Ne tuhaf bir duygu bu.... Şiir, iç barışa odaklanmış bir kişiyi bile altüst edebiliyor. Derin temizlik ve kökten kazıma yapıyor da ondandır belki. Dipteki çamuru, cerahati, birikintiyi deşiyor. Yeniden kurmak için yıkmaya teşvik ediyor; baş kaldırtıyor insana. Öyle böyle değil; geçmişi, günü ve geleceği kapsayan derin bir temizlik bu. Sonunu getirmenin olanağı yok. Her şeyden sorumlu olmak, her şeyle hesaplaşmak gibi bir duygu işte…
Şiire dair gerçeğin en gizemli tarafı ise deştikçe yaraların açılması; yaralar açıldıkça, kanın yenilenmesi ve insanın bir kez daha güçlenmesi. Muhtevasında en şiddetli tutkuları barındıran aşk kadar sarsıcı; hırpalayıcı ama bir o kadar da vazgeçilmez ve yaşadığı sürece sonsuza akıp giden bir nehir kadar hayat dolu...
Keskin bakışı sayesinde şair, “yaralayan” ve “yaralanan” kişi oluyor. Ancak biriktirilmiş saklı duyguları akladığı; sorular sordurduğu ve yanıtlar aradığı için de, geri dönüp tekrar “onaran”.... İçerdiği sorumluluk ve evrenin sorunlarını içselleştirme dürtüsü o kadar güçlü ve yakıcı ki; şair kimi zaman rotasını yitirebiliyor, korkuyor ve işin kolayına kaçıyor. Hatta şiiri ucuzlatabiliyor. Kimi zaman ise önünü göremiyor. Tüm bu sorunlara karşın yadsınamaz bir gerçeklik var ortada. O da şiirin aldatmacayı asla kabul etmediği ve adeta gerisin geri kustuğu. O halde, aynaya dikkatli bakmayı bilmek gerek!
Şair çıplak durmayı öğrenmeli. Ya soyunacak ya da şiir çıplak kalacak. Başka yolu yok bunun. İlk bakışta ne kadar çelişkili gibi görünüyor oysa. Şair, şiir için var ama aynı zamanda şiirle sürekli bir çatışma halinde. Büyük bir sorumluluk üstlendiği gibi, aynı zamanda şiirle 'vuruşmak' mecburiyetinde olması şairin işini zorlaştırıyor. Belki de şairlerin çizdiği hırçın ve kavgalı profilin nedeni budur.
Dünya var olalı beri çirkin ve soğuk,
Erken içeceğimiz bir ilaç gibi.
Tadı dudaklarımızda acımsı, buruk.
Bu saatte gözyaşları, yeminler,
Boş bir tesellidir inandığımız.