UMUDU KENDİN VAR ETMELİSİN
-Umudu kendim var etmeliyim. İyilik umudunu, iyi olma umudu; her şeyi yoluna koyma umudu; kayıpları telafi umudu; güçlenme umudu; başarma umudu. İçimde bir umut oluşturmalıyım, yüreğimde bir umut uyandırmalıyım.
-Başından beri kendini cezalandırdığını biliyorum. Yarı ömrün bunu çekmekle geçti. Kendini idamdan kurtardın ancak müebbetten kurtaramıyorsun. İdam edilseydin çoktan çürümüş olurdun ama şimdi ömür boyu çekiyorsun. Sana idamı ve intiharı yakıştıran, kendini bir şekilde sonlandırmanı bekleyen arkadaşların var biliyor musun? Şu an bile bunu gerçekleştirsen hiç şaşırmayacaklardır. Senden yapmanı bekledikleri umdukları şeyi yapmadıkça bu işe kalkışmadıkça eminim onları daha çok şaşırtıyorsundur. Kendilerini senin yerine koyup baktıklarında gördükleri bir utanç tablosundan başka bir şey değil ve böyle bir hezimetle yaşamaktansa... diye düşünüyorlar anlaşılan... sanırım kimse böyle bir durumu senin yaşadığın kadar uzun yaşayamazdı. Beni de çok şaşırttın aslında. Bir ceza ve tecrit evinde tutulmak sana nasıl koymuyor anlayamıyorum. Nasıl özgürleşmek istemez insan? Nasıl her gün firar etme planları kurmaz? Diri diri gömülmeye nasıl böylesi bir rahatlıkla rıza gösterilebilir? Bu günlük işkenceye nasıl katlanabiliyorsun, hayret içindeyim!
-Sol bileğimde bir kemik çıktı bak! * Dün fark ettim bunu.
*Ganglion kistleri elde ve el bileğinde eklemlerin ya da tendonların yakınlarında görülen şişliklerdir.
-Bu kemik değil, yumuşak doku sertleşmesi.
-Olabilir.
-Zorlamışsın galiba.
-Hatırlamıyorum. Yoo ama hayır, son zamanlarda sol elimde zorlayıcı bir şey yaptığımı sanmıyorum .
-Durup dururken olmaz ki böyle deformasyonlar, bir sebebi vardır mutlaka. Kalbini mi zorladın acaba?
-Evet... kalbimi zorlamış olabilirim... hem de çok!
-Hah işte! Dediğim yere geliyoruz. Getiriyorsun yani beni ister istemez. Bu ceza daha ne kadar sürecek? Kurbağa gibi yavaş yavaş piştiğinin farkındasın herhâlde.
-Yavaş yavaş... bir kurbağa bile olamıyor insan... bari pişerek işe yarayabileceği... o bile bir kurbağa severin karnını doyurabiliyorken ben hiçbir işe yaratamadan çürüyüşünü izliyorum bedenimin.
-Tabi tabii... çok büyük işler becermeye gönderilmiştin de sanki dünyaya eline yüzüne bulaştırdın şimdi onun cezasını çekiyorsun!
-Sanırım.
-Ciddisin bakıyorum. Hem de bayaa... Bu işler nasıl başarılırdı sence. Ah ama böyle ceza sahasındayken sanırım bunu düşünebilmeni bekleyemeyiz değil mi? Üstelik de ceza sahasından çıkmamaya da kararlı görünüyorsun. Bu daha da beter. Biri gelsin kolundan zorla çeksin çıkarsın istiyor umutla bekliyorsun ama ne gelen var ne giden.
-Bak ceza metaforun, sandığın gibi hiç de canımı sıkmıyor artık.
-Kaşarlandın yani bu konuda da!
-Farkındayım canımı yakmaya acıtmaya çalışıyorsun biliyorum... ama bu bir ceza değil. Üstelik ben de hayatı, herkes kadar çok seviyorum. Sandığın kadar pesimist bir insan olmadım. Arkadaşlarımı da seviyorum arkamdan ne düşünürlerse düşünsünler ne iş karıştırırlarsa karıştırsınlar eminin nedenleri vardır. Benim de nedenlerim olduğunu biliyorlardır. Hem de çok iyi biliyorlardır. Bir şeylerin peşinde olduğumu az çok sezinliyorlardır bilmeseler de. Bir nedenim olduğunu anlıyorlardır. hiçbiri de kolayca fişimin çekilmesini istemezdi eminim komada olsaydım. Ben o derin uykudayken hiçbiri bitse de gitsek diye düşünmezdi... düşünselerdi bile yine de bu beni üzmeye yetmez çünkü nedenlerim var ve nedenlerimi ben çok iyi biliyorum. Ben bir zamanlar... oyuncu olmak istemiştim... bir oyuncu gibi yaşayamadım. Bir zaman sonra yazar olmak istedim... bir yazar nasıl yaşamalıdır sence? Etrafta lay lay lom gezinerek mi? O partiden bu partiye su gibi akarak mı? Sen hangi başarılı yazarı sokakta sürterken gördün şimdiye kadar? Orhan Pamuğu, Elif Şafak'ı görebilir misin sokaklarda? Gerçi ben bir kez rastlamıştım.
-Aaa bunu bana söyleme! Bunu bana sorma! Kendine söyle, kendine sor. Yıllardır bu mezarlıkta sürten kendine! Ne arıyorsun burada allahaşkına ne? Ne bekliyorsun? Daha ne bekliyorsun yani, ya çek tetiği bir an önce ya da... ne yazacaksan yaz anasını satayım! Ne düşünüp ne geveliyorsun? Bir çevren olmadı, bu şekilde zaten hiçbir çevren olamaz! Hiç kimseyi tanıyamazsın bu mezarların arasında, yazar olacaksın öyle mi? Kimi yazacaksın kimin için yazacaksın? Yeryüzünde şu koskoca dünyada tek bir kişi geliyor mu aklına yazdıklarına ihtiyacı olabilecek ve seni, evet özelikle seni başka hiç kimseyi değil de sadece seni okuyacak?
-Ben.
-Sen?
-Evet ben. Yazdıklarımı okumaya ihtayacım var. Yazdıklarımı yazmaya da ihtiyacım var. Benim yazmaya ve beni okumaya ihtiyacım bitmez tükenmez bir ihtiyaç.
-Bu nasıl bir şey anlamadım ki! Nasıl bir bela...!
-Bela...gat... Sükûtun belagati.
-Sen kendine hiç bilmediğin bir şey anlatamazsın ki! Yazdığın ve anlattığın anda zaten bildiğin bir şeyi anlatıyor ve yazıyorsundur. Bildiklerini niye tekrar tekrar okuyasın? Niye kendini tekrarlayasın? Senin kendinde bilmediğin ne kaldı ki? Bilmiyor musun her şeyini artık, cılkı çıkmadı mı bu işin çoktan! Neyi neden yaptığını biliyorsun madem başka işittirecek bildirecek neyin olabilir ki kendi kendine?
-Evet... bu da doğru. Haklısın.
-Hah şöyle. Öyleyse bu iş bitmiştir. Şimdi ne olacak?
-Şimdi olacağı şu: bitirmem gereken bir kitap var elimde...
-Yine mi?
-...onu bitireceğim... sonrasında da...
-Sonrasında da başka bir kitap... ondan sonra başka bir kitap daha... zaten senin adına yazılmış bir ton kitap var. Hepsi senin için yazılmışlar hepsi de! Ama hiçbiri sana ne yapman gerektiğin söylemiyor değil mi, fısıldamıyorlar bile belli belirsiz! Yine kendinin bulmanı bekliyor hepsi kendini. Ne yapacağını ne karar vereceğini yine sana bırakıyorlar!
-Bu kötü bir şey değil ki! Bence de kitaplar tarafsız olmalı zaten. Bana şunu yap bunu yap diyen bir kitaptan zevk alacağımı düşünmüyorum, öyle bir yazardan da haz etmezdim.
-Peki ne bekliyorsun kitaplardan? Ne umuyorsun? Sence bu yazarlar, yazdıkları sana ne katıyor?
-Bir şey katmalılar mı acaba? Düşünüyorum... ben yazdıklarımla kendime bir şey katmalı mıyım? Hayır... hayır! Ben yazarlardan ve kitaplardan bana bir şey katmalarını değil benden bir şey çıkarmalarını bekleyebilirim ancak.
-Şu ayağına diken batan horoz hikayesi geliyor aklıma böyle deyince.
-Eğlenceli bir hikayedir evet ama ne alaka? . Aa! Ama dolayısıyla bu da eğlenceli. Doğru.
-Kendine yazdığın şeyler kendinden çıkardıklarını okumayla yeniden kendinden çıkardığın şeylere mi dönüşüyor yani?
-Kendime bir şeyler sokarak ya da batırarak yazdığım şeyleri okuyarak çıkarmak gibi bir eylem evet...
-Sok çıkar sok çıkar... ne yapıyorsun sen allahaşkına? Ne dokuyorsun ne işliyorsun bu ellerle? Bu batırmalar çıkartmalar da neyin nesi? Ne motifi bu ne? Neyin motifi?
-Bir beden işliyorum tarihe... tarihime... tarihimize. Bedenimim tek tek bütün uzuvlarını parça parça detay detay işliyorum. Bu işlenen salt benim bedenimmiş gibi duruyor, benim uçsuz bucaksız sonsuz bedenimmiş gibi, bedenimin kökleri dalları yaprakları balta izleri, bedenimin kuşları kuşkuları, bereleri kelebekleri, bedenimin uzuvları göz kulak burun ağız bedenimin bulutları, güneş ay yıldızları, bedenimin şeffaf göz pınarları, elle tutulmaz gözle görülmez yağmurları, bütün giriş çıkışları molozlar altında kalmış bedenimin bir haritası gömülü ve uçuşan bedenimin... zerreleri boğum boğum kabuğunda ancak ben gittiğim zaman öyle olmadığını anlayacaklar. Bu işlenen beni ben yapanların el izleri aslında... beni dokuyan dokuyucuların el izleri beni hâlâ bu kapalı ceza evine hapsedenlerin el izleri...
-Ancak bu hiçbir gerçeği değiştirmiyor.
-Haklısın. Değiştirmiyor. Değiştiremiyor. Değiştirmemeli de. Kendimi değiştirmemeliyim. Beni yapmalarına, dokumalarına karşı koymamalı, direnmemeliyim. Kendimle bir başka ben arasında değiş tokuş yapmamalıyım. Başka bir ben arzulamamalıyım. Beni arzulamalıyım. Benle olmak bu... benle olan süremi yaşamak. Benle olan çok az zamanım kaldı. Ben ve ben birim... ben ve ben bir...
-Enteresan. Gülümsetiyorsun yine de insanı. Gülümsetmeyi başarıyorsun. Bu tecritlik altında bile bu esaret içinde bile bir yaşam bulduruyorsun. Demek ki bir toplama kampında olsaydın, kimse seni kolay kolay öldüremezdi.
-O da nerden çıktı şimdi?
-Hatırlamıyormuş gibi yapma! Nerden çıktığını biliyorsun. Seni enkazın içinden çıkartmaya geldik haydi! Haydi yardım et kendine! Haydi!
-İşte bu dokundu. Bu kez bastırdığın nokta acıtmayı başardı. Şimdi geri dönüp çıkartmalıyım bütün batırdıklarımı. Okumalıyım kendimi tekrar... tekrar takrar okumalıyım..
-Bakayım bileğine.
-Bak.
-Küçülmüş mü sanki?
-Öyle mi?
-Eriyor gibi geldi bana.
-Yoo sanmam. Daha değil. Belki böyle kalacaktır artık.
-Ya da eriyip yok olacaktır.
-Kim bilir?
-Senin bir heykeltraşa ihtiyacın olmadığını düşünüyorum.
-Ya!
-Evet. Bence sen kendi heykelini de kendin dikersin böyle yonttuğun gibi. Kaidesi kendin olan heykelini yine kendin kendi ellerinle yontarak... ve bu abideyi de hiç kimse yıkamayacak korkarım tarih boyunca.
-Bütün düşünce ve kanaatın değişiverdi bakıyorum bir anda.
-Emin olmak istedim.
-Neyden? Benden mi?
-Elbette.
-Niye, kuşkun mu vardı benden?
-Sen de onlardan birisin değil mi?
-Elbette. Elbette ben de onlardan biriyim.
-Dün gece beni epey tedirgin ettin. Korktum açıkçası.
-Öyle mi? Beni şekillendiren ellerden biri de sendin demek.
-Dün gece neler oldu? Anlatmadın hiç.
-Biliyorsun dün 1 Mayıs'tı.
-Evet. Biliyorum. Biliyorum da... Bu neden sende umutsuzluk yarattı anlayamadım?
-Off!
-Gerçekten derin bir of oldu!
-Yani bir fenomen yaratıldı ve o gün bu gündür o fenomenin peşinde perişan bir vaziyette bir tarih heba ediliyor. Nasıl olabiliyor bu? Yaşamlar nasıl böylesine heba edilebilir? Niçin ha? Söyler misin niçin? Neyin simgesine karşı mücadele ediyoruz biz?
-Özgürlüğün simgesine karşı.
-Özgürlüğün simgesine mi? Taksim mi özgürlüğün simgesi? O meydan mı? Salt o zemin mi? Lanet olası!
-Taksim ve Beyoğlu, tarihin geçit köprüsü.
-Yani bizim açımızdan öyle mi?
-Biz, bütün Türkiye tarihini burdan okuyabiliyoruz. İstanbul'un fethiyle başlayan bir tarih geçidi.
-İstanbul'un fethiyle başlayan bir tarih geçidi... ondan öncesi yok, değil mi?
-Bizim için yok... bizler için...
-Yani bu durumda... yeni bir ele geçirmemi bu... bunu mu demek istiyorsun?
-Yeni bir ele geçirme mi... yeni bir işgal mi... bu soruların yanıtlarını ben vermeyeceğim sana. Veremeyeceğim üzgünüm. Sen kendin keşfedeceksin. Kendin yazarak... kendini okuyarak.. keşfedeceksin. İstediğinde bu değil miydi?
-Nasıl?
-Ne kadar duygulu ve hassas bir yüreğin varmış senin böyle! Tatminin neredeyse eylem gücün seni ona ulaştırmalı. Söyle bakalım, senin tatminin nerede? Seni ne tatmin edebilir? Ne yaparsan tam anlamıyla tatmin edilmiş olacaksın?
-Ritim ve Denge.
-Her şeyin bir ritmi ve dengesi var. Kabul.
-Ben ritmi şaşırdım. Dengeyi bozdum. Ahengi tutturmaya çalışıyorum ama her defasında kaçırıyorum. Hep tökezliyorum işte bu yüzden. Ne yapmalıyım?
-Ne yapmalısın? Bu yaşam salınımını yeniden öğrenmelisin herhâlde. Duygularını dengede tutmayı başarmak için.
-Vücudum şu an bir eksilmenin yerine onu telafi etmenin ve yerini doldurmanın gayreti içinde yollar arıyor. Ruhum bu sarsıntıda bozulan dengeyi düzenlemeye ve yeni bir ritim tutturmaya, yeniden doğrultmaya çalışıyor bedenimi. Ayağa kalkıp, yeniden dengeli bir şekilde ritme uygun adım atmayı yürümeyi hatta koşar adım, atlayıp zıplamayı istiyorum. Ama eksikliklerim mesela tekerimin patlamış olması aracımı yoldan çıkartacak denli yalpalatıyor.
-Bu tekeri yenilemen şart oldu yani bir an önce.
-İki değil de tek tekerlekli bir taşıt gerek bana belki de. Hatta tekerleksiz!
-Bir çift kanat mı diyorsun?
Kayıt Tarihi : 7.10.2014 15:56:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!