(Lübnan Saldırısı sırasında)
50 derecede kış!
Ölüme de yaşam kadar yakın durmak gerektiğini düşünmüşümdür hep. Ölüm zamanla kabullenilebiliyor ama kanıksamayı ve vurdumduymazlığı anlayamıyorum bir türlü. Ölümü renkli camlardan bir Hollywood yapımı gibi izleyip sonra da hiç bir şey yokmuşçasına 'hayattan keyif almayı' anlayamıyorum. Baudrillard 'ın 'hipergerçek'i bu olsa gerek... Telefonları açmak istemiyorum artık; posta kutularını da... İnsanoğlu bir tuhaf olmuş. Sınırlı sayıda sözcükle konuştukları yetmezmiş gibi sınırlı sayıda düşünce, sınırlı sayıda duyguyla yaşıyorlar. İlk duyduğum cümle 'tatile gitmediniz mi? ' sorusu.
Gitmedim lanet olsun!
Yanı başımda masum siviller ve bebekler ölüyor, anlamıyor musun?
İçim kaldırmıyor, havuza bile gidemiyorum. Yeni aldığı evin dekorasyonundan söz edeni mi ararsınız; köpeğini denize sokarken yaşadığı mutluluğu anlatanı mı? Oysa dört ayaklı dostlarımız için hayatını verecek kadar seven biriyim onları, ama sırası değil şimdi. Havuz başında yediği balığı dillendiren, mangalda et, yanında rakı hayalleri kuranları mı; alışveriş şehvetiyle kendini ve çağını yitirenleri, her şey yolundaymış gibi okumam ve değerlendirmem için aşk şiirleri gönderenleri mi, hangisini saysam ki?
Bu ölümler sıradan değil, anlasana!
Planlanmış katliam, duyumsamayı unutmamış olanların yaşam sevincini çalıyor. Olan biten budur işte! Ekranlar ise ölümün kanı donduran soluk yüzü kadar soğuk. Oysaki içine girdiğimde kokusunu duyabiliyorum. İnlemeleri, çığlıkları, o derin acıyı, 45–50 derecelik sıcaklıktaki açlığı, ilaçsızlığı, giderek bir istatistiğe dönüşen ölüm raporlarının gerçek yüzünü; kalplerimize kocaman bir 'neden? ' sorusu bırakan dipsiz çaresizlik ve isyanı…
İmha eden, yok edendir ölüm. Ve acıyı durduran… Hâlbuki ölüm bu coğrafyada acıyı çoğaltıyor. Katlıyor, büyütüyor, öyle ki kıyılarıma vuruyor dalgaları.
'Öncelikler'le 'incelikler'in değerini kavrayamayan insanoğlu ey, teknem sallanıyor anlasana!
Günün dertlerine hiç de denk düşmeyen; dahası, şu sıra 'baş kadın' olan ben'imle hiç uyuşmayan abuk sabuk bir konuda yazı istiyor bir dergi. Yok canım! O kadar ucuz muyuz? Aslında yazabilirim. Kafama koyduğum her şeyi yazabilirim fakat istemiyorum. İnsancıl sorumluluğum dik durmamı ve bu duyarsızlığa başkaldırmamı emrediyor. Şu sıra Ortadoğu üzerine yazıyorum. İsteyen alır basar; istemeyenle ise hiç işim olmaz. Gazeteleri, köşe yazılarını, tüm kanallardaki haber saatlerini izliyorum. 'Ivır-zıvır ve gündeme getirilmeyecek konularda birbiri ardına dakikalarca süren oturumlar düzenleyen programcılar nereye gittiler? ' diye soruyorum kendime. Yanıt bulamıyorum. Belki de tatildedirler! Böylece onlar da önceliklerini yitiriyor.
