Yanık Mimozalar, İnsan Ve H.david Thorea ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Yanık Mimozalar, İnsan Ve H.david Thoreau...

Genç olmanın serseri ruhuyla övünen bir arkadaşım, vaktiyle “ben insan sevmem, yaptıkları yapabileceklerinin yanında hiç kalır bunların” diye öfkeyle söylenmeye başladığında biraz küçümserdim onu. O kendisiyle ve etrafıyla didişmekten hayatın tadını çıkaramıyordu bana göre. Sonra büyümenin çakıl taşlı yollarında tam ne oldu bilmiyorum. Zaman derisinden soyundu ve değerlerimi kuşatan düşünceler çıplak kaldı. Tıpkı onun gibi insan denilen mahlukatı fena halde ciddiye almaya başladım. Belki çok sıkıldığım için sığındığım kitapların etkisiyle onları bir arkeolog titizliğiyle tahlil ediyor, çok yakınlarına sokulmadan ne için ve nelere rağmen yaşadıklarını idrak etmeye çalışıyordum; Zordu. Yaşamanın kimse için basit ve kolay algılanabilir kuralları yoktu. Bu ‘sonsuz yolculuğun’ manasını hissetmeden telaşla zamanı tüketenler, teğet geçtikleri hayatı bilerek daha da karmaşık hale getiriyordu sanki. Kalabalığın uğultusu kendisini sağırlaştırmıştı. Kimse biraz soluk alıp ötekini dinlemek istemiyordu. Geçmişin gölgesiyle müphem bir geleceğin arasına gerilen ince telin üzerinde durmaya çalışan herkes gibi ben de sıkça dengemi kaybedip o büyük boşluğun kucağına düşüyordum.
Sınırlı bir bilince sahip olmanın ıstırabıyla ‘şimdiki anın’ hazzında kaybolup sonrasında neye dönüşeceğini sezemediğim için zihni bir sükunete ulaşmam mümkün değildi. O merhaleye varmak için ihtiyaç duyduğum bütünlükten, inanç değerlerinden uzaktım. Hala daha epey uzağım korkarım. Ama artık eşyanın tabiatını, ruhun mahiyetini, varoluşun özünü kavrayamadığım için kendime ve çaresiz ‘insana’ o kadar kızamıyorum.
Bilmiyorum, muhtemelen anlama ve anlaşılma çabasından, yapılan bütün hatalar, masum günahlar, ertelenmiş hülyalar için hayatın kabuğuna bir çentik atmaktan yorulmuşumdur. Onun yerine binlerce yıldır bedenlerinden ayrı dolaşan sahipsiz ruhlara, kainatın sonsuzluğunda hiç yok olmadığı halde işitilemeyen seslere, tabiatın hırçınlığına rağmen bu dünyada tutunmaya ant içmiş yalnız bir kaya parçasına, çoktan unutulmuş bir alfabenin bükümlü harflerine, Nisan ayazlarına yenik düşen yanık mimozalara üzülüyorum mesela. Böylesine sade bir teslimiyet, insanın acısına, kabalığına, çaresizliğine dertlenmekten daha anlamlı geliyor artık nedense. Gündelik, sıradan sıkıntıların etrafında hep aynı başlangıç noktasına dönmekten, anı unutmamak için geleceği hatırlamaktan, üşüten ‘yalancı baharlardan’ bezmişim belli ki.

