Hikâye bu ya! .. Yaşadığı devrin Dede Korkut’u gibi şefkatli, merhametli, aşk
ehli bir Türkmen kocası Pir’i faniye rüyasında denir ki;
“Efendi! Bir ay sonra, yaşadığın beldeye çok şiddetli yağmurlar düşecek ve bir hafta hiç kesilmeden aralıksız devam edecek. O yağmur suyundan her kim içerse delirecek, aklını zayi edecek.”
Uyandığında; “ Allah Allah! Vardır bir hikmeti, hele bekleyeyim. Bu gece de aynı rüyayı görecek miyim acep? Yok değilse, telaş edip ortalığı ayağa kaldırmanın ne manâsı var? ” diye akşamın olmasını gözler.
“Salihlerin gördüğü doğru rüyalar, nübüvvetimin kırk altı cüzünden bir cüzdür.” buyuran iki cihan serverinin (s.a.v.) fermanından Hakkel yakın haberdar olan Türkmen kocası Dede Korkut’un, evladı iyali ve diğer insanlar adına duyduğu endişesi yersiz değildir. Zira ikinci ve onu takip eden üçüncü gece de aynı haber gelince, hane halkını başına toplayıp sanki vasiyetini söylüyormuşçasına başlar nasihate, ferman buyurmaya.
“Evlatlarım! Hikmetinden sual edilmez. Allah; bu necip milletin hamurunu, gönül mayasını aşk fırınında yakıp pişirmiştir. O yüzden ruhumuzun tek gıdası olup onu doyuran, yedirip içiren annemizdir aşk. Bizlerde tecelli edip görünen adalet, asalet, şefkat, merhamet, nezaket, letafet, zerafet ve fedakârlık gibi sıfatlar ise, işte o kutsal annemizin yani aşkın çocuklarıdır.
Ruhumuzu öylesine istila edip galebe çalmıştır ki aşk; onsuz yaptığımız hiçbir işimiz yoktur.
O yüzden; savaşlarda bile düşmanımızdan şefkati esirgemedik. Aldığımız esirlerini aziz misafirimiz bildik.
Yetim ve öksüzleri; daha beş, altı yaşlarındayken, yolculukları sırasında hastalanıp, koca çölün ortasında vefat eden annesinin baş ucunda hıçkırıklara boğularak ne yapacağını bilemez halde kalıp ağlayan körpe Muhammed (s.a.v.) adına sevip okşadık. Koruduk kolladık.
O aşk ki baldır, dert balıdır. Müptelası olan kalemler, mürekkep diye ona banmadan asla yazamazlar.
Ehli derdin sevmesi de bir başkadır. Kendisi çıkıverir aradan. Ortada kalan tek sevgilidir. Çünkü, o sevdiğinde yanıp kül olmuştur. Her şeyini ona feda edip onda yok olmuştur.
İşte bu inanış, bu anlayış, Muhammed’i (s.a.v.) meşrebin ta kendisi olduğundan; Türkistan’ da, Horasan’ da, Buhara’ da, Semerkand’ da ve öz be öz Türk yurdu olan Anadolu’da, deyişleriyle, sazıyla, kopuzuyla, sözüyle, sohbetiyle “Aşk! Aşk! ” diye feryat eden Hoca Ahmet Yeseviler, Bahaaddin’i Buhariler, Hz. Pir Mevlanalar ve yüce hünkârımız Hacı Bektaşı Veliler; devir devir çoraklaşan gönül topraklarımıza, nefes ve himmetleriyle rahmet yağmurları olup yağmışlar ve asil Türk milletini, o aşk ile hep ayakta tutup diri kılmışlardır.
Dili, ırkı, dini her ne olursa olsun; aşkın uğrayıp da şöyle bir yoklamadığı hiçbir gönül yoktur. Kiminde bakmasıyla gitmesi bir olur, kiminde bir müddet eğleşir, kimi gönülde ise orasını yurt edinir, daha gitmez.
Bu hallerden yalnızca ahmaklar müstesnadır. İlimleri, bildikleri ne kadar çok olursa olsun, hatta bir zamanlar Azazil diye bilinen şeytan kadar da, satır ilminden çok haberdar olsalar, onlara aşk yine uğramaz.
Dilden söylemeseler bile, gönülden aşkı inkar ederler. İşte onlardır aşkı bilmez haramiler! ..
Ey çocuklarım! Onlardan kaçın! Hem de İsa Peygamberin (a.s) kaçtığı gibi kaçın.
Kendisini şehrin dışına doğru canhıraş koşarken görüp “Ey İsa! Nereye kaçıyorsun, kimden kaçıyorsun? ” diye soran birisine “Ahmaktan kaçıyorum be adam ahmaktan! ” dediğinde, “ Ey ruhullah! Sen ki bir nefesle ölüleri dirilten, kör gözleri açan mucizenin sahibi ve ismi azamı bilensin. Allah aşkına bir ahmaktan ne diye kaçarsın ki? ” merakını şu cevap ile giderir o aziz peygamber. “O peşimden gelen ahmak, dini mevzuda bir şeyler söylemek, münazara etmek maksadındadır. Evet, söylediğin mucizelerin hepsi verilmiştir bize! Ancak, ahmaklık Allah’ın kahrındandır ey efendi! Ona yüz bin mucizem bile kâr etmiyor. Kaçmayım da ne yapayım? ” buyurarak koşmasına devam edip izini kaybettirmiştir.
