Vicdani Ret Dosyası - 2 Şiiri - Şair Berzan

Şair Berzan
72

ŞİİR


1

TAKİPÇİ

Vicdani Ret Dosyası - 2

Dil önemlidir. Kavramlarımız, öyle zannediyorum ki, içeriklerinden daha fazlasını; kavramı kullananın o içerikle kurduğu ilişkiyi de gösterirler. Ve bilinmesi, iyice bilinmesi gerektiği üzere her kavram belli bir düşünce dünyasında doğar ve bu dünyanın renklerini kendisiyle beraber taşır. Gerek bu makaleye adını veren 'vicdani red' kavramı, gerekse bu kavramın içinde doğduğu savaş karşıtı çerçeve, üzerinde yaşadığımız coğrafyada ilk kez on yıldan daha kısa bir süre öncesinde duyulmaya başlandı ve sadece üç yıldır örgütlü bir mücadelenin ekseni olageldi. Bizi bu makaleyi kaleme almaya yönelten öncelikli neden 'vicdani red' kavramını kendi öz bağlamında açıklamaya çalışmak ve sınırlı da olsa öncelikle ahlaki ve -belli bir dolayıma tabi olarak da- politik temellerini ifade etmekti; ancak, yazma nedenimiz salt bu çabayla sınırlı değil.

Vicdani red kavramının -ya da pratikte, ilk vicdani retçilerin ortaya çıkmasının- çok geniş olmasa da yarattığı bir etki var. Bu etkinin öncelikli nedenini elbette on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın belirlediği politik-toplumsal gerçeklikte aramak yerinde olur. Savaşın yarattığı bu koşullar vicdani red kavramının kendi gerçekliğini anlamayı (paradoksal olmayan ama yine de ilginç bir şekilde) zorlaştırmaktadır. Zira, savaşa ilişkin her -tarafsız değil ama varolan taraflardan bağımsız- tutum savaşan tarafların gayretkeşliğiyle ya yok edilmeye ya da taraflardan birine yamanmaya çalışılıyor. Buna bir de bu coğrafyanın gayet pragmatist, incelmiş bir zekadan ve idealleriyle diyalektik bir ilişkide belirlenmesi gereken -ama böyle olmayan- ahlaki değerlerden yoksun olan geleneksel muhalefet kültürünü ekleyin. Sonuç; bir düşüncenin kendisini savaşan tarafların ya da geleneksel sol muhalefetin dışında; olduğu gibi varetmesinin ve hele de kamuoyu tarafından anlaşılmasının bütünüyle zorlaşmış olduğudur. Ortaya çıkan birçok yeni kavram gibi 'savaş karşıtlığı', 'vicdani red', 'antimilitarizm', 'şiddetten arınmış eylem', 'sivil itaatsizlik' vd. de yol açtıkları muhalefetin etkisi oranında devlet tarafından bastırılmaya, geleneksel sol söyleme eklenebildikleri oranda bu söylemin sürdürücüsü kesimler tarafından kendilerine maledilmeye, aksi takdirde, 'demokratik küçük burjuva tavrı' olarak bir kenara atılmaya, savaş konusundaki duruşlarıyla da 'haklı savaş'ın destekçisi haline getirilmeye çalışılıyor. Bu erozyondur. Bu makale, aynı zamanda, okuyucusuna etkiyebildiği oranda bu erozyonu azaltma isteğinin de bir ürünüdür.

Vicdani Reddin Öntemelleri

Vicdani red, bireyde vücut bulan ve bu nedenle belli bir birey tasarımı doğrultusunda kavranabilen savaş karşıtı bir tutumdur. En kısa tanımıyla; bir bireyin ahlaki tercih, dini inanç ya da politik görüşleri nedeniyle askerlik yapmayı reddetmesidir. Farklı motivasyonlardan kaynaklanan ama aynı eylemde birleşen bireylerin, kuşkusuz, ortak bir paydaları vardır. Bu payda militarizme karşı olmaktır. Militarizmin ve hizmet ettiği devlet aygıtının (tahakküm mekanizması da diyebiliriz) birey üzerindeki en arsız tasarruf iddiasına karşı olmaktır.

