Yaralı Venüs’lerin Yalnızlığı Ve Paolo M ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yaralı Venüs’lerin Yalnızlığı Ve Paolo Maurensig

İki tarafı mezarlık servileriyle döşeli daracık, gölgeli, toprak bir yoldan ufkun erguvani çizgisine doğru koşmaya çalışırken sürekli tökezleyip düşüyorum. Canım acıyor. Sıska bacaklarımdan aşağıya ılık bir şeyler aktığını hissediyorum. Masum bir çocuk dikkatiyle dizlerime, henüz buruşmamış dirseklerime, geleceği fısıldayan avuç içlerime bakıyorum ama kan yok, yara izi yok. Çizgiler büsbütün kaybolmuş. Yaşamanın gözle görülebilen ıstırabı gizli bir güç tarafından tamamen silinmiş sanki. Varolduğuma dair hiçbir kanıt yok. Ben insanları görebiliyorum ama onlar beni hiç görmüyor. Çok uzaklardan belli belirsiz çan sesleri geliyor. Konuşabilen geyiklerin sesleri karnımda, kalbimde nabız gibi atıyor. Kendimi puslu bir kameranın objektifinden bakar gibi izlerken, bu koskoca dünyada bir gece kelebeği kadar ürkek, yalnız ve geçici olduğumu düşünüyorum. Tül gibi yırtılan kanatlarıma rağmen hayatın kokusunu alabiliyorum ama ona dokunamadığım için bitkinim. Rüyada olmanın çatlamış bilinciyle direnmek beni o yerçekimsiz, ağırlaşmış ıssızlığa doğru sürüklüyor.

Daha birkaç dakika evvel köpüklü dalgalarla kabaran lacivert denize uçurumun kenarından bakıyordum. Yanımdaki ihtiyar, ben orada değilmişim, hiç yaşamamışım gibi yüzüme bakmadan bir şeyler mırıldanıyordu: Asırlar önce birbirlerini görkemli bir kilisenin kapısında bulan bir kadınla erkeğin efsanevi sevdasını anlatıyor. O konuşurken mavi masalını görüyorum. Kadın, karanlık gök kubbede parlayan yıldızlar misali ışıldayan adak mumlarının önünde öylece duruyor. Hafif bir rüzgârla kabaran mavi elbisesini, dua eder gibi havaya kaldırdığı mavi damarlı ellerine bakıyorum uzaktan. Kim olduğunu görebilmek için ona yaklaştığımda yüzünü usulca bana doğru çeviriyor. Kızıl ateşlerin gölgesindeki soluk, ağlayan yüzümle karşılaşınca ürperiyorum. Çok eskilerde kalmış bir yazar kulağıma fısıldıyor: “Korkma acıdan kaynaklanan gözyaşında reçine ve amber vardır, iyi gelecek sana.” Gözlerimi açıp kendi hayaletimden kaçmak isterken ihtiyar beni fark ediyor. “Uyandığında beni, kendini, gördüklerini hatırlamaya çalışma, onlar hatıraların gibi uçucudur. Bırak öyle kalsınlar. Hayata ancak böyle tutunabilirsin” diyor. Gerisini duyamıyorum. Sadece simsiyah bir boşluk ve kayalarda patlayan hırçın dalgaların derinden gelen uğultusu...


Rüyalar ve yazarlar...

Ateşli sancılarla bölünen uzun bir geceden sonra bilincime incecik, tozlu yağmur damlaları gibi dökülen imgeleri, sesleri çağırırken, bir yazarın da gerçeği olduğu gibi hatırlamak ve aktarmak için hafızasını çok zorlamaması gerektiğine inandım. Ya da zaten zihnim buna benzer düşüncelerle yoğunlaştığı için o parçalanmış rüyayı gördüm ve yazarken çok azını hatırlayabildim.

Rüyaları geriye sarıp bütünü bozmadan görememenin maneviyatımızı besleyen derinliğiyle, aynı ânı defalarca farklı açılardan, değişik algı biçimleriyle görerek yazabilenlerin sahip olduğu içgüdüsel zenginlik arasındaki benzerlik çok çarpıcı bence. Sanat da böyle değil mi, katı gerçekliğin içinden ayıklayıp yorumladığımız düş parçacıkları bir kuyu kadar derin olan hafızamızda her seferinde işaretlerle, simgelerle yeniden şekilleniyor.

