Yamali Hayat Şiiri - Savaş Çeliker

Savaş Çeliker
39

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Yamali Hayat

YAMALI HAYAT’A DAİR KISACA

Beş yıldır önümde, daktiloyla yazılmış 39 sayfalık bir uzun öykü, ya da kısa bir roman duruyordu. Bu romanı ben, 1995 yılında Amasya Hapishanesindeyken yazmıştım. 21 yaşındaydım o zaman.

İçerde yazarak dışarıya çıkartabildiğim diğer kısa öykülerimin ve şiirlerimin çoğunu bilgisayara geçmiştim. Ama bu 39 sayfalık roman gözümü korkutuyordu. Zaten bilgisayarda hızlı yazabilen biri de değilim. Yıllar sonra sevgili dost, Hasan Hüseyin Arslan’a daktilo sayfaları halinde okuması için verdim. O bana bu romanın tozlanıp gitmemesi gerektiğini, diğer insanlarla paylaşmam gerektiğini söyleyince, Yamalı Hayat’ı bir akşam yeniden okudum. On beş yıl önce, çok gençken yazdığım bu roman, bunca yıl sonra yeniden okunabilecek ve yayınlanabilecek halde miydi? Eksiklikleri, yanlışları, çelişkileri var mıydı?

Bu duygularla Yamalı Hayat’ı, bir kez değil, iki kez üst üste okudum. Evet, romanın eksiklikleri, yanlışları ve çelişkileri vardı. Her ne kadar, edebiyatta tezden kaçmaya çalışsam da, tezli bir romandı. Dahası bir roman kurgulanımından ziyade, bir trenin istasyondan istasyona olan yolculuğuna benzer, kesit ve olay öykücülüğünün iç içe geçmiş uzun bir şekli gibiydi. Ama bu özelliğinin romana sağladığı bir avantaj vardı: Böylece kaybolan son bölüm öyküye hiç zarar vermiyordu. Son bölüm zaten çok kısaydı ve yokluğu olay örgüsünü hiç etkilemiyordu. Bu nedenle öyküye yeniden bir son bölüm yazmak istemedim. Böylesi belki de daha iyiydi. Her okuyucu Yamalı Hayat’a kendi son bölümünü yazabilirdi.

Yamalı Hayat, benim on beş yıl önceki bilgi birikimim ve edebi deneyimimle yazılmıştı. Yine de okurken büyük bir zevk aldım. Yamalı Hayat hiç eskimemişti. Ve sanırım kolay kolay eskimeyecek de. Hayatlarımız hala yamalı çünkü…

Sözü çok uzatmadan sizleri Yamalı Hayat’ın ilk bölümüyle baş başa bırakmak istiyorum.
İyi okumalar…

17 Haziran 2009
Savaş Çeliker


YAMALI HAYAT

1. Bölüm

Cevizli Tren İstasyonu…

Çocuğundan yaşlısına kadar pekçok insan, istasyonun karşılıklı iki peronuna dağılmış bekliyor. İki peron da hınca hınç dolu. Kalabalığın bir kısmı oturuyor, bir kısmı da bir aşağı bir yukarı gezinip duruyor. Haydarpaşa’ya gidecek yolcularda tedirginlik var, yerinde duramıyorlar. İkide bir başlarını trenin geleceği yöne çevirip bakıyorlar. Saati dolmuş, trenin gelmesi lazım. Gayrimemnun tavırları bu yüzden.

Hurşit bu gayrimemnun yolculardan biri. On beş yaşında. Ezeli rakiplerden Fenerbahçe-Beşiktaş maçını seyretmeye gidecek. Ama biletsiz, banliyöye kaçak binecek. Bu konuda yılları bulan deneyimleri var. Deneyimleri onu ustalaştırmış. Deneye yanıla sabitlediği kurallarını şöyle özetliyor: “Çevik olmak ve biletçiyi iyi kontrol etmek.“ Önce tren durur, biletçi trenden iner, şöyle etrafına bakınarak yolcuların iniş çıkışlarını kontrol eder; her şey tamamlandıktan sonra başka bir vagona geçer ve makinist bölümüne doğru hareket edilebileceğini bildiren düdük sesini gönderir. Sonra tren ağır ağır yol almaya başlar. İşte kaçak yolcu tam da bu esnada büyük bir atiklikle harekete geçer. Ağır ağır giden trenin peşinden koşarak biletçinin girdiği vagonun dışındaki herhangi bir vagonun kapısına sıçrar ve bir çırpıda kendini vagonun içine atar. Bu, kaçak yolcuların genel taktiğidir; ama onlar değişik durumlara göre değişik taktikler üretmeyi de bilirler.

Yolcular istasyonda bekleşirken istasyon şefliğinin megafonundan bir anons yapıldı:

- Sayın yolcular! Haydarpaşa yönüne gidecek olan banliyö treni, Tuzla Tren İstasyonu’ndan hareket etmiş bulunmaktadır. Duyurulur.

Aynı anons iki defa tekrarlandı. Bu demekti ki, tren ancak on beş yirmi dakika sonra Cevizli’ye varacaktı. Anonsun hemen ardından beklemeye tahammülü olmayan yolcular, minibüs veya otobüse binmek için istasyonun yanından geçen caddeye yöneldi.

Hurşit, kendisi gibi zayıf, çelimsiz, çocuk yaşta aurtları çökmüş arkadaşı Osman’a:

- Gördün mü Osman? Dedi. Sana demiştim, bu tren geç gelir diye. Bak dediğim çıktı işte. Senin dediğin saatte gelseydik bir saattir burada bekliyor olacaktık. Bir daha bana güven. Ne diyorsam onu yap. Öyle mırın kırın etme. Bak haklılığımı hayat ispatlıyor. İstersen gelecek trende biletçinin hangi vagonda olduğunu da söyleyebilirim.

Osman hayatın Hurşit’i doğrulamasından duyduğu eziklik içinde ve aynı zamanda büyük bir şaşkınlıkla arkadaşına bakıyordu. “Acaba” dedi kendi kendine. „Acaba bilebilir mi gerçekten? En iyisi sorayım. Bilirse ben şu anki kayıplarımdan öteye hiçbir şey kaybetmem. Ama ya bilemezse; işte o zaman o, sahip olduğu en önemli şeyini kaybeder: itibarını…“

- Söyle bakayım Hurşit, biletçi kaçıncı vagondan inecek?
- Arkadan üçüncü vagondan…
- Hadi bakalım, görürüz! Bence bilemeyeceksin.

Hurşit birşey demeyerek trenin geleceği yöne baktı. Trenin süzülerek geldiğini görünce;

- İşte geliyor. Hazır ol Osman. Hayatının ilk heyacanını yaşayacaksın. Yaşayacak ve ilerde bana dua edeceksin. Çünkü şimdi yaşayacağın sadece bir heyecan değil aynı zamanda hayatının dersidir de. O yüzden hiçbir ayrıntıyı kaçırma. Her şeyi kafana iyice sok. Tamam mı? dedi.
- Tamam Hurşit. Ben, seni bir güzel izleyecek, her şeye dikkat edeceğim. Ama beni çok küçümsüyorsun. Bu, benim hayattan aldığım ilk ders değil, sadece kaçak binme konusunda ilk. O yüzden heyecanlanacağımı düşünüyorsan avucunu yalarsın derim.

Yaklaştıkça daha gürültülü sesler çıkaran trenin ilk vagonları istasyonun önlerine doğru ilerlemeye başladı. Tren daha durmadan kapılar açıldı ve atlayanlar oldu. Kuşkusuz bunlar kaçaklardı. Hemen ardından bir biletçi de kaçakları kaçakları görebilmek için önden üçüncü vagondan atladı. Kalabalıktan trenin arka vagonlarında nelerin olduğu görülemiyordu.

Osman aceleyle:

- Aha! Dedi. Bilemedin, yanıldın Hurşit. Biletçi arkadan değil önden üçüncü vagondan indi. Yaa! Sana bilemeyeceğini söylemiştim değil mi?
- Dur Osman, acele etme. Bu trenlerde genellikle iki biletçi olur. Yani bu ne demektir? Arkada bir biletçi daha var demektir. Peki bu ne demektir? Daha birşey kaybetmiş değilim demektir. Yani sevinmek için çok acele ettin Osman. Hayattan çok ders aldım diyorsun, doğru; hayat sana çok ders vermiş, ama sen derslerinin hiçbirini yapmamışsın.

Osman sustu. Tenhalaşan istasyonun arka taraflarına doğru baktı. Orada gerçekten bir biletçi daha vardı, ama hangi vagondan indiği belli değildi.

- Tamam, arkada bir biletçi var, ama onun arkadan üçüncü vagondan indiğini nerden bileceğiz?
- Ah Osman, ah! Sen gerçekten çok cahilmişsin be! Peki canım ciğerim, biz onun arkadan üçüncü vagondan inmediğini nereden bileceğiz? Ben diyorum ki, o ızbandut biletçi arkadan üçüncü vagondan indi.
- Gider sorarım…
- Git sor da, seni yakalayıp istasyon şefliğine teslim etsin. Onlar da seni polise. Hadi git sor istersen.

Osman şaşkın bir halde, çelimsiz arkadaşı Hurşit’e baktı. “Şeytana pabucunu ters giydirir bu“ diye geçirdi içinden. Hayatının ilk olmasa da en önemli dersini almıştı gerçekten. En yakın arkadaşı, onun bilgisizliğinden yararlanmş; ona tuzak kurmuştu. Böylece Osman bu dünyada babasına bile güvenmemesi gerektiğini, işte daha o vakitten anladı. İçinden Hurşit’e öfkelendi, ama bunu dışa vuramadı. Çünkü Hurşit güçlüydü. O, Osman’dan iki yaş büyük, daha zeki ve teknik olarak daha üstündü. Üç yıl kadar karate görmüştü. Bu yüzden Osman da dahil emsali olan bütün çocuklar ondan çekinir ve ona „saygı“ duyardı.