Özel olarak militarizm ve genel olarak da tahakküm mekanizması hayatımızın birçok alanında ve hatta hayatımızın kendisi üzerinde çeşitli tasarruflar iddia etmekte, bu tasarrufları kullanmak için şiddeti örgütlemekte ve bu tasarruf iddiasına karşı çıkmayı da -yine örgütlü şiddet ile garanti altına alınan- yaptırımlara bağlamaktadır. Tüm toplumsal modelimiz, bir tahakküm mekanizması olan iktidarın bu tasarrufunu kullanabileceği biçimde örgütlenmiştir; ailede, okulda, işyerinde, orduda ve bizatihi hergün onlarca defa üzerinde yürüdüğümüz caddelerde. Ve tek tek her birey, iktidarın kendi üzerindeki bu tasarruflarını kabul edecek, bu tasarruflarına hizmet edecek ve üstüne üstlük bir de bundan gurur duyacak biçimde yetiştirilmekte, daha doğru bir tabirle öğütülmektedir.

Hayatımız üzerindeki bu tasarruflar neredeyse sonsuz bir çeşitlilikte ortaya çıkar. Vergiye tabi tutulmak, yasal olarak gözaltına alınmak, yasalar ile onaylanmayan ama aynı yasalar tarafından fiili olarak korunan bir biçimde işkenceye uğramak, tecavüz edilmek, okulda dayak yemek, işten çıkarılmak, aç bırakılmak, hayatımızın bir buçuk yılını orduya adamak, bunu yapmaya zorlanmak, yapmaktan kaçındığımız takdirde soruşturulmak, aranmak, yakalanmak, dövülmek, itaat etmeye zorlanmak, insan öldürmesini öğrenmek, şiddet kullanmak, insanlıktan çıkarılmak, köylülere bok yedirmek, yapmak istemezsek yine dövülmek, ana dilimizi konuşamamak, vb, vb. Yaşamımız boyunca bunları ve daha nice benzerlerini hepimiz görürüz. Bazılarımız bunların arasından yaşar gider, bazılarımız ise 'Niye? ' diye sorar. Rahatsız olur. Yaşanan durumu kendi adalet tasarımına, ahlakına, inançlarına, kısaca kendisini kendisi yapan herşeye aykırı bulur. Burada bir insanın hayatı üzerinde iki farklı hak iddiası vardır; biri o insanın kendisine aittir, diğeri ise iktidara. Vicdani red kararı, bu çatışkının en yoğun yaşandığı durumlardan birinde ortaya çıkar ve çoğunlukla, askere çağrılan bireyin bu çağrıyı alenen reddetmesiyle gerçekleşir. Aslında söz konusu olan, bireyin kendi hayatı ve bizzat yaşama hakkı üzerinde, kendisinden başka bir yetkenin tasarrufunu kabul etmemesidir. Ve bu, bize, son derece makul gözüküyor.

Ahlaki Sorumluluk: Işbirliği Yapmamak

Insanları vicdani retçi olmaya yönelten çeşitli gerekçeler vardır. Bu gerekçeler içerikleri bakımından birbirinden gayet farklı olabilirler. Birey iman ile bağlandığı bir kutsallık tasarımı doğrultusunda askerlik yapmayı reddedebileceği gibi, son derece politik bir tasarım yani bir toplumsal tasarım doğrultusunda da bunu yapabilir. Vicdani red, bu farklı gerekçelerin ortaklaştığı ahlaki bir momenttir. Zira, hangi gerekçeyle olursa olsun askerlik yapmayı reddetmek, savaş mekanizması ile işbirliği yapmayı reddetmektir ve bireyi, bu reddedişe -neredeyse kaçınılmaz olarak- sürükleyen ahlaki bir sorgulamayı gerektirir.