Tabiatın tasasızlığını kıskanıyorum...
Bereketli yağmurları ve mahcup güneşe eşlik eden ürpertici esintisiyle, toprağın altında uykuya dalmışları, kuru dalları, erken tomurcuklanan badem ağaçlarını dirilten baharı beklemek, onun kozmik gücünden medet ummak iyidir. Tabiatla birlikte yeniden dünyaya gelme coşkusu sağaltır, diri tutar. Tuhaf, nedense bu defa hiç gelmeyeceğini bildiğim bir sevgiliyi karanlıkta sessizce bekler gibi karşılıyorum onu. Halbuki kalp gözüyle dünyayı seyre dalınca biliyorum ki; kırlangıçlar bizden daha ihtiyar olan ağaç yuvalarında uyanıp incecik bir esintiyle titreyecek. Ben yine altın dişli esmer kadınların tenekelerindeki ıslak, eflatuni şebboylara bakıp lavanta tarlalarında koşturan neşeli bir çocuk olduğumu sanacağım. Boğaz balıkçılarıyla sohbet ederken yıllar öncesinin yosun kokulu bahar hatıralarıyla avunacağım belki. Pencere önlerine koyduğum mavi cam kaselerde biriktirdiğim şifalı suların birilerini iyileştirdiğini düşünüp küçük mutluluklar keşfedeceğim, kim bilir?
Ama yine de her bahar olduğu gibi kendimden eksik, başkalarından biraz fazla olacağım. Her ‘hal’in farklı olduğunu, hiçbir şeyin aynı kalmadığının çatlak bilinciyle susacağım. O durgunluğun ne olduğunu tarif edebilmek için çırpınırken sözcüklerim tükenecek. O vakit şımarık papatyaların güneşin salınışına göre boyunlarını büktüğü kırlarda oturup, bildiğimiz hiçbir kokuya benzemeyen, hayvanların kış boyu ezdiği acı otların kokusunu içime çekeceğim. İşte size kısacık bir sessizlik anı... Böcekler bile çıtırdamayacak. Belki sadece uzaklardan gelen yalnız bir kaval sesi...Bu hal, uykudaki şuursuzluğun tesiriyle bilincin derin uyanışına benziyor sanki. Tabiatın tasasızlığını, insanın iç alemine, kendini aşmak isteyen iradesine aldırmayan nobranlığını kıskanıyorum. Onun gibi dünyaya meydan okuyan kibirli bir tanrıça olmak istiyorum...

Bir başkaldırı şiiri...
Bugünlerde böyleyim işte...Hal böyleyken, gürültülü kitaplardan sıkılıyorum. Beni ancak felsefeyi sözcüklerle üretmekten ziyade onu yaşayarak aktarabilen bir yazar anlar, deyip, tabiatın hakikatini içselleştirebilen Henry David Thoreau’ya sığınıyorum. Ona çevreci, doğa tarihçisi, filozof, şair, devrimci, reformist, ‘kaçış edebiyatçısı’ diyorlar. Ben ona tabiatın savruk kurallarını şiirle buluşturabilen huysuz filozof demeyi tercih ederim.
İşle ev arasındaki sığ düzene sıkışan insanın talihsizliğini 17 bölümden oluşan Walden adlı eserinde anlatan yazarla “Nerede ve Ne İçin Yaşadım”isimli bölümün Türkçe’ye çevrilmesi sayesinde tanıştım. Walden Gölü kenarında 4 Temmuz 1845’te başlayıp, 2 gün, 2 yıl ve 2 ay süren doğal yaşam tecrübesini aktardığı kitabı illa tanımlamak gerekiyorsa, bence incelikli bir başkaldırı şiiri. Alışkanlıklarından, ilgi alanlarından, toplumun baskısından, modern hayatın sıkıcı rutininden, para hırsından iradesiyle kaçıp bunu pek de bayılmadığı ‘insanla’ paylaşmak isteyen yazar, ahkam kesmek yerine tabiatın yüceliğini yaşayarak öğretmeyi seçmiş. Ben onun münzevi bir ‘tabiat adamının’ duruşuyla pek örtüşmeyen keskin mizah duygusunu da sevdim doğrusu. Kitabının başında “Bir başkasını bu kadar iyi tanısaydım, kendimle ilgili bu kadar çok konuşmazdım” diyor. O insanın sahte yazgısına aldandığını, bu nedenle güvelerin ve pasın çürüteceği servetler biriktirmeye çalıştığını ve bunun düpedüz ahmakça bir yaşam olduğunu savunuyor.