İngiltere ve Londra üzerinden ABD’ye uçmak üzere olanlar dün çok korktular, çünkü gerçekleşmesini asla arzulamayacağımız olası bir El Kaide saldırısı ile korkutuldular. Çünkü üstlerine Batılı bir paranoya, post-modern bir dehşet duygusu salındı. Dondular. Sırada bekleyen yolcuların yüz ifadelerini dikkatle izledim. Koyun sürüsü gibiydiler. Parfümleri, sıvı ilaçları ve hatta su şişeleri ellerinden alınırken en ufak bir tepki gösterene rastlamadım. Oysa üzerlerine sıcak kahve suyu döküldüğünde bile tazminat almak için mahkeme kapılarını aşındıran insanlardı bunlar. Neden böyle suskundular? Ruhları da davranışları gibi güdülüyordu da ondan! Ortadoğu için kaygılandıklarını da görmedim. İçlerindeki 'bukalemun' böyle buyuruyordu çünkü. Otorite karşısında boyun eğmeye, sorgulamamaya ve yalnızca kendilerini düşünmeye alışmışlardı. 'Kırmızıçizgi'yi geçmemeye gayret eden, tarih bilincinden yoksun, geleceğe dair zerre kadar sorumluluk taşımayan konformistlere (uymacı) dönüşmüşlerdi. Lübnan’da 30 günü bulan şiddet, acımasızlık, onca haksızlık, yüzlerce ölü ve binlerce yaralı; Birleşmiş Milletlerin iktidarsızlığı, ibret olsun diye tarihe kanla kazınacak olan beceriksizlik; Akdeniz’e sızıp doğa katliamına da neden olan tonlarca petrol; geleceğimizin dünya çapında giderek kararıyor olması umurlarında bile değildi. Yepyeni bir maske takınarak hortlayan çağcıl ve küresel bir faşizmin dayanılmaz tehdidi altında olduğumuzu önemsemiyor, utanç duymuyorlardı. Ne yazık ki bazı değerleri unutmuşlardı.
İnsanlığın son duası okunuyordu uyandığımda, çünkü bu gezegeni yönetenler(!) 'İslami Faşizm'den söz ediyordu o sıra. İnsanlıktan başka hiçbir ölçütü, özellikle dinsel ayırımcılığı kıstas almayan benim gibi birini bile çıldırttı bu söylem. Üste çıkmayı nasıl da beceriyorlardı!
Altmışlı yaşlardayım. Ve sabahın er saatlerinde, bedeli ne olursa olsun, asla bir 'yaşam ve ölüm uymacısı' olmayacağıma dair bir kez daha yemin ettim. Bir belge düşürdüm kişisel defterime…
Aksi halde kendimle yaşayamazdım.
Ve beni büyüten bunca acıyla!
(11 Ağustos 2006) - 'Gençler İçin Denemeler' Dosyasından
Naime ErlaçinKayıt Tarihi : 11.8.2006 11:52:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Eleştiri ve iç hesaplaşma...Zaman zaman hepimiz yapmalıyız diye düşünüyorum...
![Naime Erlaçin](https://www.antoloji.com/i/siir/2006/08/11/yasam-ve-olum-uymacilari.jpg)
Otorite karşısında boyun eğmeye, sorgulamamaya ve yalnızca kendilerini düşünmeye alışmışlardı. “Kırmızıçizgi”yi geçmemeye gayret eden, tarih bilincinden yoksun, geleceğe dair zerre kadar sorumluluk taşımayan konformistlere (uymacı) dönüşmüşlerdi.
İnsanlığın son duası okunuyordu uyandığımda, çünkü bu gezegeni yönetenler(!) “İslami Faşizm”den söz ediyordu o sıra. “İnsanlık”tan başka hiçbir ölçütü, özellikle dinsel ayırımcılığı kıstas almayan benim gibi birini bile çıldırttı bu söylem. Üste çıkmayı nasıl da beceriyorlardı!
Altmış yaşındayım. Ve sabahın er saatlerinde, bedeli ne olursa olsun, asla bir “yaşam ve ölüm uymacısı” olmayacağıma dair bir kez daha yemin ettim. Bir belge düşürdüm kişisel defterime…
Aksi halde kendimle yaşayamazdım. Ve beni büyüten bunca acıyla!
---------
Tebrik ederim , hepimiz bu iç hesaplaşmayı yapmak zorundayız.
gerçek bir Aydın görüyorum.
.