Ahlaki sorgulamayı, kavramların diliyle konuştuğumuz böyle bir metinde ifade etmek gerçekten zor. Anlamak için, insanın kendisiyle hesaplaşmasının derinliklerini tahayyül etmeliyiz. Bu tahayyül bizi tek bir söze, sık sık acı verebilen bir sözcüğe sürüklüyor: Sorumluluk! Insan sorumludur. Eylemlerinden ve eylememezliklerinden sorumludur. Irade sahibidir ve bu yüzden her koşulda doğru bildiği gibi davranma 'imkanı'na sahiptir. Ahlaktan ve sorumluluktan sözedebilmemizi mümkün kılan yegane şey de zaten bu 'imkan'dır. Birey, bu imkanı kullanmadığı her durumda 'kötülük' olarak addettiği şeyden kendisinin de sorumlu olduğunu duyumsar. En azından, dürüst ahlaki sorgulama bunu gerektirmektedir. Bir eylemin sorumluluğu onu gerçekleştirene olduğu kadar, ona iradi onay veren herkese aittir. Ve kanımızca, askerlik bunun için zorunludur; daha çok insanı savaş mekanizmasının günahlarına ortak etmek için. Vicdani red, bu günaha ortak olmak istemeyen ahlaki duyarlılıktan doğar.

Savaşa Karşı Vicdani Red

Basitçe şunu soracağız: Üzerinde yaşadığımız coğrafyada bir savaş var mı? 'Kirli' ya da 'haklı' demiyoruz, 'terör' ve 'teröre karşı mücadele' de demiyoruz; sadece savaş... 'Kürdistan', 'bölge' ya da 'güneydoğu Anadolu'da yaşanan bir savaş...

Tırnak içinde kullandığımız kelimelerden bağımsız olarak bu soruya 'Evet' diyecek çok az insan var. Bu şu demektir; tırnak içindeki kavramların kendisinden doğdukları politik tasarımlardan bağımsız olarak savaş üzerine düşünen çok az insan... Kavramların bu çeşitliliği, bizim sadece 'savaş' demeyi yeğlediğimiz olgunun tanımlanmasına dair bir tartışmayla karşı karşıya olunduğunu gösteriyor. Gerçi aklı başında hiç kimse, durup dururken, savaş yerine 'kirli' ya da 'haklı' savaş, 'terör' ya da 'teröre karşı mücadele' demeyecek; veya bizim gibi, sadece 'savaş' demeyi yeğlediğini belirtme ihtiyacı duymayacaktır. Bu, savaş üzerine politik tasarımlar dolayımından düşünmenin ve bu yolla yargıda bulunmanın doğurduğu bir sonuçtur. Ve bu sonuç bize şunu söylemektedir: Pekçok insan belli (ve değişken olabilen) politik amaçlar doğrultusunda, belli tarihsel koşullarda savaşı bir araç olarak onaylamaktadır. Ve bu onay, kimi durumlarda onaylayandan bağımsız da olarak, kendisini politik bir bütünlüğe dayandırır. Savaş, bu politik bütünlük içerisinde onaylanan ve gözetilen amaçların gerçekleştirilmesi yolunda meşru bir araç olarak kabul edilmekte ve pek çok 'özgürlükçü-eşitlikçi' söylem tarafından mücadelenin en üst biçimi olarak kutsanmaktadır.

Bu durum üzerine düşünmek bizi, ister istemez, araç-amaç ilişkisi üzerine düşünmeye sürüklüyor. Politik düşünceler tarihi açısından bunun neredeyse kadim bir tartışma olduğunu biliyoruz. Bu tartışmayı burada bütünüyle yapmak mümkün değil; ancak, dikkat çekmek istediğimiz önemli bir nokta var.

Araç-amaç ilişkisi bakımından birbirine zıt gibi görünen iki tutumdan bahsedilegelir. Birincisi, amaca ulaşabilmek için her türlü aracı meşru gören bir tutumdur ve Makyavel ile özdeşleştirilmiştir. Bu tutum aracın meşruiyetini 'yarar' ilkesine göre belirler. Ikinci bir tutum doğal olarak başka bir ilkeye dayanır. Bu ikinci tutuma göre bir aracı meşru kılan şey, onun gözetilen amaca 'uygun' olup olmadığıdır -ve mesela, tarihsel olarak tipik bir temsilcisini Gandhi'de ve onun şiddetten arınmış direnişinde bulur.

