bu kanat çırpmaların
boğuyor gözlerimin soluğunu
kargaşa yüklü o eve taşınıyorum
sesinden kıvılcımlar savrulunca…
ağzında közler gibi sönecektim geceyi çözseydin
sokakları süpüren o sonbaharı unutturacaktım saçlarına
göz uçlarından sarkan buzları emecektim bakışlarımla
kangren düşler sızmayacaktı kafatasımın çatlaklarından
gökyüzünün solistler geçidine rastlamasaydım
aklının karartma perdesine saklanmasan ölmeyecekti odalar
içimi silkeleyeceğim bir sonsuzluk arayacaktım unutturdun
bana o gece küfredebilseydin
elmacık kemiklerimle gülecektim kıvılcımlarına…
düşsüz kentlerin balkonlarında sallanıp uzayan
pamuktan bozma çamaşır ipleri gibiydik
duvarların pörsümüş sıvalarına tutunuyorduk
çiviler ve teller vardı
çengelli kördüğümlerimiz vardı
uzun ve gergindik
sonra üst katlardan aktarılan
renkli çamaşırlar düşerdi üzerimize
kimyaya alıştırılmış harfler düşerdi
gerginliğimiz çığ gibi yuvarlanırdı
tabanına damıtılmış pasıyla bize bakan mozaiklere sarkardık
sonra soru işaretleri şeklinde kağıtlar düşerdi
düşmeler gittikçe süratlenirdi
birbirimize baktıkça ağırlaşırdık
ağır bir sel yürürdü boşluklarımıza
yırtık sesler akardı eşyaların keşmekeşliğinden
ve o sislerin çiğ damlaları üzerimize kondukça
duvarlara tutunamaz kırılırdık
pas kokuları bizi yatağına alırdı
üşümelerin ve ağlamaların içimizi uzatırdı
sonra uyurduk
betonların memesindeki paslara asılı kalan dudaklarımızla…
sabahların üzerimize bir aykırılık getirmesini beklerdik hep
sonra sen bana zeytini uzatırdın parmak uçlarınla
sabahlara kadar
yüzümüzde yürüyen çiğlerin izlerini silerdik yaprağıyla
sen ekmeğini yanağıma banardın
ben alnımda çürüyen terleri dökerdim kaşığına…
yağmurları yerken gülüşürdük
kalayları çizilmiş bakır sahanları sıyırırdık parmak izlerimizin arasına
ben kapıdan çıkarken dudakların çarpık dururdu
arkasına saklandığın o cılız kız olurdun
kapının sesi ikimizin de arkasından seslenirdi
bana o gece küfredebilseydin
elmacık kemiklerimle gülecektim kıvılcımlarına
içimi silkeleyeceğim bir sonsuzluk arayacaktım unutturdun
aklının karartma perdesine saklanmasan ölmeyecekti odalar…
sonra ben bakmaların aşındırdığı o yolları giyerdim gözlerime yürümek unuttururdu gecenin tuvaline bıraktığın renksizliği
ben düşünerek yürürken güneş gölgemi uzatırdı
gölgemle benim aramda kalanı sorardım
uzayan uzayın basamaklarına
yanaklarıma bandığın ekmekler gelirdi aklıma
şehir canından bezmiş gibi yatardı romatizmalı ayaklarının üzerinde
ben ellerinin büyüklüğünü hissettiğim babaların çocukluğuna doğru yol alırdım, çünkü yol almak
şehir aşklarının seyrüseferlerinin manzarasını çekerdi gözlerimin güzergahından…
Akrepler salınırken rakamların arasından
toz yutup konuşamayan bir facit gibi
çevirmeyeceğim artık dilimin kolunu sayılara
seslerimin tortusunu
bir masanın üzerindeki hamur beyazı mezarlıklara gömüp
bordo mumların isleriyle kaybedeceğim öksüren dumanları…
neden
evet neden
bu aralar bütün kelimeler
bana âdem’in (y) kromozomlarını anlatıyorlar ki…
2004-2007 EKİM
Mustafa YeşilkayaKayıt Tarihi : 3.1.2008 12:42:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Mustafa Yeşilkaya](https://www.antoloji.com/i/siir/2008/01/03/yagmurlari-yiyenlere.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!