya başladığında uykusu tamamen dağılmıştı. Bugün namazdan sonra uyumaya çalışmak beyhude gayret olacaktı. Rüyada gördüğü gerçekmiş gibi, tarifsiz bir hüzün içindeydi. Paylaşmadan azalacak gibi görünmüyordu. Kahvaltı bittiğinde Metin Beyin yine kalemine anlattığı duygular kâğıtta imge, mecaz, kafiyeye bürünmüş, ağıt gibi görünüyordu. Her ihtimale karşı evden erken çıkmış, maskesini de takmıştı. Durağa yaklaştığında minibüs köşeyi dönmek üzereydi. Şoför beklerken, Metin Bey de kalan mesafeyi koşar adımlarla alarak araca bindi. Devlet hastanesine gidecek minibüsün kalkmasına on beş dakika kadar vardı. Atıştırmalık bir şeyleri annesi severdi. Kim bilir, belki ağzının tatlanması tebessüme vesile olabilirdi. Etrafa bakındı. Karşı caddedeki manavda çok güzel meyveler vardı. Manav Metin Beyin acelesi olduğunu anlamış, selamın ardından etiketlemeyi bırakarak istenen bir salkım çekirdeksiz üzüm, yarım kilo çilek, beş adet de muzu poşete koymuştu. Paranın üstünü hazırlarken tiz bir firen sesi ve gürültüyle irkildi. Aceleyle parasının üstünü almadan ayrılan az önceki müşterisi çarpan bir aracın ötesine savrulmuş, poşetindeki meyveler dağılmıştı. Koşuşturup baktığında Metin Beyin ağzındaki maske kana bulanmış, başından kan geliyordu. Büyük bir darbe aldığı anlaşılıyordu. Kendinde değildi. Manav elinde para üstü elinde bir süre daha şaşkın ve üzgün şekilde bekledikten sonra mecburen manavına döndü. dönerken, Polisler olay yerine geldiklerinde hâlâ şoktaydı. Bir anlık dikkatsizlik bir canın yokluğuna sebep olmuştu. Çağrılan ambulans sirenleri çalarak süratle acile giderken yapılan tüm müdaheleler sonuçsuz kalmış, Metin Bey yolda son nefesini vermişti. Ambulans hastane kapısından girdiğinde, muayene bitmiş, Zülbiye Hanım da tekerlekli sandalyesiyle Kurum aracına bindirilmek üzereydi. Hacer Hanım ambulanstan indirilen sedyede yatanı hemen tanımış, merak ettiği gecikmenin sebebini anlamıştı. Tarifi imkânsız bir üzüntü içindeydi. Her ihtimale karşı Zülbiye Hanımın yüzünü ters istikamete çevirirken, hemşirelerden ölüm haberini almıştı. Araç Kuruma geri dönerken Hacer Hanımın gözleri yaşlı, Zülbiye Hanımın elleri avuçlarının içindeydi... Kimliği araştırılırken cüzdanın arasına sıkıştırılmış bir kâğıt düşmüştü. Bu sabah sırrını paylaştığı kalemin mürekkebi yine hüzün rengindeydi; Bir hüzünden diğerine üç adım yok bu aralar Neşem gelmiyor yerine; hiç tadım yok bu aralar Yüklü yine gam bulutu, kızdım kışa kırdım udu Sele saldım son umudu; muradım yok bu aralar Ya önceki kıştı sebep, ya gördüğüm düştü sebep Belki de son tuştu sebep; rahatım yok bu aralar Gönül hoşsa pes der ocak, kapta keder ister ocak Gülen bir yüz gösterecek, suratım yok bu aralar Gam katına çıka ine, yoruldu sol bölgem yine Sürgün yerim gölgem yine; suretim yok bu aralar Ne var ki bunda şaşacak! Kaderle kim uğraşacak! Bahtım ile yarışacak, kıratım yok bu aralar Baht deyince yandı içim, sanmayın ki onsuz hiçim Ona dahi "canım", "cicim", "hayatım" yok bu aralar Ne zaman bir bora esse, ayan ettim hep herkese Sır saklamak sanat ise; sanatım yok bu aralar Baktım gönül yurdum sakin, ben de hayal kurdum lâkin Kara teslim oldu ekin; hasatım yok bu aralar Gönlümdeki fay kırıldı, haddi aştım Hayy kırıldı Ok inledi, yay kırıldı; pusatım yok bu aralar Yaş gelmiş artık elliye, gerek yok tatlı dilliye Yalvarsalar, teselliye; biatım yok bu aralar Hakk, onmaz dert yük etmeye, naçar insan, yok etmeye Kalan ömrü tüketmeye; takatim yok bu aralar Ufkumdaki en son durak, zor geliyor her basamak Çıkıyorum ağır aksak; süratim yok bu aralar Zehir olsa tatmam demem, kahır olsa gütmem demem Ecel gelse gitmem demem; inadım yok bu aralar Gâh bendeyim benden içe, gâh kayıbım tenden içe Sattım ben’i benden hiç’e; sıfatım yok bu aralar Tevekkülü usa yazdım, derdim çoktu kısa yazdım Figanımı susa yazdım; feryadım yok bu aralar. Feryat kesilmiş... Figan susmuştu. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken minik bir kedi bir merdiven altındaki boşluğa sığınmış sağanağın dinmesini bekliyordu...
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!