Doğrusu, bu ayrımın araç ve amaç arasındaki karşılıklı ve kesintisiz etkileşimi hiçe saydığını düşünüyoruz. Böylesi bir ayrım, her iki tavrı da salt bireyin tercihine tabi olan iki imkan olarak göstermektedir. Oysa, hele ki sözkonusu ettiğimiz şey politika olduğunda, araçlardan önce amaçlar tercih edilirler ve bu iki tercih birbirini kesintisiz olarak belirler. Başka bir deyişle, araç ve amaç arasında yapısal bir farklılık aramak boşunadır. Kanımızca Makyavel de, Gandhi de bunun gayet iyi farkındaydı ve her ikisi de politik ideallerine giden yolu bu idealin yapısına uygun bir şekilde formüle etmişlerdi. Öncelikli sorun amacı gerçekleştirmek için doğru aracın ne olduğu değil, bizatihi amacın ne olduğudur. Amaç kendi aracını söyler.

Savaştan yana olmak ya da ona karşı olmak... Işlek bir zihin temel sorunun bu olmadığını görecektir. Bir araç olarak savaşı onaylayan ya da reddeden iki ayrı ilkeyle -ve dolayısıyla iki ayrı 'amaç kavrayışı'yla- karşı karşıyayız.

Savaşı politik bir araç ya da şu çok sevimsiz deyişle 'politikanın başka araçlarla devamı' olarak ele aldığımızda, açıktır ki, amacına uygunluğu ölçüsünde meşru bir araçtır o. Öyle ya da böyle her türlü 'haklı savaş' söyleminin göz önünde bulundurduğu da bu olsa gerek. Nitekim, ulus-devlet kurmak için savaş kadar uygun pek az araç vardır ve savaşın 'doğa'sı ulus-devletin 'doğa'sına pek az haksızlık eder. Zira, her ikisi de tahakkümcü niteliklidir.

Tahakkümün çeşitli kisveler altındaki her türlü makro politik tezahürünün savaş ile içli dışlı olmasının bir tesadüf olmadığını düşünüyoruz; bu makro politik tezahürlerin hepsinde 'haklı savaş' düşüncesini buluyor oluşumuz ise hiç tesadüf değildir. Sözkonusu olan tahakkümcü bir toplumsal tasarım yaratmak ya da onu korumaksa savaş buna çok uygun bir araçtır ve tahakkümcü politik düşüncelerin böyle bir aracı 'haklı' olarak adlandırmaması için hiçbir neden göremiyoruz; çünkü savaş, tahakkümün bir başka işlevidir.

Vicdani red de bu düzlemde kavranabildiği ölçüde derinlikli olarak ve hakiki anlamıyla anlaşılabilir. Savaşın hiçbir türüne destek vermemek ve herhangi bir savaş mekanizması içinde yer almayı reddetmek anlamında vicdani red; savaşı, yani militarizmi, yani örgütlü ve kurumsal şiddeti onaylayan hiçbir politik amacı ve toplumsal tasarımı insan topluluklarının geleceği için hayra alamet bir şey olarak görmemektedir.

Toplumsal Değişimin Aracı Olarak Vicdani Red

Vicdani retçilere sıklıkla söylenen şeylerden biri, savaşa karşı bu kadar bireysel bir tutumun, gerçi iyi niyetli olduğu, ama yetersiz kaldığı ve sonuç almaya yönelik olmadığıdır. Bu, diyoruz ki, vicdanının sesini dinleyen bir insanın durumunu anlamamanın bir sonucudur; retçi öncelikle sonuç almak için değil, vicdani kanaatleri gereği başka türlü davranması mümkün olmayacağı için bu yönde davranmaktadır; ama konumuz şimdi bu değil.

Vicdani red tekil bir eylem olarak, şüphesiz, toplumu dönüştürmeye muktedir değildir. Ama unutulmaması gerekir ki vicdani retçi ahlaki bir öznedir; kendi iradesi doğrultusunda davranmakta ve ister istemez ötekileri de böyle yapmaya davet etmektedir. Bu davet, yapısı gereği, bir toplumsal değişim çağrısıdır. Elbette, çoğu kişi bilir ki, toplum böyle çağrılarla değişmiyor; ama bunu bilenlerin pek azı, toplumun bu çağrılar olmaksızın hiç değişmeyeceğinin farkındadır. Dolayısıyla retçinin tutumu, bizzat örnek teşkil etmesi bakımından toplumsal değişim yönünde bir değere sahiptir.

Vicdani reddin toplumsal değişim için ifade ettiği asli önem, eylemin kendisinden ziyade, kişiyi bu eyleme sürükleyen kavrayışta yatar. Vicdani retçi -reddinin gerekçeleri çok farklı olsa da- belli bir toplumsal değişim istikametine işaret etmektedir. Bu istikamet; bir, toplumsal değişim mücadelesine katılanların iradelerini özgürleştirmeleri, dolayısıyla iktidar tarafından belirlenen ve yönetilen kişiliksiz nesneler olmaktan çıkıp ahlaki ve politik özneler haline gelmeleri şeklinde; iki, özgürleşme sürecinin politik araçlarını tahakkümün köleleştirici araçlarından ayırmaları, yani şiddetten arınmış bir mücadele örgütlemeleri şeklinde; üç, istenen yeni dünyanın değerlerini bugünden inşa etmek ve onlara yaşam alanı açmak şeklinde; ve daha, şu anda aklıma gelmeyen başka başka şekillerde tezahür eder. Tüm bu tezahür edişler belli bir meşruiyet fikrine dayanmaktadır. Bu meşruiyet, kuşkusuz iktidar nezdinde değil, üçüncü taraflar yani halk nezdinde ortaya çıkar ve toplumsal değişimin momenti halktan başkası olmayacaktır. Şüphesiz, demek istemiyoruz ki, şiddetten arınmış eylem kendisinden menkul olarak üçüncü tarafları ikna eder ve dönüştürür. Hayır. Demek istediğimiz, vicdani reddin de bir parçasını teşkil ettiği bu eylem biçimlerinin, kendi duruş noktalarını anlatabilmek ve diğerlerini ikna edebilmek için sahip olduğu imkanlılıkların (istidatlar) daha fazla olduğudur.

Hiçbir tahakküm sistemi kendisini mutlak bir varoluşa dönüştürmeyi -en azından şimdiye kadar- becerebilmiş değildir. Her tahakküm sisteminin az ya da çok gedikleri vardır ve öyle zannediyorum ki bu gerçek hiç değişmeyecektir; zira insan, yapısı gereği çok çeşitli varoluş imkanlarına sahiptir. 'En kapalı, en totaliter toplumlarda bile birisi çıkar ve düzenin çarkına bir yerde çomak sokar; çünkü özne her zaman eyleme muktedirdir ve daima bir özgürlük imkanına sahiptir.' Şiddetten arınmış eylem biçimleri meşruiyetlerini tam da sistemin bu kapatılamaz gediklerinde tesis ederler ve bu gedikleri genişletirler. Iktidarın şiddeti karşısında, şiddetten arınmış tutum (şiddete boyun eğmeyi değil, şiddete rağmen yapacağını yapmakta ısrar etmeyi kastediyorum) anlatmak istediğini üçüncü taraflara çok daha doğrudan ve kendisinden kaçınılamaz bir arılıkla iletme imkanına sahip olur. Onun meşruluk iddiasının pratikteki karşılığı işte budur.

Şair Berzan
Kayıt Tarihi : 16.6.2008 14:14:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Oğul Gençay
    Oğul Gençay

    *
    Önemli Not :

    İşbu yazının kaynağı ''www.hayvanozgurlugu.com'' isimli sitenin forum sayfalarındadır.
    Söz konusu yazının altında yazarlarını ve kaynaklarını belirtmiş olmama rağmen ya sistem, ya da sayfa editörleri tarafından belirttiğim kaynaklar silinmiştir... / Suçlunun(!) hangisi olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok.../ Bu boktan durumun neden olduğundan ve de nereden kaynaklandığından da...
    Velhasıl-ı kelâm, durup dururken adımızı hırsıza çıkaracak olması ihtimalinden dahi korktuğum bu durumu ''Yetkili Şair'' olmadığım için düzeltme şansımın da olmamasından dolayı (maalesef) bu yorum kutusu altından yapıyorum...
    Yapıyorum; çünki yanlış anlaşılmalara mahal vermemesi adına bu uyarıyı yapmak durumundaydım... //

    İzanınıza...
    Dostlukla...


    Dip Not : Söz konusu yazılara ve tüm kaynaklara yukarıda verdiğim linkten ulaşılabilir.../



    B E R Z A N




    *

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Şair Berzan