Yavrularım, ey hane halkım! Diyeceğim o ki; kendi inanış ve anlayışlarını dinin, insan olmanın özü sanan o ahmaklar, menzillerine varabilmek için zulmü, haramı, yalanı mübah bildiklerinden, haramla donattıkları sofralarına, besmele çekmeden oturmayı da asla ihmal etmezler.
Gencecik yaşlarına rağmen; öyle çalışkan, tecrübeli ve zekidirler ki, gemilerini değil suda karada bile yüzdürürler de; utanıp korkmak şöyle dursun etrafına, yanına, yöresine duyurmak için, bağırarak “Bakın! Biz Fatihlerin nesliyiz! Kendi gayretimizle kazanıp inşa ettiğimiz gemilerimizi, karada bile yüzdürürüz! ” diye feryat ederler.
Akıl baliğ olduklarından bu yana, kuzu postuna bürünüp gezdiklerinden, kendilerini gerçekten de ilkbahar kuzusu bilecek kadar imanları kavidir, güçlüdür.
Çünkü vakti zamanında onları güden çobanları da, nesil ve gönül ırmaklarına lağım suyu karışan suret çobanlarıydı.
O yüzden öyle masum meleyişleri vardır ki, ehil çobanların dışında hiç kimse bilemez onların postunun altındaki suretlerini.
Aslınızı, neslinizi, güzel törelerinizi sevin, yaşatın. Onlara düşman kesilmeyin.
Ne zaman ki; Hz. Pir Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaşı Veli meşrepli olanlara itibar edilmez de, ahmaklara teveccüh edilirse, işte o zaman dert, bela, ıstırap ve çile yağmurlarını bekleyin evlatlarım!
Üç gündür gördüğümüz rüya, bu zamanın yaklaştığını haber eder bize.
Şimdi varın gidin. Kuyular açın onlarca. İçlerini suyla doldurun ve o yağmur gününe kadar, sakın içip de azaltmayın! Yağmurlar başlar başlamaz, artık o kuyulardan içmeye başlayınız. Zira her kim içerse o yağmur sularından delirecekler, akıllarını zayi edecekler.
Bu beladan kurtulmak için dua ile birlikte gayreti de asla elden bırakmayın ve yılmayın!
Bir hafta sonra Pir’i fani rahmete yürür.
Kuyular hazırlanmış, içleri suyla doldurulmuştur. Ve yağmurların gelmesi beklenir merakla.
Vaat edilen günü sabahında gökyüzü kararmaya başlar. Çok geçmeden bardaktan boşanırcasına yağmurlar dökülür şehrin her yerine. Gök çıldırmıştır sanki.
Bir hafta boyunca kesilmeden yağar. Vakit tamam olduğunda, bıçak gibi kesiliverir birden. Güneş çıkmış, her yer gülistanlık oluvermiştir eskisi gibi. Halk sevinir bayram eder.
Türkmen kocası Dede Korkut’un hanesinde ise; hüzün ve merak vardır. Böyle bir zamanda bırakıp gitmenin yası ve bundan sonra ne olacağı kaygısı…
Hayret! İlk gün bir şey yoktur, her şey aynıdır. Acep o sadece öylesine bir rüya mıydı?
İki, üç gün derken çocuklar sıkılmaya başlar ve oynamak için büyüklerinden izin alıp sokağa çıkarlar. Çıkarlar da… Yarım saat sonra üstleri başları kan revan içinde eve dönmeleri bir olur.
Herkes şaşkındır. Büyükleri sorar, “Oğlum ne oldu, kavga mı ettiniz? ” onlarsa kavga etmediklerini ancak, mahalledeki çocukların kendilerini görür görmez, “Aaa! Bunlar delirmiş. Aramızda deli var, vurun bunlara! ” diye saldırdıklarını söylerler.
İnsan evinde ne kadar hapis durabilir? Pazara çıkar baba alışveriş için. Akşama onu da kolu kanadı kırılmış halde getirirler eve. Ertesi gün diğer çocuklar vs. derken dövülmeyen kimse kalmaz hanede.
Bir hafta içinde tamamı deliren şehir halkı toplanıp bunların evini basarlar. “Ya çıkın gidin ya da sizleri öldüreceğiz! Çünkü biz şehrimizde deli bir aile istemeyiz. Huzurumuzu bozuyor, kötü örnek oluyorsunuz! ” diye…
Çaresiz kalan evin en büyük oğlu “Kapatın şu kuyuları! Yetti artık! Bizde o sudan içeceğiz! ” fermanını verir.
Şehir tertemizdir şimdi. Muhalefet bitmiş, bir tek deli bile kalmamıştır şehirde artık…
Kayıt Tarihi : 21.1.2008 17:54:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!