Yolcu iniş binişleri tamamlanmış, tren ağır ağır yollanmaya başlamıştı.

Hurşit, Osman’a:

- Haydi koş, önden üçüncü vagona atla. Dedi.

Osman tabanına kuvvet vererek emre tereddütsüz itaat etti. Vagonda:

- Aferin lan Osman! İlk etabı başarıyla geçtin; ama unutma yaşamda daha çok etaplar var ve sen onların hepsini geçmek zorundasın. Ama başarılı, ama başarısız… Başarısız olduğunda umutsuzluğa kapılmayacak, başarısızlığının nedenlerinin üstüne üstüne gideceksin. Onları yenmeye çalışacaksın. Fakat baktın onlar senden güçlü, geri çekilmeyi de bileceksin. Uygun bir ortam kollayacak ve bulunca hiç affetmeyecek, yeniden saldıracaksın. Taa ki yenene kadar… Ama bazen sana hiçbir faydası olayacak meselelerle karşılaşabilirsin; bu tür meseleleri hiç kafana takmayacaksın. Onları unutacaksın. Yoksa çirkefliklerle dolu bu dünyada kafayı yemen işten bile değildir. Kendini değil, başkalarını yıpratacaksın. Kısaca bıcır Osman, şu ünlü sözü kulağına küpe edeceksin; „Akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol dünya senin kahrını çeksin.“
- Ya Hurşit, sen bu kadar şeyi nerde öğrendin be? Ben kırk yıl uğraşsam, bu kadar lafı biraraya getirip söyleyemem.
- Sen söyleyemezsin, ama ben sen değilim Osman. Ben yıllarca bu trenlerde kaçak gidip geldim. Hatta birkaç defa, ta Haydarpaşa’dan Gebze’ye kadar kaçak gittim. Hemen hemen hiç de yakalanmadım. Yani senin anlayacağın ustalaştım.

Osman küçük yaşta pişmiş arkadaşını ağzı açık dinliyordu. Şaşkınlığını gizleyemerek:

- Yamansın be Hurşit! Dedi.

Tren, iki tarafı yüksek binalar, villalar ve bunlara tezat görüntü sunan gecekondu evleriyle kaplı raylar boyunca, kendine özgü sesiyle süzülerek yol alıyordu.

xxx

İki kaçak arkadaş, fenerbahçe Stadyumunun önündeki uzun kuyruğa girdi. İkisi de ayrı sıradaydı. Kuyruğun önüyle arkası arasında en az sekiz yüz metre vardı. Maçın başlama saati de giderek yaklaşıyordu.

Hurşit, kendissinden birkaç kişi arka sıradaki Osman’a bakarak göz kırptı ve ikisi birden bağırmaya başladı:

- Önlerden sıra var, abi; abi önlerden sıra var! ..

Önce Hurşit’e orta yaşlarda bir adam yaklaştı:

- Hadi, ver bakalım sırayı. Dedi.
- Beş bin liranı alırım abi.
- Ne diyorsun lan sen! Zaten maç bileti toplam on bin lira.
- Valla bilmem abi! Sen şimdi sıraya geçsen, mümkün değil maça giremezsin. Ayrıca ben ucuz bile söyledim. Bak şu (Osman’ı göstererek) , arkadaki çocuk da sırasını satıyor, ama daha pahalıya.
- Gider karaborsa bilet alırım, daha iyi be!
- Sen ne diyorsun abi! Karaborsadaki fiyatlardan haberin yok galiba. Karaborsada bilet yirmi bin lira. Şimdi o kadar kuyruk var ki, daha da pahalanmıştır.

Adam, bu keskin zeka ve en ince ayrıntısına kaddar hesap edilmiş ekonomi karşısında pes etti. Hoşnutsuzca parayı verdi ve sırayı aldı.

Sonra Osman’a gençten yağız bir delikanlı yaklaştı:

- Kaça veriyorsun sıranı? Dedi.
- Beşe abi.
- Hadi be sen de! Üç bine ver alayım.
- Olmaz abi. İşine gelirse…

Bir an düşünerek başka bir çözüm olmadığına kanaat getiren genç, çaresiz bir edayla:

- Hadi öyle olsun bakalım. Al beş bini de çekil. Dedi.

İşlerini başarıyla sonuçlandıran usta ve çırak yan yana gelerek, olan tüm paralarını saymaya başladılar. Yalnız Hurşit, arkadaşının iyi niyetini, katışıksız güvenini kötüye kullanmaktan çekinmedi. Cebindeki paraların hepsini çıkarmadı; altı bin lirasını alı koydu. O parayla akşamleyin sinemaya gitmeyi hesaplıyordu. Ortaya koydukları para toplam otuz bin liraydı. Şimdi kendileri için mesele, sıralarını satacak birilerini bulup sıraya girmek ve biletlerini alıp maçı seyretmekten ibaretti. Bu meseleyi de hallederek, her türlü ahlak kurallarının yüzünü kızartacak kadar edepsiz küfürlerin edildiği; kulak zarını yırtacak kadar yüksek perdeden tezahüratların yapıldığı; zaman zaman rakip seyircilerin birbirine girdiği; zaman zaman sahaya her türlü baş yarıcı maddenin atıldığı stada girerek seyirci kitlesinin içine karıştılar. Onlardan biri oldular…

Maç bittikten sonra stadyumun arkasında büyük kavgalar oldu. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu eli bıçaklı, satırlı, baltalı…fanatikler etrafa dehşet saçtı. Hurşit’le Osman, bu kavgalarda yer yer Fenerbahçeli, yer yer de Beşiktaş’lı oldular. Ama esasen ikisi de koyu birer Fenerliydi. Saatlerce süren kavgalar geride kanlı bir bilanço bıraktı: İki ölü, otuza yakın yaralı… Zarar bu kadarla da sınırlı kalmadı. Yıllardır süregelen düşmanlık bilendi. Öfke büyütüldü. Bu, fanatiklaeşmenin, çeteleşmenin göstergesi ve ilerideki daha büyük kavgaların habercisiydi.

O gün akşama dek Kadıköy sahillerinde gezip durdular. Ayrılık saati geldiğinde Osman, evdekileri daha fazla meraklandırmamak için evine; Hurşit ise aklına koyduğu filmi seyretmek için sinemaya gitti.

xxx

Hurşit gecekondularının önüne geldiğinde gecenin epey ilerlemiş bir vaktiydi. Yıldızlar hava kirliliğinden ötürü parlaklıklarını yitirmişti. Ay solgun bir ışık saçıyordu yeryüzüne. Gırtlaklanıyormuş gibi beti benzi atmıştı doğanın. Her şey canlılığını yitirmiş, solmuştu.

Hurşit topraktan yapılma birkaç merdiveni çıkarak tam kapılarının önünde durdu. „Ulan yine geç kaldık be! “ diye geçirdi içinden. Ceplerini karıştırdı; anahtar arıyordu. Ceplerini en dip köşelerine kadar didik didik etti; ama anahtarlardan kendisinde olması gerekeni bulamadı. Kadıköy sahillerinde elinde oynarken düşürmüş olmalıydı. Çaresiz, çaldı kapıyı. Çalar çalmaz içerden anasının sitemkar bağırışını işitti.

- Gözü kör olasıca! Yine anahtarı kaybettin değil mi? İnsafın kurusun lan Hurşit, bize bu yaptığın reva mıdır? Duman olacaz sana anahtar yaptırmaktan. Erken gelmeyi de bir türlü öğrenemedin gitti. Yine nerelerde sürttün de bu kadar geciktin? Yangınlara gelip cayır cayır yanasın; bıçaklara gelip dilim dilim doğranasın emi! ...

Sultan oğlunu lanetlemeye bir an bile ara vermeden yatağından kalkıp ışığı yakmış; gelip kapıyı açmış ve arkasına bile bakmadan geri dönüp yatağına gitmişti.

Hurşit kendi kendine „Ya, bu illet karı birgün beddua etmese ölür sanki.“ Dedi. Ardından ekledi: „Neyse yine ucuz kurtuldum ya, ona bak…“ Daha sonra kendisini yayları bozulmuş kanepenin üzerine attı.

Seyrettiği filmin etkisiyle bir süre yatağında dönüp durdu Hurşit. Karateci olacaktı, hem de en büyüğünden…Kendisinin Bruce Lee’den, Dragon Lee’den, daha bilmem hangi Lee’den ne eksiği vardı ki? Bu soruyu sordu kendisine ve hiçbir eksiği olmadığında karar kıldı. Bu kararının ardından usta karate tekniğiyle yüzlerce kişi arasından nasıl yara bile almadan kurtulduğunu (bazen alçak gönüllü olduğunu göstermek ve kahramanlığını tatmin için ufak tefek yaralar alıyordu) , hatta kendisiyle beraber -sonradan aşık olacağı- bir kızı da kurtardığını, Hollywood’da nasıl üstün kaliteli karate filmleri çevirdiğini hayalledi ve uyudu.

