Bozuk ritimli bir saat gibi ağır aksak bir ahenkle geçirdiği günün sonunda nihayet akşam olmuştu. Yine el ayak çekilmiş, yine tenhalaşmış, yine ıssızlaşmıştı zaman. İçindeki hüznün tarifi imkansız acılarıyla boğuşurken bir türlü geçmek bilmeyen saniyelerin aksine, geçmişti saatler. Akşam olmuştu. Sabah tepelerin ardından bin bir umutla doğan güneş, bin yıldır taşıdığı heybesine bugünü de alarak diğer tepelerin ardına saklanmaya başlamıştı. Binlerce yıldır birbirine koşan ama bir türlü kavuşamayan iki aşık gibiydiler güneşle ay. Gündüzle gece de aynı değil miydi? Birbirlerine delice aşık olmasalardı hiç güneş tutulması olur muydu? Gündüzün bir vakti dünya karanlığa gömülür müydü? Gün geceye hasret, gece güne müebbet kalır mıydı aksi halde? Güneş terk etti, ay göründü, el ayak çekildi…
Kemalettin Kamu’nun;
“Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın,
Kulaklarım komşuların ayak sesinde;
Varsın yine bir yudum su veren olmasın,
Baş ucumda biri bana 'su yok' desin de!” diye kimsesizliğini anlattığı mısralar geldi dilinin ucuna.
Gözünden yaş aktı, hüzün denen ateş kulaklarından parmak uçlarına kadar her yerini kaplamıştı. İçindeki yangın, gözünden akan yaşta tezahür etmişti. Ağlamıyordu aslında ama gözleri, binlerce yıldır ay ışığına kavuşmak için koşan güneşten daha fazla yanıyordu. Yalnızdı, hava kararmıştı, sessizdi… Kendi nefes alışverişinin sesini bile duyamayacak kadar sessizdi. Belki de nefes almıyordu. Belki de birisinin ona “öldün” demesini bekliyordu. Etrafındaki herkes ve her şey derin bir sükuta gömülmüştü, ölüm sessizliği kaplamıştı tüm kainatı…
Çocukluğu geldi aklına, yüzü gülmek istedi çocukluğunu düşününce; hatıraları buna engel oldu. Cenaze evinde gülmek yakışık almazdı. Çocukluğu bir mezarlıktı. İyi hatıraların hepsini o mezarlığa gömmüştü. Günün akşama dönen bu vakitlerini hiç sevmiyordu çocukken. Özgürlüğünü, dışarıdaki özgür dünyaya bırakıp evin içine hapsoluyordu her akşamüstü.
Hatıralar hep yüz güldürmek için birikmez, bazen de ağlatır. İnsan aslında hep kötü hatıralarıyla boğuşur, gülmesi de bu yüzdendir ağlaması da. Yüzünü güldüren anılarını hatırlaması bile bir mücadeledir ağlamamak için. Fıtratında ağlamak var insanın, doğarken ağlayarak merhaba demesi bundan değil mi? Gelmemek için ağladığı dünyadan gitmemek için ağlaması nasıl izah edilebilir?
Ağlarken, ağlamanın aslında kendi isteği olmadığını, dünyanın bir kural olduğu düşünerek gülmeye çalışıyordu ama ağlıyordu. Yalnızdı. Sahra Çölünün ortasında belki bin yıldır yalnız yaşayan Tenere Ağacı gibi yapayalnızdı. Güneş aya hasret çekiyordu ezelden beri… Gün geceye kavuşmak için asıyordu suratını gün ortasında. Çöl de bir damla yağmurun aşkıyla kavruluyordu. Ağaç yalnızdı, çöl yalnızdı, gece karanlık, o yalnızdı.
Yalnızlığın farkında olmayanlar birbirlerinin hayatlarına bir şekilde değiyordu ama haberleri yoktu birbirlerinin yalnızlığından. Güneş çölü kavururken çöle bir garezi yoktu, ayın hasretiyle yanıyordu. Çölün ortasında tek başına ölümü bekleyen bir ağacın ne zararı olabilirdi samyeline? Samyeli; kendi hatıralarından kaçarken kırmamış mıydı ağacın dallarını? İkisi de yalnızdı, birbirlerinin ızdırabından haberleri bile yoktu ama biri diğerini yaralamıştı. Ağaç yaralıydı, samyeli hırçın; güneş batmıştı çoktan, gece karanlık, o yalnızdı. Güneşin, ayın, çölün, yağmurun yalnızlığı bir döngüydü. Gün batımında selamlaşıyordu güneşle ay, bazen rastlaşıyordu çölle yağmur. Kırıp yaralasa da rüzgar bile uğruyordu ağaca. O, ağaçtan daha yalnızdı.
Çizgili Mavi
Kayıt Tarihi : 16.12.2022 11:32:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Birbirinden habersiz...
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!