İlk damla sizin olsun
Yüreğimden yüreğinize sevgilerle...
üzülmenin yetmediği bir trajedi yaşanıyor ve ne yazık ki, benim orta sınıf aymazlığı dediğim konformist anlayış egemen sureti insan yaratıklarda...
yazınızı okuyunca kalbimdeki yara daha çok kanamaya başladı... insanlığımdan bir kez daha şüphe ettim...
hatırlattığınız için sağ olun...
..........................................................
'acaba bombalar
yine düşer miydi üstümüze
dünya yine seyreder miydi ölümümüzü
“kedilere süt verir miydin ”
acaba ben ölmez miydim
beni sobelemek yerine
insan olmaktan utanır mıydın sen '
1 ağustos ’06, antalya
Tekelci kapitalizmin özündeki çelişki mücadelenin vahşetiyle öylesine keskinleşir ki,
giderek açık bir ikiyüzlülük, daha çok öfke uyandıran bir olgu haline gelir. İnsan haklarının ihlali gözle görülür ve dehşet verici bir faaliyet olmayı sürdürürken, bu hakların kendisi hala ideallerdedir. BM sözleşmesinde tanımlandığı kadarıyla bile bu haklar yerkürenin hiçbir yerinde henüz tam olarak gerçekleştirilmemiştir.
Bir insan hakkı, insan dışılığın sınırlarını belirler. Bu sınırın nasıl ve ne uğruna geçildiğini
ya da tamamen bir kenara bırakıldığını anlamak istiyorsak tarih ve politika alanına girmek gerekir.
Politik ve hukuksal anlamda insan hakkı olarak belirlenen norm,
yaşama hakkı, işkence görmeme, yasadışı muameleye tabi tutulmama, yeterli kalori ve protein, temiz içme suyu, tıbbi bakım, iş ve ücret garantisi, cinsiyet ve beden üzerinde
kişisel kontrol gibi doğal ve sosyal hakları içeren bir bütündür..burdan baktığımızda sorun açıkça ortaya çıkar.
Güney ve orta amerika , orta doğu, güney asya, afrika, bu coğrafyaların her birinde işlenen barbarlığın ölçüsü bir değerinden ne eksik ne de fazladır. Sermaye birikimini paylaşmak istemiyor, konu budur.. ki o birikimi, o coğrafyaları bizzat fukaralaştırarak yapmıştır. Kapitalizm öncesi merkantilist sömürgeci politikalarla..o birikim ki insanlığın ortak malıdır, dahası içinde kan ter ve gözyaşı saklayan. Ama kapitalist krallar bunu paylaşmak istemiyor dahası doymayan kursağına yeni cinayetler gerekiyor.
Ta ki paylaşım olana kadar, fukara fukaranın derdini anlamadığı,neden fukara kaldığını kavramadığı sürece krallar her şeyi yıkar geçer..
Keşke üzülmek yetseydi, ama yetmiyor. Bu ağır uykudan uyanmak gerekiyor.
Sizin de dediğiniz gibi bir de üzülmeyi bile beceremeyenler var. Onlar zaten kayıptır.
Ne kadar kaldıysa o kadar insana yaraşan bir tavır böyle zamanlarda birden ortaya çıkar,
sonra kişisel yaşam gailesi içinde unutulur gider. Bu yüzden,evet tam da şimdi yazmak zorundayız., algıların tam da açık olduğu zamanlarda.
Unutturmamak için, anlaşılması için, insana kendine dair yapması kaçınılmaz olan o
korkulası iç hesaplaşmayı hatırlatmak için,
çünkü tarih gösteriyor ki, tek tek o hesaplaşma yapılmadan , bu iş hallolmayacak.
Son Mohikan bu yüzden vardır, o asla vazgeçmez, hep vardı, olacaktır, vicdanları dürtükleyen, düşünmeye zorlayan, insanı insan olmayı öğrenmeye davet eden..
............elbette düşünüyoruz ama gelip geçici oluyor sanırım bu ciddiyet...
tşk ediyorum çabanız için , ellerinizden öpüyorum ....
TÜM YORUMLAR (7)