‘Ormana neden gittim? ’
Malum, genellikle çok istediğimiz halde değiştiremediğimiz bir yaşamın kölesi olduğunu bilmek için Thoreau’ya ihtiyacımız yok ama onun gibi hayatı bütünlüklü kılmayı bilen, şiiri anlatımının kıvrımlarında, dilinin melodisinde saklı bir yazarla sade, asil ve bağımsız bir hayatın neye benzediğini hatırlamak kıymetli. Bir insanın bir şeyleri kendi haline bırakmaya gücünün ve zamanın yettiği oranda zenginleştiğine inanan yazar, “Bir anlığına birbirimizin gözlerinin derinliklerine dalmamızdan daha büyük bir mucize olabilir mi” diye soruyor. Ve sonra ekliyor, dünyanın bütün zamanları yaşanmalı; tarih, şiir, mitoloji, hiçbir metin bilmiyorum ki başkalarının tecrübelerinden okunsun ve bu kadar şaşırtıp bilgilendirsin bizi! ”. İşte bu kitap, bu anlamda düşünceler, efsaneler, kişisel tecrübelerle ormanın sürprizli yaşamını birleştiren bir yazarın itirafları gibi okununca okurla hakiki, içten bir bağ kurmuş oluyor.
Ormanların ‘yalnız prensi’, diyor ki..:”Ormana gittim çünkü bilerek yaşamak istedim. Hayatın yalnızca asıl gerçeklerine yönelmek ve öğretmiş olduğu şeyleri öğrenip öğrenemediğimi görmek için ve bir de ölüm kapımı çaldığında aslında hiç yaşamamış olduğumu düşünmemek için gittim ormana..Yaşamak o kadar değerli ki, ne yaşamın kendisi olmayanı yaşamayı, ne de gerçekten gerekmediği sürece vazgeçmeyi istedim. Anlamlı ve yürekten yaşamak ve yaşamın tüm özünü içime çekmek, yaşama dair olan her şeyi hallaç pamuğu gibi atarak bir spartalı gibi, azimli ve güçlü yaşamak, bir tırpanla otları biçerek genişçe bir patika açmak, yaşamı bir köşeye sıkıştırarak en küçük terimlerle de olsa sadeleştirmekti isteğim...”

Bahar hep gelir nasıl olsa...
Thoreau, kendisinden sonrakilerin asla taklit edemeyeceği, sessiz başkaldırısının ruhuna uygun bir üslupla yazdığı bu kitap dizisiyle, insanın fazlalıklardan arınmış bir hayat biçimini seçerek nasıl bir yolculuk yapabileceğini de göstermiş. Yaşadığımız çağın maksadını aşan teknolojik karmaşasıyla zamanımızı israf ederken, teklif ettiği türden sade bir bilgeliği hala tasavvur edebilmek mümkün müdür, emin değilim doğrusu. Ama onun göçebe, şair ruhunu hissedebilmek bile ‘insan’dan uzak durmak istediğim bugünlerde puslu ruhuma iyi geliyor.
Sıradan bir okur bilinciyle, sakin bir rüyanın içinden daha geniş rüyalara açılıyorum. Tıpkı onun gibi, saf sabah çiyi içine işlediğinde içine mis gibi kokan bir reçine sızdıracak kerestelerle yapılmış, sıvasız, ahşap bir kulübede yaşamak istiyorum. Mümkünse civarda insan olmasın, belki birkaç beyaz tay...Dağlardan esen sabah rüzgarları hiç durmadan essin, akşamüstleri hava birden çöksün. İkindi vakitleri semaverin tıkırdayan sesine kırlangıçların tiz çığlıkları karışsın. Kıştan kalan buz parçalarıyla ürperen buğulu göl, lal güneşten utanıp büsbütün çıplak kalsın. Alacakaranlıkta leylak rengine kesen ormanda kimse, hiçbir canlı kıpırdamasın. Geceleri karanlığın içinden göz kırpan milyon yaşındaki yıldızlar, baharı müjdelemek için antik çağlardan bu yana yatağımıza serpilen çiğdem çiçeklerini, yüzümüzü çevirdiğimiz tabiatın yüceliğini aydınlatsın.
Öyle duralım. Durup ormanın sırlı aynasında biraz da kendimize bakalım. Bahar hep gelir nasıl olsa...

* Nerede ve Ne İçin Yaşadım, Henry David Thoreau, Çev. Yonca Yalçın Çakmaklı / NOTOS Kitap

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:06:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan