KUR
Giderek daralıyor işte çemberleriniz. Köşeye sıkışmışsınız çaresiz. Yaşama iç güdüsünden başka bir dürtü değil bedeninizi ayakta durmaya zorlayan. Geriye dönüp - hayır - kafanız mı basmıyor zekanıza mı yenik durumda zekanız, çekip çıkartamıyor çekip çıkarttığını da gömüyorsunuz tekrar toprağa. Basit bir çözüm uyduramıyorsunuz... O ve siz. O kim'di? Siz kim?
Aletlerimiz makas bıçak balta kama testere hepsi boğmaya kesip doğramaya biçip parçalayıp ayırmaya yarayanlar. İğne yok iplik yok tığ şiş yok örmek dikmek yok hepsi sökülüş hep canhıraş bir yırtılış.
Yeni birşeyler öğrenilmeliydi hep. Yeni bir şeyler öğrenmeli durmadan yeni bir şeyler öğrenmeliydik. Öğrenmeyi öğrenmeli ve öğretmeli A-B-C-D-E-F- (Ç) - Büyü - yap - mayı da entrika üretmeyi -de- sürükleyiciliği de - basit bir insanın basit bir insanın etkisi altında zihnini darmadağın etmeyi -bak işte bunu- çok iyi beceriyorduk. Başardık sayıyorduk kendimizi bunu yapabilince.
İnsanlar okudukları şeylerden tam tersini bekler oysa. Karmaşanın çözülmesini, kırılmanın kaynaşmasını, çöküntünün düzleşmesini bekler zihinleri insanların. Seni düşündükçe ama ey okuyucu daha da karmaşıklaştırmak geliyor kırmak kökünden söküp atmak geliyor filizlendirdiklerini kara delik gibi çekip içime göçertmek istiyor tenini etime sımsıkı yapıştırarak!
Daha basit bir yöntem uygulayalım. Ben o bildiğiniz yazar partiküllerinden değilim. Oturup, elinize keyifle alınası haz nesneleri üretmeyeceğim. Evet. Anlaşılmıştır. Zorlayıcı olanın bu olduğunu biliyorum. Ne kadar ucube olduğumu göstermeye çalışmıyordum sadece ama bu da bir derece doğru bir derece yanlış aslında. İnsanlara dokunmak bulaşmak istemiyor, kimseye de etki etmek istemiyordum. Ben kendime salt kendime etki etmek istiyordum, buydu hasatım. Haydi zıpla -> kalk koş -> yürü -> hareket et! Bırak yazıyı da edebiyatı da şu ustaların ustalarına yaşamaya bak. Hayatını kullan hayatını yaşa. Haydi kalk! Zıpla -> Koş -> Yürü -> Devin durma devin!
Ben kendime ekintiyim, hedef kitlemdeyse yok yok. İnsanlara verebileceğim neyim olabilir? Pek bir şeyim yok gibi geliyor.. Hatta bir yayıncım dahi yok, tanımıyordum da hiç kimseyi. Çevremde hiç kimseyi bırakmadım ki. Hiçbir çevreye de girmek istemiyorum. Bu yeniden çerçeveye girmek ya da çıkmak bense çerçevenin içi ya da dışı fark etmez topluluk fikrinden hoşlanmıyorum.
"Defalarca seni tanımak beni tanımak aslı itiraf ediyorum işte benim öpüşüne hasret" derken "-defalarca tanımak beni - beni tanımak aslı -" olmuştur sonunda işte!
Neydi bu böyle? Kimeydi bu yapılan kur ve durmadan yazılan yazılar, beni iyileştirsin diye kullandığım, şimdi tam tersine dönüşmüş kur otobanda kur-ban olmuştu sanki. Yöneldiğim bütün kurtuluş çabalarımın şimdi hepsi beni hedef alan silahlara gözler de bu tehditkar silahların kabzasına çevrilmesine neden oluyordu. Kim dayıyordu da bu silahı benim anlıma da ben beni yazıda boğuyordum. Kendi ellerimdeki yazgıyla boğuluyordum.. neden böyle oluyordu?
Ya gerçekten bir şey bulmalıydım... gerçek bir çözüm çare... bulmalıydık o ve ben... çare olmalıydık ama ben kimdim, o kimdi? Yazı hançeri bağrıma saplanıyor birden! Yazılı sırtımdan bıçaklanıyorum yazımla, yazgım gözümü oyuyor, kulağımı makaslıyor dudağımı kırpıyor, burnumu sürtüyor, boynumu buruyor, bağrımı deşiyor. Yazım, bağırsaklarımı körbağırsaklarıma varıncaya içimi dışıma çeviriyor, ters yüz ediyor derimi kanırtıyor her yerimi. Yazı, dağlıyor bağlıyor elimi kolumu kanadımı gergefe geçirip seriyor geriyor batırıp çıkarıyor kaynar kazanlara liğme liğme işliyor harf harf beynimin içini kahredici bir azapla çekiştiriyor yazı ve çok çektiriyor.
Esir alıyor kur-gu kölesi yapıyor zincire vuruyor kuruyan kollarımı bileklerimi zaptediyor köşesini bucağını hücrelerde ateş raksı yapıyor çığlıklar naralar atarak yüzündeki savaş boyalarıyla elinde baltası ırzıma geçiyor. Namusuma kastediyor kirletiyor kızlığımı bozup masumluğumu çalıyor, onurumu lime lime yapağılardan kilim yapıp seriyor ayaklar altına yol geçen hanı yapıyor bedenimi peşkeş çektiriyor.
Yazgımda da utandırıyor ayıplatıp küstürüp hayata insanlara zındanlara tıkıyor kur-a dan çıkmışcasına zengin yazı, bütün inancımı ve ahlakımı silip süpürüp atıyor toplumsuz kimliksiz kimsesiz kılıyor hiçleştiriyor... hiçliğin kof darı ağacında sallandırıyor.
Giderek daralıyor çember.. çemberimde gül oya oya... köşeye sıkıştık yine çaresiz... yaşama iç güdüsünden başka bir dürtü değil ayakta durmaya zorlayan... geri dönüp - hayır - kafamız basmıyor... zekamız zekamıza yenik... çekip çıkartamıyor çekip çıkarttığını da gömüyor tekrar toprağa... basit bir çözüm uyduramıyor.
Yap ve yık, var et ve yok et!
Peki... ne zaman güzelleştirecek... hayatımızı yazı?
Hayat tesadüfen güzelleşmez...di! Hayatı değişerek güzelleştirir... din. Farklı sonuçlar bekleyerek sürekli aynı şeyleri yapmaya devam edemez dininiz de artık. Değiştirmeniz gerek! Senin de kendini ey yazı değiştirmen gerek! Bu kurgu da değişmen gerek artık! Haydi salla zar'ı bir kez daha.. son bir kez ve çek kur'ayı yeniden dene!
Yaşantısının belli bir aşamasına kadar arzu ettiklerini elde etmeyi başaramamış insanlar, o aşamadan itibaren 'yargılama' sürecine girer ve başlar kendi kendini yargılamaya. Bu davranış bir tür yol yapım çalışmasıdır insanda, ikinci bir yaşam oluşturmak için açmaya çalışmaktadır o yolu.
İlk yol tercihsiz bir yoldur sadece, kendiliğinden getirmiştir insanı buraya kadar; gelinmiştir ancak onu arzu ettiği yaşantıya götürmekte pekte işe yaramamıştır. İmdi insan kendi tercihleriyle yeni bir güzergah belirlemelidir yine kendine, salt kendi öz bilinciyle. Bu nedenle de bir önceki yürüdüğü yol boyunca yaptığı yapmadığı 'iyi' ya da 'fena' şeyleri / deneyimleri görür, anımsar ve yeniden yaşar. Noksan bıraktığı içsel gelişim ihtiyaçlarını (bunlarla ilgili gerekli şuur hallerini) tamamlayana, onların doyumuna varana kadar da sürer bu yol işçiliği.
Bütün bir 'yargılama' sürecinin sonunda ise nihayet belirmeye başlar yürüyeceği yeni yol. Kendi elleriyle inşaa ettiği bu yolda güvenli adımlarla ilerleme zamanı gelmiştir artık. Şimdi şu işaretten bir 'U' dönüşü yapalım dilerseniz.
Sanat 'ile' dir ve 'h-ile'dir hayat ile hayat bilyeleri arasında iletişimdir ve düğümler ile bağlıdır birbirine. Çözüldüğünde bu düğümler çözünürüz kesilir iletişimimiz birimiz bir yana diğerimiz öte yana savruluruz yana yakıla, yığılır kalırız açarken kanatlarını uçup gözden kaybolurken sanatın saltanat atı hayatlar arasından. Peki bilyeler biribirine nasıl düğümlenir bilen var mı içinizde?
İşte biz Sanatçı insanlara Sanatın Hayat İle Hayatlar arasındaki bu gönüllü tüneyişinden pay çıkartmak gerekmiştir her zaman. Bu nedenle hayalimizde canlandırdıklarımız daha bir hayattır bizler için. Haydi bakalım bırakalım bunları da verin elinizi şimdi, hayal gücümüzü çalıştıralım biraz birlikte. Sanatı hayatımızdan kaçırmayalım iletişim ile düğümleyelim onu kendimize.
Aklınızdan bir şeyler geçiyor... telefona atıyorsunuz hemen elinizi... birini arayacaksınız illaki! Ne var ki onda... nedir bu büyü gibi çeken şey sizi ona onu size? Durduruyorum tabii derhal! . Hayır yani, artık onu aramak istemiyorsunuz, aramayacaksınız da.. okuyacaksınız yazdıklarımı sadece tek-yönlü bir aktarılışla bile olsa kendinizi kendiniz anlayacaksınız!
Kim bu kadar heveslidir kendinden uzun uzadıya bahsetmeye? .. Kimler bütün anlatılanları uzun uzadıya dinlemeye ve anlamaya heveslidir? Kendinden Başak anlatma heveslisine kimsenin yaşamla bir derdi yok gibi görünür. Kendinden Vaşak dinleme heveslisi de herkes kadar yaşamakla meşguldur. Ne Vaşak ne Başak durup düşünmez yaşamak mı yaşamamak mı diye.
Dışarı çıkmak istemiyor canımız. Cesaretimiz de yok birilerini çağırmaya. Bu durumda ne kalıyor geriye? Anlatacak ne var yani? Tek taraflı yazma bu da olup olacağı. Kendim söyleyip kendim çalıyorum kapısını benin ve aralıyor kapısını ben. Bakıyor aralıktan sanki bir dost gelmiş gibi gülümsüyor hem de hayli eski bir dost... ne de olsa... dost dosttur.
Her ne kadar heves ediyorduysa da kendisinden başkalarını tanımaya, hevesi kursağında kalıyor beni görünce benin. Fakat o ne? Buyur ediliyorum yine de içeri. Bak sen! Bu kez adam akıllı şaşırtmalıyım onu ama kaçarım yok!
Herkesin iyi kötü anlatacağı bir hikeyesi olur ya... fakat her hikayesi olanın iyi birer hikayeci olması beklenemez doğrusu. Yine de iyi bir anlatıcıya can feda olur. Ancak iyi bir anlatıcı da hep can kulağıyla dinleyenlere hasrettir. Bu yüzden henüz bitirdiğim kahvemi tazeleyemeyeceğim çünkü.. çünkü... can kulağıyla dinleyeceklere anlatacaklarım var.
Ruhum hayatın küçük bir [? ] köşelemesinden yaşama dalmış; patlak vermesiyle birlikte bu kalın çerçeveli (?) uyanmaya başlayan düşünce pratiğe dökülmeye başlamıştı. 'Bir sistemi değiştirmek, korumak ya da güçlendirmek isteyen önce onu iyi anlamalıdır' ve elbette 'başarı karar verilen hedefe ulaşabilmektir' o varmayı çok istediğin hedef her neyse artık… ve de 'insan ilüzyondan çıktıkça bilinci açıldıkça hayattaki tesadüfleri de azalır! ' Bu elbette yine ilelebet 'ben' olmakla ilgili bir hikaye.
Ben olmak. Ben oluşun hikayesi. (Bu 'ben olmak' neden bu denli önemli?)
Nerdesin? diyen biri olsa ve... ne yanıt alırdı acaba şu an benden? ...
Biri sorsa 'neredesin' diye -bana- verebileceğim tek yanıt 'yer'de olmadığım olurdu. Ne yerdeyim ne de gökte... sedace her yerdeyim. Ve artık 'her' deyim.
Her. ('Her olmak' niçin bu denli mühim?)
Usturamı biliyorum silgimin üzerinde sözcüklerden hayata, hayattan sözcüklere hayat veren hayata; usturam yine kalem bâ-husûs.
Hayatı sözcüklere sildirmek mi (güzel) sözcükleri hayata sürüştürmek mi? Tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan... Burada arada kalan 'güzel' Kirpi'si olmasa (kabuğuna çekilmiş) (o da) (tıpkı benim gibi) neredeyse birbirinin aynı görünecek bu iki cümlede, kafasının etini kazıyorum tırnak tırnak içinde kur'un.
uyan-ma-ya
başla-yan
düşün-ce
pat-lak
ver-mesiyle
bir-likte
prat-iğe
dökül-meye
başla-mıştı
Geniş pencerelerden güneş çoktan çekilmiş akşam alacası çökmüştü salona. Kahraman büyük bir salonun tam orta yerine gözleri kapalı boylu boyunca uzanmıştı. Hayır, henüz ölmemişti. Düzenli nefes alışı duyuluyorsa bir insanın hâlâ yaşıyor demektir. Üst katlardan gelen tıkırtılar dışında hiç ses yok sayılırdı, uzaktan uzağa içinde bulunduğumuz apartmanın önünden geçmekte olan dört şeritli oto yolundan geçen araçların, vızıltılı uğultuları da doldurmasa zaman zaman salonu hiç çıt çıkmıyor sayılacaktı ne hikmetse ve o zaman ne yazık ki kuş uçmayacak kervan da geçmeyecekti zihnimizden... ne onun... ne de benim. Ben kim'dim... o kim'di?
Kanımca, bunu açıklamaya çalışmaktan başka bir amacı olmalı ortasından daldığımız şu hikayenin. İyisi mi en baştan başlamalı, klasik bir tavırla yani, her zamanki gibi, çünkü yukardaki sahne sanki hayatın son sekansını betimlemeye çalışıyor gibi yoksa bize mi öyle geliyor? Bu durumda bizde hö? diye kala kalıyoruz tabii! Hem sonuca yönelik bildik ve güvenilir tavırlar doğru dizge oluşturmakta hep daha başat olmuşlardır. Bakarsın başlangıç olarak değil de sonuç olarak bakılan sonuç -sonuçta-, hanginin hangisinden türetildiği daha keskin bir şekilde ortaya konmuş olur, değil mi ya! Tıpkı eskiden olduğu gibi, o siyah-beyaz karelerde hani... pöti karelerde...
'Benim olmayan bir hayatı yaşamışım' diyen fısıltısı duyulur aniden kahramanın. Hoh! Birden bire! Nasıl çıktı bu böyle? Böyle bir 'şok' fısıltıyı sahiden sahneden seyirciye duyurmak çok da zordur aslında. Bunun için aktrisin diyaframını çok iyi kullanıyor olması lazım. Bu nedenle ses ve nefes egzersizlerini gün içinde hiç aksatmadan tekrarlaması gerekli. Bu aktristlik de zor zanaat yani nerden bakarsak. Nerden mi biliyorum? Çünkü... o kahraman... benim içimde.
Eh. Yani. O nedenle sesini bu denli rahat duyabiliyor, duyurabiliyoruz herhâlde değil mi ya! . Yoksa bendeki bu sağır kulakla onu seyirci koltuklarından izlemeye kalktığımı düşünün bir kez, imkanı yok duyamazdım. Ama siz de duyamazdınız belki. Hayır hayır! Yani diyaframını kötü kullandığını ima etmiyorum ama kendisinin ses kapasitesi pekte, hele ki şu son zamanlarda.. anlarsınız ya, geniş ve yorgun.. ah! yani yoğun değildir diyecektim. Yanlış anlamayın yani onu size karalamak adına söylemiyorum, kendisine sorsanız da aynen böyle yanıt vereceğine bahse girerim. Ben de onun yalancısıyım aslında. Yani. Hani, duysam bile -duysak bile- duysanız bile- duysalar bile - ne dediğini inanın anlamaya imkan olamazdı o derece kısık bir fısıltıyı.
Hah. Şimdi de artükelesinin kötü olduğunu vurgulamaya çalışıyormuşum gibi gelecek size ama hayır. İnanın ki hayır.. Hayır. Kesinlikle bu doğru değil, zaten olay bu değil. Yani anlasaydım bile algılama olanağım olmazdı. Çünkü bir kahraman nelerden beslenir bilmez, bilemezdim eğer onun dışında olsaydım. O da o benim dışımda yani. Şaşırmayın ya şimdi. Hayır!
Danny Kaye edasıyla (onun metropolitandaki şovunu hatırlatır bana bu nükte) , 'şimdi şaşırma sırası değil. Ben size söylerim ne zaman şaşıracağınızı. Ama şimdi değil, hayır. Yeri gelince ben işaret edeceğim.' Bu nedenle biz birbimize benzeriz bu krom hikayede. Danny Kaye'le değil tabii canım, o kadar da değil.
Beni ondan onu benden ayırt edebilmeniz için kendimize değişik birer sıfat yakıştırabilirim tabii ilerleyen zaman ve sayfalarda ve de ara satırlarda rastlarsınız onlara da ama bilemem artık beğenir misiniz beğenmez misiniz?
Hoş, beğenmeseniz ne olacak? Ne yapabilirsiniz ki? Gülmekten çatlayacağım şimdi şuracıkta! Yani, siz bu satırları okuduğunuzda olay çoktan bitmiş olacak, her şey delip geçmiş olacak.. Öyle ya! Artık bir daha ki sefere. Bana yazarsınız bitirince tamam mı? Olası gelecekteki konularım için seçilebilecek kahraman adlandırmalarınızı seve seve kullanacağıma şimdiden söz veriyorum. Siz bana inanın ve güvenin yeter ki, elimden geleni yaparım sizin beğenileriniz için. Zaten ben bugüne kadar ne yaptımsa sizler için yapmadım mı? Yaptım! (Ne yaptım acaba?) Ne yaşadıysam sizler için yaşamadım mı? Yaşadım! (Yok canım o kadar da değil!) (Biliyorum abartıyorum bazan yazarken) Ne yazıyorsam yine sizler için yazıyorum bundan böyle de bu kural hiç değişmeyecek, hep böyle sürüp gidecek umarım. (Ohoo! Ufak at da karıncalar da sevinsin.) Sizler hep var oldukça ben de hep varolmaya çalışacağım. (Tabii tabii!)
-Ya kahramanın? - diyorsunuzdur şimdi haklı olarak elbette. Evet haklısınız. Onu düşünüyordum bende şimdi ve ona dönüyorum gayet tabii ama aaaa! ama bakın o da aynı şekilde düşünüyor emin olun. Şu anda hikayesinin son sekansına gömülmüş durumda, taktir edersiniz ki şu an bir konsantre anında kendisi. Dinlemeye çalışalım bakalım en iyisi, dinlemeye, duymaya, anlamaya ve algılamaya. Yine bir şeyler fısıldıyor bakın. Şişşt! Şimdi dikkat kesilelim isterseniz. Bende sizinle birlikte dinliyorum.
'Hiç ama hiç bana ait olmayan bir yaşam yaşadığımı artık kesinlikle kabul ediyorum. Doğumumdan şu anıma kadar yaşamımın hiçbir parçası bana ait değilmiş. Ne kadar tuhaf değil mi? Bir tek şu an..' derin bir soluk alıyor, göğsünden hafif hırıltılar geliyor bu arada, 'şu anı kendime... bana aitmiş gibi hissediyorum... sadece şu anı. Nefes aldığım ve kendi kendimle fısıldaştığım şu anı. Gerisi.. asla bana ait değildi... hiç olmadı. Ne öncesi ne de bundan sonrası... olacak... ne de bu nefesten sonrası...'
Vav! Doğrusu beni altüst etmeyi başardı şu cümleler. Size de geçiyor mu aynı duygu? Puff! Nasıl bu noktaya geldik anlayamıyorsunuz değil mi? Tıpkı benim gibi 'bir hikaye asla böyle başlamamalı' diye düşünüyorsunuz öyle değil mi? Kimi kandırmaya çalışıyoruz ki burda? Onca Dostoyevski okumuşları mı? Onca ev ödevi hazırlar gibi kütüphanelerde aylarca -yıllarca hatta- araştırmalar yaparak yazar olmuş olanları okumuşları mı, kimleri yani?
A-ama boş verin şimdi bunları düşünmeyin. Biz kendimize inanalım, kendimize bakalım yeter. Verdiğiniz paraya değeceğine inanıyorum ben. Siz de güvenin. İyi bir hikaye olacak bu. Olacak olacak! Ben yazdığım için söylemiyorum bakın, kahramanın benim içimde olduğu için, onun için yarı kahraman olduğum için de söylemiyorum. Ama bakın, sonunda göreceksiniz ki haklı çıkacağım ve bunu çok taktir edeceksiniz. Hem de inanamayacaksınız olanlara!
"Başarıya kesin bir niyetle ve uzun süre bir noktada verilen emekler ile ulaşılır öyle değil mi? . Sadece sebebinle ilgileniyorsan, emek veriyorsan gerçekten hedefinin peşinde olursun. Başarıya ulaşmak için ilk önce neye ihtiyacımız olduğunu deşifre etmemiz hayata bir zarf atmamız gerekir. Buna rağmen hedeflediğimiz konuyu hâlâ istiyorsak; asıl kararımızı vererek hedefimizde kararlı olmamız gerekir. Bütün mesele hedefimize ulaşıncaya dek acıya karşı sabır, hazza karşı sabır ve zamana karşı sabır süreçlerini geçmektir. Acıya karşı sabır hedefe ulaşmayı, hazza karşı sabır ise hedefte olmayı- sürdürmeyi -kalmayı sağlar. Burada tek gerçek ilk adımdan itibaren başarı stratejilerini doğru uygulanmazsa başladığı noktaya tekrar tekrar geri dönüleceği. (Ergeç!) Başarı için bir sonraki sürece geçmeden önce her bir basamağı hakkıyla tamamlamamız gerekir. Hedefe ulaşmak için işi başından itibaren doğru yapmalı sadece sebebimizle ilgilenmek ve gereken bedelleri ödemek… bu kısımlarsa bize ait. Sonuç zaten gelecektir diye bir cümlemiz olamaz. Çünkü sonuçlar insana ait değildir. Sonuçlar yaratıcıya aittir."
İşte! Bakın. Bugün internette gezinirken bu yazıya rastlayan ve okuyan kahramanımızın fısıldadığı cümlelerin ne anlama geldiği şimdi daha net ortaya çıktı değil mi? Öyle değil mi? Ne yazıyormuş bu yazıda peki, ne diyormuş yazı: "Sonuçlar insana ait değildir." Evet! "Sonuçlar yaratıcıya aittir.! " Yani? Bana!
İşte kahramanımızında uzun süredir kafasını kurcalayan böylesi bir sorunu varmış ki hayatında hakettiğini düşündüğü başarıyı pek elde edememiş, anlaşılan ne içinde yetiştiği ortam, ne ailesi, ne evlendiği eşi, ne arkadaşları, ne hocaları, ne tiyatro çevresi, ne yaşadığı ilişkileri, ne aşk zannettiği maceraları onun bu sorununa yeterli doyurucu sağlıklı birer çözüm getirememiş ve o da... Evet... Hımm. Giderek psikodarama doğru meyleden bu biçime ara verelim diyorum ben ve iyisi mi dinlenmeye alalım kendimizi biraz. Taktir edersiniz ki amacım bir tür psikodram yaratmak değildi. Hem bu amaçla oturtmadık sizi de karşımıza. Ama kahramanın bilinç düzeyi bizi sürekli o yöne çekiştiriyorsa ne yapılacak? Evet, yapılacak tek şey tam da bu notada ona dur demek! Ve müsadenizle duruma bu şekilde müdahale ediyorum, hem hayatta bir Narrateur ne işe yarar öyle değil mi? Haklıyım değil mi? Hah! Tabii ya yine haklıyım. Fakat görüşeceğiz yine hem de birazdan. Şimdi bize bir tık müsade kahramanımla özel konuşmalıyım şu meseleyi.
Bu arada sizde isterseniz başka kitaplara dergilere bakın bekleme odasındaki ya da en iyisi çıkıp dolaşın bir tık ha? Hava alın biraz iyi gelir. Saat gece yarısını geçti mi? Hımm! Sizin yarın işiniz gücünüz yok mu allahaşkına? Bu saatte oturmuş okuyorsunuz, olacak şey mi yani? hiçbir sorumluluk sahibi insan böyle yaşamıyor. Yarın tatil mi? Ha! Pardon. O başka tabii. Bu ülkede de tatiller hiç bitmiyor sanki. Her neyse.
Aah! Bakın şu konuda anlaşalım ama: Her birinizin hikayedir romandır -ne tür seviyorsanız artık- şiir gibi şeyleri ne zaman elinize almanız gerektiğini elbette ben belirlemeyeceğim. Yazarsak o kadarını da yazmıyoruz! İyisi mi, kimin canı ne zaman istiyorsa bırakalım o zaman okusun ya da dinlesin ya da benim gibi otursun kendisi yazsın.. en güzeli! Hem sonra benim kahramanım gibi olursunuz neme lazım. Hiç istemem öyle olmanızı, hem o hayatta bir tane kalmalı: Öyle ya! . Herkes onun gibi olursa bir kahramanın ne kahramanlığı kalır? . Kalır mı? Kalmaz elbet. Sizler gibi biri olur çıkar yani öyle değil mi? Sizler ki kendinizi gayet iyi tanıyıp bildiğinize göre bir kahramanın sizin için ne gibi bir enteresanlığı kalacak canım? hiçbir enteresanlığı kalmayacak! E kalmaz tabii! O vakit ne olur? Verdiğiniz paraya yazık olur -tabii- başka bir şeye değil. Yani, mesela bugünkü Euro kaçtan kapı açmıştı kuru, söyler misiniz allahaşkına ha? Ha, bir düşünün yani şu kaybı!
Hem az mı çekti zavallım kahraman olmak için? Az mı? Çok uğraştım hem ben de onun yüzünden canım! Onun elinden bu fırsatı artık hiç kimseye kaptırmam. Rica ederim. En azından burada yapmam. Bırakalım bir kitabın -sadece bu kitabın içinde hiç olmazsa- olduğu gibi kendisi olsun ve rahat etsin. Emin olun onun huzuru ve rahatı bizim de huzurumuz ve rahatımız olacaktır.
-Napıyorsun sen?
-Ne mi yapıyorum? Ne yapıyor muşum?
-Dalga geçiyorsun.
-Ha! Öyle mi?
-Evet. Her şeyimle dalga geçiyorsun.
-Yok canım sana öyle geldi herhâlde.
-Hiçte değil. Görüyorum işte, oturtmuşsun milleti önüne beni alay konusu yapıyorsun!
-Haydi canım. Yok artık! Dedim ya sana öyle geldi.
-Hayır, hayır. Hiç de bana öyle geldiği filan yok her şey apaçık ortada işte. Benimle dalga geçiyorsun. Bu kadar mı nefret ediyorsun benden?
-Hımm. Aah! Şeyy...
-Ney?
-Aa bak şimdi...
-Tamam tamam anlaşıldı. Anlaşıldı tamam. Ne diye soruyorum ki zaten, her şey apaçık belli değilmiş gibi!
-Bak hiçbir şey göründüğü gibi değil bunu açıklayabilirim.
-Neyi açıklayacak mışsın! ?
-Yani.. amacım.. aslında hiç de zannettiğin gibi bir şey değil.
-Bırak bırak yeter.. hiçbir şey duymak istemiyorum artık senden.
-Tamam bak şu an bir yanlış anlama sonucu hayal kırıklığına uğradın biliyorum...
-Başka ne ümit ediyordun ki... zaten sizin işiniz gücün bu değil mi, siz yazar takımının? Hayal kırıklığına uğratmak! Herkesi hayal kırıklığına uğratmak!
-Aslında hayır... bak... çok daha başka bir amacı var bu kez... ama sana söylemeye çekindim hep...
-Haa... Neymiş acaba bu söylemeye çekindiğin çook başka amaç...
-Hadii amaa.. biraz neşlenemez misin? Lütfen!
-Üzgün değilim ki ben. E.. haydi... söyle buyur seni dinliyorum. Söyle.. söyle söyle söyle.. haydi konuş.
-Ara beni. Ara beni. Hadi ara beni.
-Bu da neyin nesi?
-Saat!
-Saat mi?
-Hı- hı..
-Nasıl bir saat bu böyle?
-Konuşan bir saat... Eöö! Şeylerden... ee... Ya her hangi bir saat işte ya. Uyarıyor insanı konuşarak.
-Nasıl? Her zaman mı?
-Ne zaman istersen. Kurduğun zaman yani. Tıpkı diğer saatler gibi.
-Haa! E! Haydi ara o zaman kimi arayacaksan. Niye aramıyorsun?
-Eöö! Sen ara dilersen.
-Ben mi? Yahu niye ben arıyayım? O senin saatin seni uyarıyor sen kurmuşsun çünkü kimi arayacağını da sen biliyorsundur herhâlde!
-Ama... senin araman daha güzel olabilir...di!
-Di? Ne? Ne diyorsun sen? Neyi? Kimi aramam daha güzel olur..di?
-Hııı! İşe bak sen. Ha ha haa! Espri yaptın! Komik! Değil mi? Ha haa! Güldürdün hıh! Güldürdün değil mi?
-Ya ne diyorsun sen ya! Ne güldürmesi? Ne işler çeviriyorsun burada yine?
-Hıh hı.. Evet. Harika. Tam da şimdi güldürmek sana çok yakışıyor diyecektim ben de biliyor musun?
-Bırak saçmalamayı ya.
-Gerçekten! Gerçekten! Nerden biliyorum diyorsun? Biliyorum işte! Bak anlatayım nerden biliyorum! Sen yüzünü görüyor musun şu an? Hı! Kendi yüzünü! ? Hiç yüzünü görüyor musun? Ha ha ytt ama ben görüyorum! Hu huu! Hooo!
-İlla ki görmem mi gerekir, görmeden hissedemez miyim... yapışıp...! ah! yakışıp yakışmadığını? ! Güldürmüyorum da üstelik! Zaten siz kadınları hiç anlamış değilim, niye her şeyi görünmeye dayandırırsınız ki?
-Ooo! Şaka da ediyorsun! Hah haaa!
-Niye, şaka mı bu şimdi?
-Sanki kendin kadın değilsin gibi konuşuyorsun da ha haaa!
-Ne olmuş kadınsam? Hı? Nolmuş? Salak! ..
-Ha haa ha aaah aaahaha!
-Ha.. ha.. ha..ne? Ne? Eee? Sonra? Hepsi bu mu? Bu kadar mı? Bak ne diyeceğim: eğer hep dalga geçilseydi.. bugüne kadar yani, herkes senin gibi dalga geçmiş olsaydı bu hayatta benimle ve yaptığım her şeyle, ortada 'bugün' diye, 'ben' diye, 'hayat' diye anabileceğimiz ne bir gün, ne dün, hatta tarih olamazdı anlıyor musun Tarih! Evet. İşte. Sanırım anlıyorsun... Burdaki şu taktiğin bile benim geleceğimi zehirleyemeyecek... dolayısıyla senin de! Ha! Anladın değil mi?
-Hımm. Peki... sence bu işin sonu nereye varır?
-Hıh! Bakıyorum birden ciddileştin.
-Evet. Nihayet! Ee sorumu yanıtlasana!
-Nereye varmasını istiyorsam oraya.
-Bak sen! Net yanıt ha! Nereye varmasını istiyorsun peki söylesene? Haydi onu da söyle!
-Ben mi? Sanki buna her zaman ben karar veriyor muşum gibi sormuyor musun, öldüreceksin beni! ?
-Ama daha şimdi ağzından çıktı yani istiyorsam diyen sensin. Öyle dedin. Demedin mi? İnkar mı edeceksin?
-Ben mi dedim? Hah! Ben dedim değil mi?
-Senin ağzından çıkanı kulağın duymuyor mu artık?
-Hııı... evet ya.. dedim hakikaten... dedim değil mi?
-Eee! İstiyormusun istemiyor musun peki?
-Evet.. ben...
-Evet sen..
-Ben...
-Evet!
-...
-Neden duraksadın şimdi? Niye bu kadar tereddüt ettin yahu! ? Herhangi bir konuda hiç mi karar verdirilmedi sana bugüne kadar?
-Akşamdan sabaha mı? I-ıh! Hah! Hayır!
-Ha? ! Ha!
Kavuşmak ödül ise ödülsüzlük cezadır; şiir ise cezayı hazza dönüştürme çabası yani bir tür ödünleme. Olmadığımız biri gibi olmaya çalışmak olduğumuz gibi biri olmamaya çalışmaktan ne daha kolay ne daha eğlencelidir. Peki ama ikisi de aynı kapıya çıkmaz mı bunların? Olduğu biri olmamaya çalıştıkça olmadığı biri olmaz mı insan? Yine her şey giderek anlamsızlaşıyor gibi sarpasarıyor...
Her şey mi! Ah! Her şey mi? Gerçekten her şey mi anlamsızlaşıyor! ? Hoo! Sarpasarıyor! Tamam tamam. Ben tamamen iç sızıntıya kulak verelim derim. Sanırım, doğrusu bu. İç sızıntısını biriktirmeli buraya bu satırlara o iç sızıntılarını yönlendirmenin bir yolunu yordamını yöntemini bulmalı arkını döşemeli, mozaik olsun etrafı da ve bırakalım aksın çağlasın konuşsun kendisi ötsün yani tavus kuşumuz ötebildiğince! Aslında hepimizin de yaptığı bu başından beri ama neyse şimdi artık buna daha farklı bir açıdan yaklaşalım dilerseniz.
Sızıntı mı? Sızıltı mı? Aslında her ikiside olabilir. Sızıltı da olabilir sızıntı da. Biri hoşnutsuzluk veya yakınma diğeri yangınlanma nedeniyle oluşan akıntı demek. Yani.. Ama bir de sızdırmak var... eriterek süzmek var... varlığımızı varlığımıza geçirmek var...
Kendisi başarmalıydı, tıpkı onların başardığı gibi. (Ayy şimdi onlar da kim diyeceksiniz biliyorum?) ama.. (Yaa elbet ona da sıra gelecek) Tek yardımcısı ve danışmanı ve dahi asistanı var eden ve yok edendi. Yani? Ben! Kısaca: Yazar!
Bu onun inanma şekliydi böyle inanabiliyordu varlığa ve yokluğa... Zor olacağını sanmıyordu artık hiçbir şey eskisi kadar zor görünmüyordu gözüne. Bir doz ondan bir doz da öbüründen var etme ve yok etme aşısı yeterli derecede etkili olabilirdi pekala. İnandıktan sonra olmayacak oldurulmayacak doldurulmayacak şey yoktur ya hani aynen öyle! . İnanmak ve inandırmak: yapılacak tek şey bu. Ama en başta da kendini! Kendimizi, öyle değil mi?
'Bana ait olmayan günlerdeki kayıplarımı telafi etmek zorundayım. Kaynak içimde ve ruhum benliğimde. Severek ve şükrederek...'
Hasta yatağından yavaşça doğruldu kahraman. 96 gün sonra nihayet bugün taburcu edilmesine karar verilmişti. Giyinik bir halde çıkış saatinin gelmesini beklemekteydi işte, yarı baygın halde, sedyeyle acilden girişi yapılmıştı ama şimdi tekerlekli sandalyeye bile ihtiyaç duymaksızın elini kolunu sallayarak çıkıp gidecekti 96. günün sonunda. Günlerdir ayrı kaldığı yuvasını çok özlemişti. Burnunda tütüyordu. Koridorda ilerledi doktorları kapıda birikmişler neşeyle onu bekliyorlardı. El sıkıştı hepsiyle tek tek kucaklaştıktan sonra giyotin kapıdan dışarı çıktı başı hâlâ tepesindeydi şükürler olsun ki, kapı dışında da bekleşen hemşire ve hastabakıcılarla da tek tek vedalaşırken, çok şiddetli bir fırtına çıktı adeta, her şey savruluyordu ki havaya... Hastanenin yerden epey yükseğinde terasındaydılar fırtınayı yaratan da Heliporta inen bir Helikopterin pervanesiydi bereket!
Uçuşan saçları karışmıştı Helikopterin koltuğuna oturduğunda. Eliyle toparladıktan sonra saçlarını, aşağıdaki hemşire doktor hastabakıcılardan oluşan uğurlama heyetine el salladı, öpücükler gönderdi bol bol, gülümsedi. Havalandı sert esintiler yaratarak helikopter heliporttan uzaklaştı bulutların içine dalarak ve gözden kayboldu aşağıdakiler için.
Ve yukardaysa başka bir heyetle... kahramanımın yaşadığı tüm deneyimlerini paylaşma zamanı gelmişti artık.. Onların başardıkları gibi hayatta kalmayı başarmıştı ya inançla severek ve şükrederek, artık gerçek yaşam -gerçek dünya- çok da uzağında değil zannediyordu. Biz de ümit ediyorduk ki kısa bir toparlanma süresinden sonra her şeye kaldığı yerden yeniden başlayabilecek. Vücuduna zerk edilen kimyasal sıvı yavaş yavaş etkisini göstermeye başlamasaydı tabii. Gözleri kapandı, dudağında rahatlığın verdiği bir gülümseyişle bayıldı.
Habibe Merih AtalayKayıt Tarihi : 7.10.2014 16:01:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Habibe Merih Atalay](https://www.antoloji.com/i/siir/2014/10/07/y-han-12.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!