Biri salon olan iki oda, bir mutfak ve bir tuvaletten ibaret gecekondularına sessizlik hakim oldu. On yıl önce nice kan can bedeli direnişlerle yapmışlardı bu gecekonduyu. Diğer bütün insanlarla birlikte zabıtaları kovalamış, polisle çatşmış, askerlerin önüne etten duvar örmüşlerdi. O zamanlar Hurşit de direnişçiydi. Diğer çocuklar gibi evini, anasını, babasını ve kardeşini korumak için etten zincire katılıyor, kavga esnasında sapanla taş atıyordu. İşte ancak bu direnişlerle koruyabilmişlerdi evlerini. Zaten başka çareleri de yoktu. Ya direnecek ve ev sahibi olacaklar ya da direnmeyecek sokakta kalacaklardı. Çünkü o zamanlar ne Hurşit’in babası Ziya, ne de anası Sultan çalışıyordu. O yüzden kiraya verebilecek kadar bile paraları yoktu. Olanı da bir an önce başlarını sokmak için, bu iki göz gecekondunun biriket ve kiremit gibi malzemelerine harcamışlardı. Onlar on yıl önce böyle direnmiş ve en azından bugün kiralarda sürünmekten kurtulmuşlardı. O direnişlerdeki tek kayıpları, Ziya’nın sol gözünü yitirmesiydi. Ziya’nın gözünü yitirmesi aileyi yaslara boğmuştu önce; dünyanın başlarına yıkıldığını sanmışlardı. Daha sonra her şeye olduğu gibi ona da alıştılar. Alışmak kötüdür. Çünkü rehavete kaptırır, düşünmekten, eleştirmekten alıkoyarn insanı. Nitekim Hurşitlere olan da buydu. Yıllar sonra özlerini unutup benliklerine yabancılaştılar. Geçmişlerini reddedip geleceklerini kararttılar. Gerçi, bunda tümden onlar suçlu değildi; daha çok çevresel etkenler ve yaşanan gelişmeler onları bu duruma getirmişti. Onlar koca bir denizin içinde bir damla gibiydiler; özellikleriyle diğerlerine benzeyen ama etkileri sınırlı…

Sabahın ilk ışıkları ince perdeden neredeyse kırılmadan süzülerek doğrudan Hurşit’in elmacık kemikleri çıkık yüzüne vuruyordu. O, bu ışıklardan rahatsız olmak bir yana, onlardan habersiz, kendinden geçmiş ve her şeye boş vermiş gibi yatıyordu.

Yaşına göre epeyce tombul anası, başında dikiliyordu. Onun bundan da haberi yoktu. Sanki ölüydü. Sultan, elinden zar ağladığı oğluna içindeki öfkeyi kusmak için sabahın köründe kalkmış, oğlunun başında bitivermişti. Elleri belinde, tombul yüz hatları gergin, başını sağa sola sallayarak ağzı açık yatan Hurşit’e bakıyordu. Onu yiyecek gibiydi! İçinden şunları geçirdi: „ulan hergele, ulan itin doğurduğu iblis! Böyle kıpraşmadan yatmakla elimden kurtulacağını sandın değil mi? Evet ben şimdi seni rezil rüsva etmez miyim bu aleme. Nasıl olsa, seni şımarta şımarta bu hale getiren asalak baban da daha uyanmadı. Ayı gibi yatıyor, imkansız öğlene kadar uyanmaz. Şimdi görürüsün sen..! Tam, düşüncesini uygulamak için hareket edecekti ki, Hurşit:

- Ahh! .. dedi.

Hafif kımıldadığından bozuk kanepenin yayı kalçasına batmış, uyandırmıştı onu. Ayrıca üstü başıyla yattığından ve Haziran güneşi bir kısmı fileyle kaplı pencereden hiç kırılıp yansımadan doğrudan üzerine düştüğünden vıcık vıcık da terlemişti. Kalkar kalkmaz önce kalçasını oğuşturdu., sonra anlında damlalaşmış terleri elinin tersiyle sildi. Ardından kanepeye bir tekme savurdu. Anası, odanın bir köşesine sinmiş oğlunu gözlüyordu. Hurşit söylemeye başladı.:

- Ulan kıçımı deldin be! Ama suç sende değil ki, seni kanepe diye hala bu evde tutanlarda… Bana kalsa seni parçalayıp kışın odun niyetine sobaya tıkarım, ama benim şu anam yok mu, şu anam…

Anası gizlendiği yerden çıktı:

- Ula zebani, ula kadir kıymet bilmez it! Söyle bakayım ne olmuş şu anana? Şu gariban, biçare, senin elinden ne edeceğini şaşırmış anana ne olmuş? Benim gibi ana buldun da beğenmiyorsun he! Elin anaları senin gibi çocukları evden atıyor, kolunu bacağını kesip dilenci yapıyor be. Benim gibi anayı sen arasan zor bulursun, ama senin gibi çocuk piyasada çok. Bu sokaktan her gün elli tanesi geçiyor.
- Ne diyon benim canım anam! Ben hiç senin hakkında kötü sözler eder miyim? Böyle şeyleri aklından nasıl geçirirsin bilmem. Sürekli kötü şeyler düşünerek kendine eziyet ediyorsun anam benim. Bari kendini düşünmüyorsun, beni düşün. Beni; bu çalışkan, genç ve neşeli oğlunu düşün. Valla böyle bağıra çağıra asabi edeceksin beni. Neyse hadi gel seni şöyle bir öpeyim de kendine gel.

Anasının gelmesini beklemeden kendisi koştu, anasının bir manda başı kadar olan başını avuçlarının arasına aldı ve yanaklarından şapur şupur öpmeye başladı. Her zaman böyle davranmazddı Hurşit. Davrandığı zamanlar da mutlaka birşeyler isterdi. Oğlunun huyunu iyi bilen Sultan, sinirli halinden taviz vermek istemeyerek, ama yine de bu halinden eser kalmamış olarak, söylenmeye başladı:

- De geet lan! Yine birşey isteyecen değil mi? Yok ula, sana zırnık yok bundan sonra. Yaz tatillerinde böyle aylak aylak gezeceğine, git çalış kazan. Kocaman erkek oldun hala beş kuruş kazanmış değilsin. Hazıra konmak kolay; biraz da sen kazan biz yiyelim. Bakalım nasılmış! .. Hem zaten böyle giderse yaz sonu lise kitaplarını da alamıyacaz, açıkta kalacaksın. Öyle cıp cıbıl okula gider gelirsen akıllanırsın belki.
- Ne diyorsun ana! O nasıl konuşma öyle! Ben hiç çalışmadım mı? O kaddar simitçilik yaptım, boyacılık yaptım, el işçisi oldum… bunları inkar mı ediyorsun?
- Şuna bak, nasıl da kurula kurula konuşuyor. Çalışmış da başı göğe ermiş sanki. Öyle çalışmayı herkes, hatta benim gözlerinin feri kısılmış babam bile yapar. İki gün çalış bırak, iki gün çalış bırak… hem çalıştın da bize bir faydan mı dokundu sanki. Eline ne geçtiyse orda burda sürterek iç ettin. Yok karateci olacakmış, yok org mudur morg mudur nedir onu çalmayı öğrenecekmiş, yok şu film güzelmiş, yok şu aletle hırsızlar anında yakalanırmış, ulan bu tam takır kuru bakır eve hangi hırsız girer be! .. Hadi bir işte sebat gösterip başarılı olsan neyse; ama hiçbirinde tikiş tutturamadın. Hep yarım bıraktın. Oğlum sen bugüne kadar bir baltaya sap olamadın, bundan sonra da olamazsın alimallah. Ben bunu bilir bunu söylerim. Hadi, elimden bir kaza çıkmadan git; git de gözüm görmesin seni.

Anası sitemlerinin ardından mutfağa kahvaltı hazırlamya giderken, babası girdi salona. Çok uyumaktan gözleri şişmişti. Belli ki bıraksalar daha uyuyacaktı. Uyku sersemliğiyle Hurşit’e dönerek şöyle dedi:

- Ne var, ne oldu? Sesinizi sağır sultanlar duyuyor yine. Bir Pazar günümüz var, onu da zehir ediyorsunuz adama be. Yine ne oldu lan Hurşit, anlat hele? Bu şirret karı sana yine birşey mi dedi?

Sesleri duyan Sultan mutfaktan seslendi:

- Şirret senin babandır Ziya bey. Ettiğin laflara dikkat et! Asıl suç bende ki, bugüne kadar karılık ettim sana. O Hurşit denecek Zebaniyi de böyle şişire şişire hep sen şımarttın zaten. Bak şu haline; tam bir berduş oldu. Ne gece geliyor eve, ne gündüz… Öyle meteliksiz, aç susuz nerelere gidiyor, ne yapıyor bilmem ki!

Hurşit babasının konuşmasına fırsat vermeden kendisi karıştı söze:

- Ya ana amma büyütüyorsun ha! Ne var bu kadar büyütecek? Altı üstü bir sinemaya gitmişim. Hem seyrettiğim filmi bilsen, böyle konuşmazdın. Fırsat vermedin ki anlatayım. Bak biraz daha konuşursan kendimi aha şu pencereden aşağı atarım valla, bilesin.
- Vey, iblisin beni korkuttuğu şeye bak! Sende nerede o cesaret. Keşke atsan da hepimizi kurtarsan bu dertten. Ama yok, aman atma, tamam sustum. O pencerenin yüksekliği bir metre bile yok. Neme lazım, atlar ölmez kötürüm kalırsın da başıma iyice bela olursun.

Konuşma böylece tatlıya bağlandı. Sultan, salondaki rengi solmuş yeşil halının üzerine bir örtü serdi. Örtünün üzerine yuvarlak yer sofrasını kurdu; onun üzerine de iki ekmek, biraz sana yağı ve adam başı beşer tane de zeytin koydu. Bolca suyla doldurularak hazırlanmış açık çay da gelince kahvaltı hazır oldu.

Zeytini yarım yarım yemelerine rağmen bir çırpıda bitti. Ondan sonra yağa ve ekmeğe bindirdiler. Doymuş yağ oranı yüksekmiş alçakmış, kalp yetmezliğiymiş, damar tıkanıklığıymış… kimsenin umrunda değildi. Vız gelip tırıs gidiyordu. Bugüne kadar, en yaşlıları olan Ziya’nın bile evlerinin o dimdik yokuşunu çıkarken kalbi teklememişti. Demek ki en azından bugün korkulacak birşey yoktu. Yarına ise allah kerim! ..

Midelerini ekmekle bir güzel şişirdikten sonra Ziya, Sultan, Hurşit ve Cemşit hep birlikte:

- Oh be! Bugün de doyduk. Allahım verdiğin nimetlere şükür! Bunu da bulamayanlar var. Diyerek dua ettiler.

Hurşit dudaklarıyla söyledi, ama içinden onaylamadı söylediklerini. Ona göre züğürt avunmasıydı bu. Polyannacıktı. Hem ayağına giymeye pantolon bulamayacaksın, hem de „ya donum da olmasaydı ne yapardım” diyerek, don sahibi olduğuna şükredip kendini avutacaksın. Olacak şey değildi doğrusu! Bu işler öyle şükürle mükürle olmazdı. Lafla peynir gemisi yürümüyor, şükürle karın doymuyordu çünkü.

Kahvaltı faslı bitmiş, her hafta sonu oynayan Brezilya dizilerinden birini izleme vakti gelmişti.

Hepsi televizyonun karşısına üşüştü. Televizyonları Sony’nin son modellerindendi. Bu konuda modayı aksatmadan takip ediyorlardı. Televizyon, gıdaları, özlemleri, avuntuları ve gurur kaynaklarıydı. Eşten dosttan biri gelip istediği diziyi şöyle ağız tadıyla izleyemez de sonra „ya, doğru düzgün bir televizyonları bile yok. Olan da eski model bir hurdahaş.“ Diye bir söylenti yayarsa, halleri nice olurdu? Konu komşunun yüzüne bakamazlar, başları önlerine eğik gezerlerdi. Bu durumlara düşmemek için taksit maksit, borç harç evi elektronik eşyalarla donatacaktın. Hatta başka evlerde bu eşyaların reklamını yapacaktın: „Bizimki yeni bir müzik seti getirdi; görsen bir adam boyunda! Ben pek anlamam; ama Arçelik’in son modeli miymiş neymiş? Üzeri dolu düğme. Kız allah seni inandırsın, ben daha hangi düğmenin hangi işe yaradığını çözemedim. Bir de sesi var ki; temiz, pürüzsüz…“

Brezilya dizisini seyrederken eve ölü sessizliği hakim oldu. Kimse kimseyle konuşmuyordu. Sadece televizyonun elektronik sesi ve seyircilerin ağladıklarını belirten burun çekişleri işitiliyordu.

Dizi filmin en heyecanlı yerinde elektrikler kesildi. Etkilenerek tepkisini ilk belirten Sultan oldu:

- Tüh be! Hep böyle oluyor zaten. Birgün ağız tadıyla izleyemedik şu diziyi. Hep de filmlerin en heyecanlı yerinde gidiyor mendebur. Haberler olsa gitmez, maç falan olsa gitmez…

Ziya karısını yatıştırmaya çalıştı:

- Yeter artık, sus hanım! Şimdi gelir, velveleye verme ortalığı.
- Ya! Gelir, gelir! Sen bekle daha, gelir. Akşama kadar gelmez bu, Ziya bey. Ama suç sende. Doğru düzgün bir elektrik tesisatı yaptırmadın şu eve, olacağı buydu tabii.
- Tesisattan olduğunu nereden çıkardın hanım? Bilir bilmez konuşuyorsun vallahi.
- Tabii, tabi, bilir bilmez konuşuyorum ben! Bu evde en çok vaktini geçiren benim Ziya, unuttun galiba. Evin neresinde ne olup ne bitiyor iyi bilirim. Elektrik kaçakken daha iyiydi, hiç olmazsa kablolar gözümüzün önündeydi. Ne olduğunu görüyor da ona göre davranıyorduk. Şimdi öyle mi! Duvarların içinde o çürük kablolara neler oluyor, hiç haberimiz yok. Valla birgün bu elektrik bizi gafil avlayacak. Oturduğumuz yerden elektriğe çarpılacaz alimallah.
- Ya sinir etme adamı hanım. İşin kolayı var. Şimdi öğreniriz. Hurşit, oğlum! Git şu Haydarlara bir sor bakayım; onlarınki de gitmiş mi?

Hurşit ikiletmeden „Tamam, baba“ dedi ve kapıya yöneldi. Hurşit kapıdan çıkar çıkmaz, Sultan küçük oğlu Cemşit’e döndü:

- Oğlum, sen şu köftehorun peşinden git de yine o kıza takılacak mı, bir bak bakayım.

Hurşit daha Haydarların kapısını çalmadan Cemşit yetişti.

- Sen niye geldin, lan? Dedi Hurşit.
- Annem gönderdi abi.
- Niye gönderdi?
- Söylemem.
- Söylemezsen söyleme lan. Sanki bilmiyorum. Sema’ya bakıp bakmadığımı kontrol etmek için gönderdi seni, benim o yemiş de sıçmamış anam.
- Aaa! Anama ne dedin! Söylicem seni…
- Hadi git söyle. Söyle de bir daha sinemalara götürmeyeyim seni. Ondan sonra, o çok sevdiğin şey filmlerini seyredemiyesin. Hadi, durma git…
- Sahi, bir daha götürmez misin abi? Hiç mi götürmezsin?
- Tabi bir daha götürmem. Hem de hiç götürmem…
- Tamam o zaman, bakarsan bak, söylemicem anama.

Hurşit kapıyı çaldı. Şifreli çalmış olacaktı ki, Sema açtı. Hurşit’i görünce:
- Merhaba, n’aber Hurşit? Dedi.

Sema’nın güzelliği karşısında yine ne diyeceğini şaşırmış, kendinen geçmişti Hurşit. Kızlar karşısında her zaman böyle oluyordu; dili tutuluyor, kızarıp bozarıyordu. Yine aynı haller içinde zorlukla:

- Merhaba! İyiyim Sema, sen nasılsın? Dedi.
- Sağol! Ben de iyiyim. Ne oldu, ne var?
- Hiiç! Önemli birşey yok. Bizim elektrikler gitti de, sizinkiler de gitti midiye soracaktım sadece?
- Evet bizimkiler de gitti. TEK’e telefon ettik. Akşam altıya kadar gelmeyeceğini söylediler.
- Çok sağol!
- Birşey değil. Ha, unutmadan söyleyeyim; bir daha kapıyı öyle çalma olur mu?

İçine bir ateş düştü Hurşit’in. Ter ter oldu. Nar gibi kızardı. Her gece arka pencereden bakışmalarının bir anlamı yoktu demek. Veya vardıysa da yok olmuştu. Oysa Hurşit neler hayalliyordu Sema hakkında. Ama kız vefasız çıktı, suya düşürdü hayallerini. Hemen oracıkta kıza küstü Hurşit. Bir daha ona ne bakacak, ne de onunla konuşacaktı. Dünyası kararmıştı artık. Yaşamak boşunaydı. En iyisi intihar etmekti. Hemen buracıkta bıçağını çıkarıp karnına yaslayarak şöyle bağırabilirdi: “Sema seni çok seviyorum. Hem de uğrunda ölecek kadar çok! .. Sen de beni seviyor musun? N’olur sevdiğini söyle; yoksa aha burada, senin kapının önünde, harakiri yapar, sensiz zaten solacak canımı öteki tarafa yollarım…” Yapmadı, ama yapabilirdi de.

Zavallı Hurşit, aslında kızın da kendisine ilgi duyduğunu, o sözü ise, sadece evde anne ve babasının şüphelendiğini belirtmek için söylediğini nereden bilebilirdi ki?

Düşünceleriyle boğuşarak kolu kanadı kırılmış halde eve döndü. Kapıdan içeri girdiğinde, kardeşi Cemşit hala kendisini denetliyormuş gibi arkasında dikiliyordu.

Babası sordu:

- Ne oldu oğlum? Onlarınki de gitmiş mi?
- Gitmiş baba. Akşam altıya kadar da gelmeyecekmiş. Telefonla TEK’ten öğrenmişler.

Ziya haklı çıkmanın gururuyla karısına döndü:

- Duydun mu hanım? Dedi. Herkesinki gitmiş. Boşuna büyütmüşsün olayı.
- Ne büyütmesi bey. Her zaman böyle yapıyor bu it! Filmin ortasında, hem de en heyecanlı yerinde bir gidiyor; ondan sonra ya film biter bitmez tekrar geliyor, ya da akşama kadar hiç gelmiyor mendebur. Bazen de yine filmin ortasında gidiyor; ondan sonra film bitene kadar kesik kesik bir gidip bir geliyor, film bittikten sonra bir daha gitmiyor. Sanki bilerek yapıyor meymenet. İşin kötüsü, bizde bunlar olurken başka hiçkimsede olmuyor. Herkes güzel güzel izliyor izleyeceğini… Şimdi hal böyleyken, benim şüphe etmem haklı değil mi?
- Ya hanım bence sen gerçekten büyütüyorsun. Bize karşı bir düşmanlığı yok ya bu meretin.
- Sen öyle san ziya. San da kendini kandır durmadan. Sen yok diyon; ama bence bunun bize bir düşmanlığı var gerçekten. Hem de büyüyle yapılmış; sökülüp atılması zor, köklü bir düşmanlık!
- Allah allah! Kim yapacak büyüyü hanım? Hem yapıp da ne kazanacak? Öyle şeyler söylüyorsun ki, insanın senin delirdiğine inanası geliyor vallahi.

Ziya’yla Sultan’ın tartışmadan zaman ayırıp da oğullarının acınası durumunu görmeye pek niyetleri yoktu. Tartışıp duruyorlardı.

Hurşit yatağına çekilmiş kara kara düşünüyordu. Karadeniz’de gemileri batmış gibiydi: umarsız, umutsuz ve küskün… Yaz ortasında sonbaharını yaşıyor gibiydi: yaprakları dökülmüş, çıplak ve çirkin… Ne kötü!

Bir kara sevda illeti esir almıştı onu. Esir almış; gözünü kör, beynini felç etmişti. Öyle ki, kızın hakkındaki hiçbir dedikoduya kulak asmıyor, kızın hiçbir kusurunu görmüyordu. Dahası kızın kusurları ona erdemmiş gibi geliyordu. Halbu ki kızla bol bol bakışma ve arasıra kapı önünde birkaç kelime etmekten öteye hiçbir paylaşımları da olmamıştı. Buna rağmen o, seviyordu Sema’yı. Hem de dünyada her şeye boş verebilirken, ona veremeyecek kadar… Hem de sevginin anlamını dahi bilmeden…

Ziya’yla Sultan hala tartışıyordu. Cemşit ise, anasının önünde „Ana abim Sema’ya bakmadı.“ diye rapor vermek için bekleyip duruyordu. Anasıyla babasının tartışması, en sonunda döndü dolandı geldi Hurşit’e dayandı. Tartışmanın harareti sönmüş, uzlaşma hakim olmuştu.

Sultan:

- Ziya, Hurşit’e dün gece nerelerdeymiş diye sordun mu? Dedi. Sen sorarsan doğruyu anlatır. Garip, beni hep kandırmaya çalışıyor zaten. Neden yapıyor, bilmem. Sabah da kandırmaya çalıştı: Fırsat versem bana, benim sevdiğim filmlerden birine gittiğini söyleyerek yalan atacaktı. Böyle giderse bu çocuğun sonu kötü olacak Ziya. Sen de çok yüz veriyorsun. Biraz dizginleri eline al. Birgün bir yerde bir halt karıştıracak, kendisini geçtim, hepimizin başını yakacak vallahi. Çok paragöz olmuş. Geçenlerde, Kadıköy İskelesi’nde şu sakar Hatice’nin oğlu Osman’la kaçak vapur jetonu satmışlar. Sabah iş saatinde gişelerin önünde uzun kuyruklar oluyormuş. Bu kuyrukların arkasındaki bir adama yarım saatteen aşağı sıra gelmiyormuş. Malum, iş saati olduğundan milletin de acelesi oluyor. Onlar bu durumu fırsat bilip gişelerden bin liraya aldıkları jetonları, “Vapura acele jeton! ” diye bağıra bağıra bin beş yüz liraya satmışlar. Iyi para kazanmışlar, ama zabıtalardan da zor kurtulmuşlar. Hurşit bize bunlardan hiç bahsetmedi. Ben sakar Hatice’den öğrendim. Ayrıca çok arsızlaşıp utanmazlaşmış. Sokaklarda el alemin kızlarına laf atıyormuş. Gidip adam gibi konuşmayı beceremiyor it! Daha neler neler… Bu şimdiden böyle, yarın lisede kim bilir neler yapar! Bences en adam akıllı bir konuş kendisiyle. Hatta, okullar açılıncaya kadar köye gönderelim gitsin.Hem o biraz dinlenir hem de biz sorunlardan uzaklaşırız biraz. Sen ne dersin bu işe?
- Valla, dediğin gibiyse bence de göndermekte fayda var hanım. Gitsin biraz dinlensin, belki kendine gelir. Hatta, yarından tezi yok göndermek lazım. Ben şimdi konuşurum kendisiyle.

Ziya oğluyla konuşmak üzere kalktı, Hurşit’in yatağına yöneldi. Sultan poşetinden el örgüsünü çıkardı, örmeye koyuldu. Cemşit iyice anasının yanına sokuldu. Gözlerini anasının gözlerine dikti. Anasının kendisini farketmesini istiyordu. Birşey söylemek niyetindeydi. Anasının oralı olmadığını görünce, kendisi:

- Ana! Dedi.
- He! Söyle ne var?
- Ana! Abim Sema’ya bakmadı.
- Vee, garibim Cemşit! Sen bunu demek için mi iki saattir orada dikiliyon?
- Hee…
- Gel o zaman seni bir öpeyim lan. Aferin işte hep görevine sadık ol böyle.

Cemşit anasının dizlerine yan oturdu ve sol yanağını uzattı. Anası öptü. Sonra sağ yanağını uzattı. Anası onu da öptü. Daha sonra Cemşit rahatlamış olarak kalktı, sokakta top oynamaya gitti.

Hurşit birkaç tahta ve bir kuru yataktan ibaret peykede uzanır vaziyette düşünüyordu. Sol koluyla bacaklarını ileriye doğru uzatmış, sağ koluyla gözlerini kapatmıştı. Düşünceleri ağır geldiğinden uyumak üzereydi ki, babasının seslenişini işitti:

- Hurşit!

Hurşit, gözlerini açtı, doğruldu:

- Evet, baba! Dedi.
- Kalk oğlum sana bir müjdem var.
- Nedir müjden baba?
- Seni köye gönderecem oğlum. Git biraz gez, eğlen gönlünce…

Define bulmuş gibi sevindi Hurşit. Babasının boynuna sarıldı ve şapur şupur öpmeye başladı onu. Bu sevgi faslı biraz uzayınca, Ziya:

- Neyin var oğlum? Dedi. Niye bu kadar sevindin?
- Hiç sorma baba! Bana ne kadar büyük bir iyilik ettiğini bilemezsin. Benden anlatmamı isteme; çünkü anlatamam. Anlatsam da anlayacağın şüpheli. Diye kestirip attı.

Ziya üstelemedi. İstediği olmuştu ya, bu kadarı yeterdi. Son olarak zamanı bildirdi:

- Yarın akşam altıda biner, ertesi gün sekiz dokuz gibi İmranlı’da inersin. Deden seni oradan alır.

Hurşit hiçbir şey demedi. „Niye bu kadar erken? ..“ diye sormadı. Tek isteği buradan gitmek, belli bir süre de olsa uzaklaşmaktı. Belki o zaman Sema’yı unuturdu.

O gün evden hiç çıkmadı, bol bol Teksas, Tommiks okudu. Okuduklarının ve ruhsal yapısının etkisiyle defalarca kendini büyüttü-küçülttü, yüceltti, aşağıladı; ama bir türlü kendisiyle barışamadı. Neydi onu çocuk yaşta bu durumlara sokan? Orasını hiç düşünmedi bile…

Akşam olmuş; sokakta neşeli neşeli oyun oynayan çocukların sesleri gökyüzünün sessizliğine karışmıştı. Taa uzaklardan, E-5 karayolundan, Cevizli, Maltepe tren istasyonlarından ve bunlara paralel uzanan az ötedeki Marmara Denizi’nden araba, tren ve vapur sesleri işitiliyordu sadece. Bir de aç karınlarına birşeyler arayan uyuz köpeklerin ulumaları…

Hurşitler böyle bir akşam içinde olup bitenlerden habersiz, kendilerinden geçmiş ve dünyadan uzaklaşmış olarak film seyrediyorlardı. Öyle ki dünya batsa haberleri olmayacaktı. Bir ara Hurşit zevkinden feragat ederek kalktı ve arka odaya gitti. Onun arka odaya gittiğini ne Ziya, ne Sultan, ne de Cemşit gördü.

Lambayı yaktı. Pencerenin yıllara meydan okuyan perdesini araladı…

“Evet işte orada. Yanılmamışım. Bak bak nasıl da sırıtıyor pislik! Benimle nasıl oynadığını düşünüyor, belli. Ama ben sana göztermez miyim; yaptığını fitil fitil burnundan getirmez miyim? Aa! Bir de göz kırpıyor utanmadan. Yaptığı yetmemiş anlaşılan, daha oynamak istiyor. Ama madem oynamak istiyorsun, benim için hava hoş; yeter ki sen iste…”

Perdeyi kapatmadan, bir el işaretiyle, karşı camdan masum masum kendisini seyreden Sema’ya “aşağıdaki çeşmenin oraya gel” diye mesaj yolladı. Sema başıyla “olur” anlamında onayladı.

Sema, “Meryemlere gidiyorum, hemen gelecem.” Diye çıktı evden.

Hurşit, „Biraz hava alacam“ dedi.

Çeşme çok ıssız ve sessiz bir yerdeydi. Yanında, içinde olan her şeyi gizleyebilecek kadar büyük kum yığınakları vardı. Burası, dünyada kendi iğrenç amaçlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyenler açısından öç almak için bulunmaz bir yerdi. Böyleleri yaptıkları görülmesin, bilinmesin isterdi. Onlara göre, ıssız ve sessiz yerlerde bir umut yeşertilebilir; ama soldurulabilirdi de…

Hurşit de kendinden başka kimseyi düşünmeden yaşayanlardandı. Arkadaşlık, dostluk ve sevgi ona fayda sağlıyorsa güzel; sağlamıyorsa çirkindi… Bencildi. İğrenç tutkularının esiriydi. Ve o gece bir umudu yeşertmeyi değil, soldurmayı yeğledi…


2. Bölüm

Gece bir zift karanlığına büründüğünde, içindeki yıldızların oynaşan canlılıklarıyla haşır neşir oldunuz mu hiç? Bu duygunun ihtişamını bilir misiniz? Her biri ayrı bir dünyadır onların. Ve her kıpırtıyla alır götürürler insanı. Götürürler istenilen yere.

Yıldızlarla renklenmiş gökyüzü, özlenen bir ferahlık akşediyordu insanın içine. Ama bu ferahlık bir duygudan öteye gitmiyordu. Gece olmasına rağmen hava hala bunaltacak kadar sıcaktı. Sıcaklık doğuya gidildikçe iyice artıyor; etkisini daha kuvvetli hissettiriyordu. Üzerlerindeki sıcak havanın tülden örtüsünün dev kıvrımları arasında boğuldukları hissine kapılan tüm canlılar, bu iç geçirtici sıcaklıktan kurtulmanın yollarını arıyordu. Cırcır böcekleri sıcaktan sık sık yer değiştirip duruyor; kuşlar yuvalarında dikilip kanat çırparak serinlemeye çalışıyor; inlerinde bunalan ayılar mağaralarının ağzına kadar ilerliyor ve çiçekler küçücük bir esintiye kucak açıyordu…

Hurşit’in bindiği otobüs, İstanbul-Erzincan yolunda, gecenin içinde gürültülü bir iz bırakarak ilerliyordu. Otobüsün gecenin sessizliğinde yankılanan sesleri, Hurşit’in içine bir ürperti gönderiyor ve onu bu dünyadan uzak değişik diyarlara sürüklüyordu. Böylece Hurşit müthiş his yoğunlaşmaları içinde inanılmaz maceralara kulaç atıyordu. Bir leyleğin sırtında dünyayı dolanıyor; tüm güzelliklerin hakimi oluyordu. Bir ışığın hızıyla geleceğine gidiyor; oradan yaşamını yönlendiriyor, ölümlülüğüne çare arıyordu. İstanbul’un en ucuz pazarından alındığı besbelli giysisiyle dünyanın değme zenginlerine taş çıkartıyor; debisi yüksek nehirlerin coşkusuyla uçuyor, uçuyor, uçuyordu… Ve otobüsün her vites değiştirişinde kısa bir an yaşama dönen Hurşit, gerçeklerin demirden dayanılmaz mengenesinde baştan ayağa pul pul terlemiş olarak ve lanet okuyacak zaman dahi bulamayarak inim inim inliyordu.

Otobüs Bolu yokuşuna vurduğunda gündüz olsa, Köroğlu Dağları’yla tüm Bolu insanın gözleri önünde doyumsuz bir manzara olarak uzanırdı. Ancak gece, bu güzelliği tülden bir karartıyla örttüğünden, dağların ve ormanların siluetleri seçilebiliyor ve uzaktan uzağa ince bir hışırtıyla akan Gerede Çayı’nın tiz sesleri işitilebiliyordu sadece. Fakat, bu zar zor seçilen manzara siluetleri ve su hışırtıları bile insanı mest etmeye yetiyordu. Gecenin bu ahenkli ama belirsiz güzelliği, engin bir dinginlik hissettiriyordu insana. Hele gecenin ilerlemiş bir vaktiyse, bu büyüleyici ahenge kendini kaptırıp uyumak işten bile değildi. İçinde hiçbir yapmacıklığı barındırmayan bu doğal güzellik, en sonunda Hurşit’i de uyuttu…

İmranlı’da indiğinde şafak çoktan sökmüş; tenleri esmerleştirecek kadar kavurucu sıcak hava, hafif bir esintiyle öğleyi bile beklemeden çökmüştü ilçenin üzerine.

Hurşit de sıcak havanın etkisiyle yaka bağır açık, elinde küçük çantası, sırtında dirseklerinden yamalı ince ceketiyle, asfalt yolun kenarında yüzü güneşe dönük olarak bakakalmıştı giden otobüsün ardından.

Yörenin toprak yollarına meydan okuyan E-5 Karayolu, ilçeyi bir baştan bir başa geçiyor ve sanki sonsuzluğa gidiyordu. Tekellerin karları için yapılmış bir karayoluydu bu. Köylünün pek fazla bir işine yaramıyordu. Kâr getiren yerler nereleriyse oralara kadar uzanıyor, ama başka yerlere tek bir adım dahi atmıyordu. İlçeden köylere hala, aşına aşına sertleşmiş toprak yollardan varılıyordu. Karayolundan neredeyse her iki üç dakikada bir araç geçerken, köylere giden doğru düzgün bir araba bile yoktu. Olanlar da iki günde ve sekiz on saatte bir hareket ediyordu. Ulaşım sorunu ve ekonomik sıkıntılar içerisinde her geçen gün fakirleşen yöre köylüsü, çareyi büyük şehirlerde arıyor; bunun için belki farkında bile olmadan dökülüyordu göç yollarına.

Yüzünü güneşten çeviren Hurşit dedesinin kendisini bekleyeceği ahırdan bozma, her tarafı kırık dökük garaja yöneldi. Buraya ilk kez gelmiyordu Hurşit. Daha önce de yaz tatillerinde birkaç defa gelmişti. O yüzden pek yabancılık çekmedi. Garaja geldiğinde dedesi elinde bastonu, başında şapkası, sırtında tozlu ceketi ve ayağında kara lastikleriyle kendisini bekliyordu. Yetmiş yaşına rağmen sağlıklı ve dinçti. Vücut geliştirmecileri özendirecek kadar kaslı, sosyeteyi imrendirecek kadar esmer tenliydi. Ölene kadar yıkılması imkansız görüntüsüyle, “işleyen demir pas tutmaz“ atasözünün doğruluğunu ispatlıyordu adeta.

Garaj oldukça sakindi. Hurşit’in dedesiyle birlikte dört kişiden başka hiçkimse yoktu. Garaj gibi, ilçe de sessiz ve neredeyse hareketsiz denecek kadar durgundu. İstanbul’un gürültülü ve hareketli yaşamı burada yoktu. Bugüne kadar kaç tane can yuttuğu bilinmeyen Kızılırmak ağır ağır akıyor; standart ciro kapasitesine sahip dükkanlar ağır ağır açılıyor; pazar tezgahları ağır ağır kuruluyor ve insanlar doğanın ritmik hareketlerine uyarak ağır ağır selamlaşıyordu. Burada insanlar; hava, toprak ve suyla bütünleşmişti. İç içeydiler. Birine kötü birşey olsa diğeri de etkileniyordu. Biri ölüm döşeğine yatsa diğerinde de matem havası esiyordu. İnsan doğaya, doğa insana muhtaçtı ve insan doğayı, doğa insanı etkiliyordu. Bugün ilçede pazar kurulmasına rağmen canlılık hala doğanın tekdüze ritmik hareketlerinin üzerine çıkamıyordu. Hurşit’in ölçülerinde cansız olan bu yaşam, yörenin ölçülerinde oldukça hareketliydi. Öyle ya, insanın değerleri üzerinde, yaşanılan yerin büyük etkileri oluyordu.

Daha otobüsten iner inmez, yörenin havasına kendini uyduran Hurşit, dedesiyle büyük bir sıcaklık ve içtenlikle kucaklaştı. Ve dedesinin neredeyse Dünya’yı kucaklayacak kadar büyük kollarıyla koca bir goril kadar gövdesi arasında kayboldu.

Dedesinin gerçek ve tam adı, Hasan Yaka idi. Fakat yörede herkes ona, hem kalıbından, hem de köylerdeki lakap takma alışkanlığından, kısaca İri Hasan diyordu. İri Hasan’ların, Yaka soyismini alış öyküleri de oldukça ilginçti: 1934’te Atatürk daha soyadı kanununu çıkartıp da herkesin bir soyadı alması gerektiğini söylemeden önce, Hasanlar büyük zorluklar içinde epey sıkıntılı yaşıyordu. Biranlamda sefaletin sınırındaydılar. İki yakaları birtürlü biraraya gelmiyordu ve hiçbir zaman da gelmeyecek gibiydi. Dünyada da durum pek içaçıcı değildi. Almanya’da faşizm iktidara gelmiş, “üstün ırk, üstün ulus” safsatasıyla insanları, ulusları birbirlerine düşman etmeye çalışıyordu. “Düşüncelerin, ideolojilerin, doğa yasalarının etkileri yok edilebilirdi; ama kan bağının asla! ..” Bu frekansı yüksek şiarla şahlanan faşizm, siyasetteki boşlukları doldurmaya çalışarak dünyaya meydan okuyordu. Almanya’da daha sonraları milyonlarca yahudiyi fırınlara göndererek adını tarihe “En büyük insanlık düşmanı” olarak iri puntolorla yazdıracak olan Hitler, Avusturya üzerinde hak iddia ediyor; bu hakkını da şöyle dile getiriyordu: “Aynı kan, aynı imparatorluğa aittir! ” Aslında bütün politikalar birer görüntüydü. Diğer emperyalist-kapitalist devletlerde olduğu gibi faşist Almanya’da da sorun, büyüyen tekellerin ekonomik sıkıntılarıydı. Hemen bütün emperyalist-kapitalist devletlerde sermaye ve ürün şişkinliği doğmuştu; bu fazlalığın başka ülkelrin topraklarında yatırım alanları ve pazar olanakları bularak eritilmesi gerekiyordu. Sorun buydu. İşte hemen bütün politikalar sinsice ve değişik çehrelerde bu büyük sorunun aşılmasına hizmet ediyordu. Böylece daha o yıllarda insanlığın başının üzerinde ilkine göre daha büyük, daha yıkıcı ve daha acımasız bir dünya savaşının kulakları sağır eden çanları çalmaya başladı. Dünyadaki bu durum Türkiye’ye de yansıyordu; hem de daha katmerli olarak… 1.Dünya Savaşı’na çeşitli hilelerle sokulan, savaşın sonunda homurdanarak ayağa kalkan ve Kurtuluş Savaşı’nda nice kahramanlıklar göstererek bağımsızlığını kazanan Türkiye halkları açısından, sermayenin bu büyük dişli çarkının altında daha katmerli olarak ezilmek dayanılmaz birşeydi. Üstelik, bir de bu halkların kann akıtarak kurtardığı vatanlarının her karış toprağı, gün geçtikçe ayaklarının altından kaydırılıyor ve tarih bu koca halk mozaiğine kelimenin tam anlamıyla küstürülüyordu. Öyle görünüyordu ki, gelecek büyük çalkantılarla doluydu. Hasanlar işte bu geleceğin arefesinde yaşamlarına müdahele gücünden yoksun olarak meçhule doğru yol alıyordu. Tam da bu yıllarda birgün Atatürk, Soyadı Kanunu’nu ilan ederek bundan böyle herkesin bir soyadının olacağını duyurmuştu. Artık, „Muasır medeniyetler seviyesine…“ doğru yavaş yavaş ilerleniyordu. O zamanın koşullarında bu olaya öyle büyük bir önem verildi ki, herkes bu soyad denen şeyi sihirli bir değnek sandı. Yokluktan, yoksulluktan, hastalıktan kurtaracak ve iki yakayı biraraya getirecek sihirli bir değnek… Hasanlar da herkes gibi soyadına gizemli bir anlam yüklediklerinden, bu işi ciddiye almış, uzun süre kılı kırk yararcasına düşünmüş ve en sonunda “Belki iki yakamız biraraya gelir“ diyerek, “Yaka“ soyadını almaya karar vermişlerdi. Bu düşünce ve arzuyla biraz şaşkın, biraz mahçup ve biraz da umutlu olarak devlet memurunun karşısına çıkmış ve şöyle demişlerdi: “Bizim soyadımız Yaka olsun memur bey, YAKA! ..“

Yaka soyadını almasına almışlardı, ama yıllar geçiyor ve yaşamlarında hala olumlu bir değişiklik olmuyordu. Hatta her geçen gün alım güçleri daha da küçülüyor ve böylece onlar, değiştirilemez bir kaderin talihsiz esirleri gibi, dünü tartmadan, bugüne bakmadan, yarını düşünmeden, kendilerini bekleyen sondan habersiz ve birileri çıkıp da “Bu böyle gitmez! “ diyerek o makus talihlerini tersine çevirinceye kadar da kesin ve mutlak olarak, yok oluşun karanlık dehlizlerine doğru inanılmaz bir hızla ilerliyorlardı. Zaten bugün de topu topu, büyük kısmı çorak olan 1500m²lik bir tarlayla alt katı ahır olan iki katlı kerpiç bir ev, birkaç kümes hayvanı, birkaç koyun-keçi-inek ve bir de çorlu bir köpekleri vardı.

Zorluklar içinde geçen yaşamları gerektirdiği için yıllarca çok çalışan ve iklimin de etkisiyle epey kalıplı ve dinç olan İri Hasan, bir kır insanının yapmacıksız tavırlarıyla sımsıkı kucaklamıştı torununu. Kucaklaşma esnasında torunu kendisini öptükten sonra, o da torununu öpmüş ve ardından bu kucaklaşma faslını bitiren şu sözleri etmişti:

- Hoşgeldin oğul. Nasılsın, anlat hele? Anan, baban nasıl? İyidirler inşaallah.
- Valla çok iyiler dede. Hepsinin ayrı ayrı selamı var. Hatta Cemşit bile benden, size “çok, çok, çok…“ selam söylememi istedi.
- Vay, bak sen şu bastıbacağa! Büyümüş adam olmuş da selam gönderiyor, he mi? vallah helal olsun! Hem de yüz bin kere… hadi gel senle şu pazara bir uğrayak da eve birşeyler alak. Hem zaman da geçer. Zati bizim köylere araba öğlen sonu kalkacak. Ee anlat hele oğul; naparsınız, neydersiniz İstanbul’da. Akrabalardan hiç gördüğünüz kimse var mı? Gerçi büyük şehirler bölüp parçalıyor insanı, ama sen yine de anlat.
- Ne diyeyim ki dede? Zaten sen benden daha iyi biliyorsun her şeyi. Dediğin gibi, bölük pörçük yaşıyoruz gerçekten. Kimimiz orda, kimimiz burda… Hiçkimsenin birbirinden haberi yok. Ne yer, ne içer bilmez. Hele Dursun amcamdan da hiç haber yok. Nerededir, hali nicedir kimse bilmiyor. Bir söylentiye göre kumar masalarında bütün varlığını yitirmiş, ortalıkta avare avare geziyormuş. Bir başka söylentiye göre de, durumu o kadar kötü değilmiş; bir tersanede kızakçı olarak çalışıyormuş. Yani sağlıklı hiçbir haber yok. Babam da bildiğin gibi, Kartal’daki tanzimde meyve sebze satıyor. O da sadece Pazar günleri ortağına bırakabiliyor tezgahı. O yüzden doğru düzgün bir Pazar günleri dinlenebiliyor sadece. Anamsa evde oturup örgü örüyor bol bol. Başka da pek bir haber yok İstanbul’dan.

Hurşit’in anlattıkları, kelimeler ne kadar yavan olursa olsun, anlatanın ruh haliyle kelimeler arasındaki bağlantıyı kurarak gerçekleri olduğu gibi, tüm çıplaklığı ve tüm acımasızlığıyla algılayabilen İri Hasan’ın gözlerini puslandırdı. Ağlayacak gibi oldu; ama ağlamadı. Kendini tuttu. Hayatta en kötü şeyler de dahil insanın başına her şeyin gelebileceğini öğreneli çok olmuştu çünkü. O, belki kaderciydi, bu nedenle her şeyin olacağına varacağını düşünüyordu; ama hiçbir zaman kendi yaşamının, zengin de olsalar, başkalarının elinde bir oyuncağa dönüşmesine tahammül edemezdi. O kadar alçalamazdı. Onuru vardı onun ve o, yegane değerli varlığı olan bu onuru için yaşıyordu. İşte bu nedenle, kızı Sultan’ın „Baba, bırak inadı da anamı al yanıma gel. Köyde neyiniz kaldı sanki. İki yaşlı inek, bir çorak topraktan başka neyiniz kaldı? Hiç olmazsa burada birarada olur, soğan ekmek de olsa yer, geçinir gideriz.“ diyerek kendisini çağırmasına kulak asmıyor; her defasında „Boşver kızım; sen bizi düşünüp kendini harap etme. Bizim durumumuz iyi. Pek birşeyimiz yok; ama olanlar bize yetiyor. Oralar bize çok yabancı gelir. Biz tarlayı ekmeden, ekini biçmeden edemeyiz. O yüzden siz kendinize iyi bakın bizim için kafidir kızım.“ diyerek ve kızının kalbini kırmamaya özen göstererek kestirip atıyordu. Kestirip atmasına atıyordu; ama kızının ve akrabalarının giderek yozlaşan, köydeki doğal hallerine yabancılaşan yamalı hayatlarını içi cız ederek ve nereye yalvaracağını bilemeyerek uzaktan üzgün üzgün seyretmekten başka birşey yapamayışına da inanılmaz ölçüde hayıflanıyordu. Üzüntülerini büyük bir soğukkanlılıkla içine atarak torununa döndü:

- Demek öyle oğul. Kimsenin birbirinden haberi yok, ha! Dedi ve torununun küçük elini, iri avucuna alarak usulca okşamaya koyuldu. El ele, tek tük kavak ağaçlarından başka hiçbir yeşilliğin olmadığı caddeden pazar yerine doğru yürüdüler.

Pazar yerine kadar olan cadde boyunca, raflarında fazla çeşitliliğin olmadığı bir iki dükkan ve sıcak sohbetlerin yapıldığı birkaç kahve dışında, geniş alanları kaplamış boz renkli boşluklar ve gövdeleri şişkin kavaklar vardı.

Dede ve torun her dükkanın önünden geçerken bir sıcak dost selamı alıyordu;

- Selamün aleyküm, İri Hasan! Ne o, gene torunun mu geldi İstanbul’dan. Maşaallah epey de büyümüş ha!
- Aleyküm selam, Çolak Yusuf! He ya. Yine torunum geldi İstanbul’dan. Yaz tatilinde dedesinin yanında dinlenecek biraz. Epey de büyümüş sahiden; ben geçen sene görmüş olmama rağmen, ilk görüşte tanıyamadım valla. Çocuk işte durmadan büyüyor…
- Ya sen kendine bakma Hasan; senin gözlerin o kadar iyi görmüyor ki, hemen tanıyasın çocuğu. Kimbilir belki burnunun dibine geldiğinde bile, o “dede” deyinceye kadar tanımamışsındır sen.
- Gerçi, senin dediğin de doğru ya, Çolak Yusuf. Ama ne yapayım işte, gözlerimin feri kısılmış benim. Neyse, hadi sana hayırlı işler…
- Sağolasın Hasan, sağolasın…

Pazar, fazla büyük olmayan açık bir alana kurulmuştu. Alanın ortasında en çok pazarcıların işine yarayan, suyu oldukça soğuk bir kaynak çeşmesi vardı. Belli ki birisinin hayratıydı bu çeşme.

İri Hasanla Hurşit bu, yazın bile diş gıcırdatan çeşmeden birer maşrafa su içerek alış verişe koyuldular. Tezgahtarlar İstanbul’dakiler gibi bas bas bağırmıyordu bu pazarda. Reklam yapmaya gereksinimleri yoktu. Çünkü onlar biliyordu ki, pazarda aynen kendi mallarından satan başka bir tezgah daha yoktu veya çok azdı.

Hasan dede yanında torunu olduğu halde, daha çok basmadan elbise satan bir tezgahın önünde durdu. Elbiselere hiç bakmadan, tezgahın arkasında sırtı dönük olarak birşeylerle uğraşan şişmanca gence seslendi:

- Hayırlı işler tosun! Bir bak hele.

Genç, arkasına döndü:

- Ooo! ... Sağolasın Hasan dede, hoş gelmişsin. Ver elini bir öpeyim dedem.

Satıcı genç, İri Hasan’ın elini öpmek için eğildi; ama Hasan dede, „hiç gerek yok“ anlamında elini geri çekerek sadece tokalaşmalarına izin verdi.

- Sağol Memo, sağol! .. Senin saygın yeter; el öpmeye gerek yok. Ben, bizim kıza bir fistanla, varsa bir de peykeleri yüzlemek için birkaç metre basma alacaktım.
- Tabi, hemen vereyim istediklerini dede. Basma konusunda şansın varmış; geçen hafta gelseydin yoktu; bu hafta yeni getirdik. Zaten şimdi onları da koyacaktım tezgaha. Bak işte oradalar; sen kendin içlerinden beğen dede.

Memo sözlerini bitirir bitirmez, tezgahı düzenlemeye koyuldu. Hasan da basmalardan, evlerine uygun olanı seçmek için tezgahın arkasındaki sandıklara gitti. Hurşit de arkasından… Basmaları şöyle br altüst ettikten sonra beğendiği bir ruloyu alarak en üste koydu ve Memo’ya seslendi:

- Tamam, Memo! Aha bunu beğendim. Bundan bana bir 15m ver.
- Hay hay dede. Hemen vereyim. Sen beğenirsin de ben vermez olur muyum? Yeter ki sen beğen… Başka bir arzun varsa onu da söyle. Paran çıkışmazsa bile veririm. Bir yere kaçmıyoz ya, öyle değil mi dede?
- He, he öyle! Ula seni gidi yağcı tosun. Sanki bütün malları bana satacaksın ha. Yok yok istemem. Bütün malların senin olsun, bana istediklerimi ver yeter.
- Olur dede. İşte hepsi hazır. Buyur….
- Haa işte böyle! Eline sağlık. Şimdi bir de kaç mangır tuttu, onu söyle olsun bitsin.
- Dur bi hesap edim dede.
- Yav, ne var sanki hesap edecek? Altı üstü iki parça birşey zati! Hele sen şu basmanın metresi kaça onu söyle bir?
- 1500 lira.

Hasan dede cevabı alır almaz torununa döndü:

- Sen söyle oğul, metresi 1500 liradan 15m basma ne eder?

Hurşit iki saniye geçmeden cevap verdi:

- 22 500 lira eder dede.

Hurşit cevap verdiğinde, Memo daha kalemle hesap yapıyordu. İri Hasan istediği sonucu almış; torununun çok zeki olduğunu göstermişti Memo’ya.

- Bak gördün mü? Şak diye cevapladı torunum. Şehirde eğitim bir başka oluyor ne de olsa! Hadi Memo, hadi. Hesap bitti işte; fistan da 4000 lira öyle değil mi? Yani 26500 lira verecem ben sana. Al sana 30 000 veriyorum, üstü kalsın. Daha sonraki alış verişlerde hallederiz onu.

Memo hesabı bitirmiş, sağlamasını da yapmıştı. Hesabın doğruluğuna kanaat getirince:

- Eyvallah dede, dedi. Bereket versin.
- Hadi bereketini gör!

Memo’nun tezgahından ayrılıp başka tezgahlara uğradılar. Fazla pazarlıklı geçmeyen alış verişlerinin sonunda bir çuval şekerle bir çuval tuz da dahil olmak üzere, yüz kiloya yakın öteberi edinmişlerdi. Bu kadar malı iki kişinin taşıması zor olduğundan, aynı arabaya binecek diğer köylüler, malların taşınarak arabaya yüklenmesine büyük bir istekle yardım ettiler. Malların hepsi Ford marka mavi minibüsün çatısına ve içindeki uygun yerlere yerleştirildikten sonra, bütün köylüler minibüsün kalkış saatine kadar hem biraz soluk almak ve hem de, böyle toplu halde çok ender gördükleri birbirleriyle, biraz lakırdı etmek için yandaki hasırdan tabureli küçük çay ocağına çay içmeye gittiler.

Her hafta kurulan ilçedeki bu pazara, yörenin değişik köylerinden insanlar geliyor, pazarın kendine has canlılığı içinde birbirleriyle kaynaşıyor, birbirlerine kendi köylerinden haberler aktarıyorlardı. Pazara bir gelindiğinde birkaç aylık alış veriş yapıldığından yük epey ağır oluyordu. Daha çok bu nedenle olsa gerek, pazara genellikle erkekler gelirdi. Bunda, kadının sosyal statüsünün de etkisi vardı muhakkak. Kadın, bu yörede de tek başına bir yere gidemeyen, korumaya muhtaç, sözü ikinci dereceden önemli olan ve hep evişleriyle uğraşması gereken bir eksik etekti.

Diğer il ve ilçelerle bir postane, bir karayolu dışında fazla bir bağlantısı olmayan bu küçük ve sevimli ilçe, bütün özellikleriyle kendine özgüydü. Ve burada insanlar, bozkırlarının üzerinde tarihleriyle bir bütün, gelenekleriyle bağımsız ve özgürdü. Düğünler hala eski usuldü, imece fırsatçı ekonomiye karşı canını dişine takmış hala direniyordu. Ahlak hala eski ahlaktı, ama onurluydu. Namus, hala köylünün tek güvencesi ve en yüce değeriydi. Fakat, ancak Hurşit gibi bir şehirlinin gözüyle neyin kıstas alındığı dahi tam olarak bilinmeden, kısa ve ucuz bir değerlendirmeyle „geri“ olarak nitelenen bu değerler, kendi doğallıkları ve yaptırım güçleriyle, bozulmadan daha ne kadar dayanabileceklerdi acaba? Esmer tenli ve yanık yürekli bu köylülerde çok şey geri; ama her şey doğaldı. Fakat doğallıklarla bezenmiş yaşamları, her yönden esen yabancı kültür kasırgalarının ciğer parçalayan hortumlarında acı bir can havliyle bazen sıçrayarak, bazen baş önde boyun eğerek, yıllardır bu uçsuz bucaksız bozkırlarda bir baştan bir başa çoğu kez farkına bile varmadan savrulup duruyordu.

Hasırdan tabureli küçük kahvede son çaylar içiliyor, son cümleler söyleniyordu. Birkaç dakika sonra minibüs hareket edecekti çünkü. En son tartışmayi kahve sahibi başlattı:

- Hadi ordan Süleyman efendi! Ben anlamam; şimdi verecen paraları. Yoksa sana şurdan şuraya adım attırmam, bilesin. Neredeyse bir senedir içtiğin çayın hesabını vermiyon efendi, ne iştir? Bugüne kadar yaşına başına saygımızdan bişey demiyoduk; ama artık yetti! Gayrı içtiklerinin parasını almadan burdan koyvermem seni.
- Yav şu delinin zoruna bak hele! Kaçmıyok ya Hüso. Yaşlı başlı adamım, hem evim barkım da belli. Kapım da hep açık; ara sıra da olsa sen bize gel, bi tavşan kanı çayımızı iç. Böylelikle ödeşmiş de oluruz, öyle değil mi Hüso? Ama sen yine de korkma, ben borcuma sadık bir adamımdır. Borcumu bilirim; fakat öder miyim, bilemem. Beni böyle milletin ortasında rezil etmeseydin belki öderdim, lakin şimdi biraz zor! .. Hadi eyvallah!
- ! ..

Söze İri Hasan karıştı:

- Tamam, tamam birbirinizi yemenize gerek yok. Bugünkü çaylar benden. Süleyman efendininkileri de benim hesaptan al, Hüso.
- Valla şimdi ne kadar olduğunu bilmiyorum ki Hasan, bi hesap etmem lazım.
- Iyi iyi, hesap etmenin de hiç lüzumu yok. Al şu 20 00 lirayı, bereketini gör.
- Çok sağolasın Hasan, başka ne diyim.

Tüm bunlar olurken, Süleyman efendi, olanları kapının eşiğinde küskün bir seyirci gibi izlemekten başka hiçbir şey yapmadı. Ama kahveden çıkıp minibüse giderlerken, İri Hasan’a kendisinin yerine ödediği paraları vermeyi teklif etti; fakat Hasan tabiatı gereği kabul etmedi.

- Yahu boşver parayı marayı Süleyman. Kabahat sen de değil ki; o Kulaksız Hüso’da. Sen zaten buraya ayda bir geliyorsun; her geldiğinde de, görüyorum, bir bardak açık çay içiyorsun. Yani senin içtiğin çayın parası ne tutar ki! Senin anlayacağın, o Kulaksız’ın yaptığı adamlık değildi. Hepimiz biliyoruz, bazen insanın cebinde, alış verişten sonra minibüs parası dışında beş kuruş bile kalmıyor.
- Allah seni inandırsın; benimkisi parasızlıktan değil Hasan. İçtiğim çayın parasını vermeyi unutuyom hep. Ne’decen yaşlılık işte. O Kulaksız denen çakal da hatırlatmıyo. İçinde bi çay için kin topluyo hep, ondan sonra böyle birden bire, olur olmaz bi yerde adamı rezil ediyo. Para için insan insanla kötü olmaz ki, değil mi Hasan?
- Doğru diyon Süleyman efendi, doğru diyon. Ama…

xxx

2. Bölüm devam edecek

Savaş Çeliker
Kayıt Tarihi : 10.8.2009 20:17:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Savaş Çeliker