Bunları düşünmeme neden olan İtalyan yazar Paolo Maurensig, insanın sırlı aynasında yüzleşmekten kaçındıklarını başkalarının bakışıyla yansıtabilen ve bundan müthiş haz duyan bir yazar. Onun düşüncelerini izlerken bir çiçek dürbününün sürekli değişen görüntüleriyle heyecanlanan çocuklar misali şaşırıyorsunuz. Romanlarıyla çıktığınız yolculuklarda, hayalini kurup, umut edip, acısını biriktirip korktuğunuz için taammüden terk ettiklerinizle sürprizli dönemeçlerde karşılaşıyorsunuz.

En sevdiğim romanı Yaralı Venüs’ün anlatıcısı, yarım bıraktıklarımızı bir alışkanlık haline getirmek ya da sonuca ulaşabilmek için kendimizi sonsuz kez onları yaşamaya zorladığımızı söylüyor. Ve hikâyelerini o anların tekrarlanamaz oluşuna inancını koruyarak, hatıraları önce sıkıca düğümleyip sonra ilmek ilmek çözerek anlatıyor. Kamerası yavaş yavaş insanların yüzünde, nesnelerin üzerinde, tabiatın insana dokunan incelikli ruhunda dolaşıyor. ‘Uçmakta olan bulutları andıran bembeyaz balonlar’ gökyüzünde koşuştururken, o size mevsimin ‘güneşi bir kadehçik elma şarabı gibi tattıran’ ılık halinden bahsediyor. Yazarın görüntülerle çoğalan sinematografik hikâye atmosferine girdiğinizde, hayatın içinde herşeyin sürekli hareket halinde olduğunu, buna rağmen bizi paramparça eden hatalarımızın, alışkanlıklarımızın, geçmişten gelen korkularımızın, tekrarlanan acılarımızın pek değişmediğini biraz burkularak fark ediyorsunuz.


Müziğin edebiyatındaki izleri...

O vakit dönüp kambur bir kanguru gibi kesesinde insana dair her türlü duyguyu barındıran sevmek fiilinin içine sanki onunla ilk kez karşılaşıyormuşçasına bakıyorsunuz. Öfke, ihtiras, kin, özlem, arzu, şehvet, güven, kıskançlık, korku gibi birbirine sarılan ama hiç benzemeyen duyguların içinden o an kendinize en yakın olanı seçip üzerine düşündürten onun samimi anlatımı galiba. Elli yaşında ilk romanı Lüneburg Varyantı’nı yazan Maurensig’in romancı olmadan evvel yaptığı işlerden birisi de antik müzik aletlerinin restoratörlüğü. Notaların hayatın içinde tınlayan seslerle uyumunu sadece ikinci kitabı Tersine Kanon’da değil bütün romanlarında görmek mümkün. Sözcükleri, duyguları, düşünceleri, ahenkle birbirilerini tamamlayan enstrümanlar gibi kullanabilmesinin sırrı biraz da bu özel yeteneğinde ve merakında gizli sanırım.

Yaralı Venüs’ün isimsiz kahramanı, misafir olduğu malikânedeki yaşlı profesörü, genç ve çekici karısı Angele’i, dostları şair Giulio’yu, herkesin ilgi odağı olan Flora’yı ve kendi yalnızlığını deliliğin kıyısında yaşayanların hissettiği suç ortaklığıyla anlatıyor. O evde uyurgezer gibi dolaşanların bir kısmı, eksik kalanın yarasının asla geçmeyeceğini, onları unutmak için başka gerçekler uydurduklarını ve ancak kendi masallarına inanarak hayatta kalabildiklerinin farkında. Değişmemek, yenilenmemek için saklandıkları kozalarında varoluşu kendilerine has farklı algı biçimleriyle göğüslüyorlar.

Öteki kahramanlarına söz veren anlatıcı epeydir yazmayan bir yazar. Sıra kendine geldiğinde sığındığı ‘özgürlüğünün’ onu ne hale getirdiğini vahşi sesiyle ifade ediyor. “...Özgürlüğün günlük tehditleriyle, ölüm korkusundan kurtulmaya yetmediğini anlarsın. Yalnızlığın asla kendi seçimin olmadığını ama kaçamayacağın bir ceza olduğunu anlarsın. Birdenbire dünya bütün ihtişamıyla içeriye doğru göçer. O ışıklı balkonlar ve yansıyan gölgelerin; ev halinin huzurunu, birlikte yaşamın mutluluğunu sessizce canlandırdığı o küçük oyunları tarafından cezbedilen sen, geç saatlere kadar sokaklarda dolaşmaya başlarsın. Evren, iddia edildiği gibi dönmeye devam ederken, iç evrenin âni bir çöküntüye uğramıştır. Geriye yalnızca, uykunun, kişisel acıyı evrensel acı içinde çözerek hafifletmeye çalıştığı bir azap kalır.”


Korkuyla kaçan fırsatlar...

Aşkı uyku ve uyanıklık haline benzeten Maurensig, sürekli hayatın karanlık labirentlerinde dolaşan bir yazar değil. O daha ziyade ‘insanın’ güneşle aydınlanmamış yerini acımasızca gösterirken okuru bir baba şefkatiyle uyarmayı seviyor. Mesela diyor ki; aşkta uyanık kalması gereken kişi uykuya düşerse ya da diğerini, kendisi gibi yaşaması için uyandırmaya kalkarsa, aşk açıklanamaz biçimde dağılır gider. Siz bu tesbitin gölgesinde zihninize üşüşen hatıralarla soluk almaya çalışırken, o sizi mahveden bir aşka bile sonuna kadar sahip çıkmaya davet ediyor.

Bir kadının genç bir erkeğe duyduğu çaresiz aşkı sayesinde dünyayı bir bütün olarak kavrayabilmesinin ayrıntılarını anlatıyor kimi zaman. Yoldan geçen bir ayakkabı sesinin, bir bebek ağlamasının, bir duvar resminin o sırada aynı amaca hizmet ettiğini söylüyor. Onun gibi düşünmediğinizde bile ulaşamayacağınızı bildiğiniz muhtemel bir sevgiliyle kırıştırır gibi sayfaları çevirdikçe hüzünle tebessüm ediyorsunuz. “En sonunda hepimiz aynı şeyin başımıza gelmesini beklemez miyiz? Bizi hayatta tutan şeyler, ne kadar uzak ve silik olurlarsa olsunlar; yalnızca kimi zaman düşlerimizde, kimi zaman ise çocukluğumuzdan kalan anılarımızda kendini gösteren küçük tatlardır. Ölmek istemememizin nedeni, yalnızca, daha onları tatmamış olmamızdır. Gerçekte yok olma korkusunun anlamı budur, yani bu, yaşarken er ya da geç bize sunulacak, hakkımız olan şeyi elde edememe korkusudur; fırsatı yakalayamama korkusudur, bağışlayıcıyı tanıyamama, kilisede ekmek ve şarap sunulurken uyuyup kalma korkusudur, çünkü böyle bir fırsat yalnızca bir kez karşımıza çıkabilir ve dikkatsizliğimiz ya da kayıtsızlığımız yüzünden, kimi zaman ise sadece korktuğumuz için onu elimizden kaçırırız.”


Kök salamayan bir yazar

O fırsat isimsiz anlatıcının iddia ettiği gibi sadece bir kez mi karşımıza çıkar, emin değilim. Bizden önce yaşayanların aktardıklarıyla sezebildiğim, kendi tecrübelerimle görebildiğim; reddedildiğimizde, hayallerimiz gerçekleşmediğinde, özlemlerle avunmak zorunda kaldığımızda varlığın karanlık yüzünü kabullenmenin bizi çok yıprattığı. Ama zaten hayatlarımızı hiç beklemediğimiz anlarda birleştiren ve sonrasında bizi birbirimizden ayıran güç, kaderimize duyduğumuz bu yakıcı şüphe, geride bıraktıklarımızın hüznü ve korkup yapamadıklarımız yüzünden bağışlanma arzusu değilse başka nedir ki?

Kendisine bahşedilen o tek fırsatı kaçırmamak için hayatının orta yerinde durup yazar olmaya karara veren Maurensig, nihayetinde kamerasını yavaş hareketlerle daima başka evlerde konuk olup hiçbir yerde kök salamayacak olan ‘yalnız yazarına’ çeviriyor. Soğuk bir kış akşamı, loş bir lambayla aydınlanan odasında, asla postalamayacağı mektuplar yazan bir kadını görüyor. Ona olan aşkının uzaktan giderek güçlendiğini bilmesini delicesine arzuluyor ama sadece durup duvardaki çatlakları seyrediyor. Sonra beyaz bir sayfa çıkarıyor, başını bilmediği, sonsuza dek eksik kalmaya mahkûm bir aşk hikâyesinin sonunu yazıyor: “Hem, aramızda geçen şey, kendi yalnızlığımızı seyretmemizden, gölün ortasında farklı kıyılardan gelen iki acemi yüzücünün dibe ulaşmak için birkaç metre dalmaya cesaret etmesinden başka neydi ki? ”

* Yaralı Venüs, Paolo Maurensig, Çev. Cemal Kaan Emek / Dost Yayınları

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:08:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan